RÂBİA ADEVİYYE

Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi

RÂBİA ADEVİYYE (Öl. H. 185.)

Basra mektebinde İmam Hasan Basrî’den sonra ikinci önemli ulu kişi Rabia Adeviyye’dir.[1] Bu kadın, devrinin en bilgili, en fazîletli, en yüksek ruhlu ve derin duygulu ve yalnız ilâhî aşk içinde yüzen ve ilâhî aşk şiirleri terennüm eden Şair kadını idi.

Râbia’nın yolu Hasan Basrî’den ayrıdır. Zira, onun hareket noktası korku ve kaygı ve cehennemden kaçıp cenneti arzulamak değil, Allah’a aşk ve muhabbettir; cehennem korkusu ve cennet arzusu olmaksızın sâdece ve sâdece Allah’ı Allah olduğu için sevmek ve varlığını Allah’ın varlığında eritmektir. İnsanın en büyük gâyesi, cennet nimetlerine ulaşmak değil, Allah’ın cemâline kavuşmak olmalıdır. Râbia da Hasan Basrî gibi sürekli kaygı içinde yaşardı ve durmadan ağlardı. Fakat onun kaygısının sebebi cehennem korkusu değil, Allah sevgisi idi.

Râbia, ilk defa (Aşk) kelimesini kullanmış olandır. O, bu hususta Kur’an’ın Mâide sûresinin 56.ncı âyeti (kim Allah’ı, Peygamberini, ve inananları dost edinirse…)ne dayanmış ve bu âyeti şöyle şerh etmiştir:

“Seni iki muhabbet ile severim; birisi, sana karşı aşk ile bağlanışımın ifadesi olan muhabbet ile;

Diğeri de Senin sevilmeye lâyık oluşunun içimde yarattığı muhabbet ile.

Sana aşk ile bağlanışım yüzünden yalnız Seni düşünüyorum.

Senin sevgiye lâyık oluşuna gelince, bu da yüzündeki örtüyü kaldırman hususundaki arzumdur ki Seni göreyim.

Benim için ne beriki ne öteki muhabbet hususunda hiçbir hamd yoktur,

Fakat, Sana hamd olsun!”

Râbia, iki çeşit sevgiye işaret ediyor ve birini diğerine üstün tutuyor. Sevginin biri, insanı Allah’tan başka bir şeyle meşgûl olmaktan alıkoyan sevgi, diğeri de Allah’ın zâtına ait sevgi, yani Allah’ı sırf Allah olduğu için sevmek. İşte, esas sevgi, sırf Allah’ın cemâline olan sevgi, bu ikinci sevgidir. Onun için de Râbia şöyle münâcatta bulunurdu:

“İlâhi! Sana cehennemden korkarak ibâdet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak. Eğer, cennetini özleyerek ibâdet ediyorsam cennetini bana haram et! Eğer, yalnız Seni sevdiğimden ötürü Sana ibâdet ediyorsam beni ezelî cemâlinden yoksun bırakma ya rabbî!”.

Kısaca, Râbia, Allah’a aşk ve dostluk, tecellî, tafdîl’ül-Velî gibi kavramlar üzerinde durmuş ve bunları işlemiştir. Ona göre insan, kendi içine kapanmakla Tanrı sırrına ulaşabilir. Her çeşit varlık, Tanrı’da birleşir; zira, yalnız Tanrı vardır; kâinat, O’nun sıfatlarının tecellîlerinden ibârettir. Tanrı’ya varmanın tek yolu da sevgidir. Yine Râbia şöyle diyor: “Başkaları benim ancak dış yüzümle konuşurlar; gönlümün içinde ise ben yalnız Seninle konuşurum. Dış yüzüm yanımdakilerle beraber ise de gönlümün içindeki Yâr, ancak, Sensin!”.

Râbia’nın bu yolu, kendinden sonra da taraftarlarınca peşlendi.

Hicrî üçüncü ve dördüncü yüzyılda büyük mutasavvıfların Basra ve Kûfe’de değil de özellikle Bağdat’ta yetiştiğini görmekteyiz. Bağdat’ta Tevhitten ve ahvâl ve makamlardan ilk defa söz eden Seriyy-as-Sakatî (öl. H.257) idi ki bu zât Ma’ruf Al-Kerhî’nin gözde öğrencisi ve sohbet arkadaşı, Hâris Muhasibî ve Bişr Hâfî’nin akranı, Cüneyd’in de hem dayısı hem üstadıdır. Cüneyd, bu zâttan daha ziyade ibâdet eden bir kimse görmediğini söyler. Sakatî, hayatında daima âh ü figan eder ve daima “Bu tenim Allah’a muhabbetten kurumuştur” dermiş.

Sakatî’ye göre bilginin başı sırf Allah’a ibâdet ve nefsi mâsivâdan paklamaktır. Ona göre mutasavvıf odur ki:

a – Bilgi nuru ibâdet nurunu söndürmeye.

b – Kitab ve Sünnete aykırı düşecek bâtınî dille konuşmaya.

c – Kerâmetleri ilâhî mahremiyyet astarını yırtmaya.[2]

Ma’ruf Al-Kerhî (ölüm. H.200)de daima Allah sevgisi ve iştiyakı içinde yüzen ve: “Tasavvuf, hakikatleri almak ve halkın elindekinden ümidi kesmektir” diye Tasavvufu ilk defa tanımlayandır. Bu zât ölürken: “Gömleğimi sadaka olarak veriniz ki dünyaya çıplak geldiğim gibi yine çıplak olarak gideyim” demiş.[3]

Fakat, bu yüzyılların en büyük mutasavvıfları Zünnûn Al-Mısrî, Hâris Al-Muhasibîbî, Bâyezîd Al-Bistâmî, Cüneyd al-Bağdâdî ve özellikle Hallâc Al-Mansûr’dur.


[1] Râbia Adeviyye Kaysiyye’nin hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Onun, çocukluğunda çalındığı ve câriye olarak satıldığı söylenir. Âzad edildikten sonra dünya işlerinden çekilerek kendini Tasavvuf’a verdi ve Basra’da yerleşti. Kısa bir süre içinde etrafına bir sürü taraftar topladı. Bunlar arasında Mâlik b. Dînâr, Süfyan Al-Sevrî, Şakîk Al-Belhî gibiler de bulunmaktadır. Özellikle Süfyan, daima ondan akıl danışırdı.

[2] Yine Sakatî demiştir ki: “Bilgi, yukardan aşağıya iner, kuş gibi kanat vurur ve utanma ve haya bulunan gönüle konar.

[3] Ma’ruf’un ana ve babasının Hıristiyan olduğu söylenir. Ma’ruf, İmam Ali sülâlesinden Mûsa Al-Rizâ’nın mürîdlerindendir ve onun tarafından Müslüman olmuştur.

Ma’ruf demiş ki: “Sûfî bu dünyada misafirdir ve misafir edepli olur, konuk kabul edenle çatışmaz”.

Yine demiş ki: “Muhabbet, ilimle öğrenilir bir şey değildir. O, ancak, Allah’ın bir mevhibesinden ve fazlındandır”. Ma’ruf’un kabri Bağdat’tadır.