ŞEHABEDDİN SÜHREVERDÎ (MAKTÛL)

Ana Hatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi

ŞEHABEDDİN SÜHREVERDÎ (MAKTÛL) (H. 587-649)

Eb’ul-Futûh Al-Suhreverdî Al-Maktûl ünvanı ile arkadaşı diğer mutasavvıf Şehabettin Sühreverdî’den ayrılan Şehabettin Sühreverdî[1], Azerbaycan’ın Merâga civarındaki Sühreverd kasabasında doğdu ve dinsizlikle suçlanarak Haleb’te öldürüldü.

Sühreverdî, özellikle, İran ve Yunan hakîmlerinin fikirleriyle meşgul olmuş. Meşşâî ve İşrakî görüşlerini tamamıyla hazm etmiş, aklî görüşle kalbî sezgi ve ruhî zevki birlikte yürütmüştür. Hikmette, Edebiyatta, Fıkıhta ve diğer ilimlerde zamanının üstadıdır. Hattâ, bu yüzden Simya ilmini bile bildiği söylenmiştir.

Fakat, Sühreverdî’nin asıl önemi (İşrak) adı verilen bir felsefenin kurucusu olmasıdır. Hakk ve Hakikate ulaşma yolunda keşf ve zevk ile birlikte Şeriat hükümlerine de uyulduğu takdirde o yola Tasavvuf yolu, uyulmadığı takdirde de o yola İşrak yolu denir. İllüminasyon denen İşrak, hakikatlerinin derece derece açılması veya Nur anlamına gelmektedir. Bunun için buna (Nur Felsefesi) de denir. Tasavvufla Meşşaî Felsefesinin tam ortasında bulunan bu felsefe, kısmen doğrudan doğruya, kısmen de İbn Sînâ’nın son eserleri vasıtasıyla Yen-Eflâtunculuktan mülhemdir. Fakat, buna rağmen yine de ondan ayrıdır. Rönesans filozoflarından Bruno’nun sonsuz bir varlık ve perde perde açılan bir ruh felsefesi ile Heidegger’in fenomenolojisi İştirakîlikten bazı fikirleri uzaktan canlandırmaktadır.

Sühreverdî’nin hareket noktası, mükâşefe, zevk; ulaştığı nokta da Nur telâkkîdir. Bu mükâşefe ve zevk de zihnî bir hads’ten ibarettir. Fakat, bu hads, hem Eflâtun ve peşleyicilerinin aklî hadsinden hem de mutasavvıfların cezbe ve istiğrakından büsbütün başkadır.

Sühreverdî’ye göre, akıl ve nazar yolundan hakikate ulaşılamaz. Nitekim Aristo’dan beri akıl yolundan giden filozoflar birbirleriyle hep çatışmışlardır. Fakat, mükâşefe yolunu tutanlar, ifadelerindeki bazı ayrılıklara rağmen, esasta daima birleşmişlerdir. Zira, hakikat birdir. Nasıl ki Hermes’ten Eflâtun’a kadar olan filozoflar, hakikati zevk ile bilmiş ve bulmuşlardır. Sühreverdi’nin (İlm’ül-Envâr) sözü ile kasd ettiği budur; İşrak Hikmet’i budur. O, bu işrakı elde edişi hususunda der ki: “Her şey bana ilk önce nazar ve fikir yolu ile değil, fakat başka bir şey ile geldi. Sonra ben onu ispat edecek delil aradım. Fakat, bunu bulmasaydım da mesele değişmeyecekti. Zira, ondan şüphe etmeme imkân yoktu”. Sühreverdî’nin bildirdiğine göre, bu İşrak, ilim ve aklî sûretler nevinden olmayıp bir kutsal şuadır. Bu şua ile hâsıl olan bilgi ve kudret ise insan üstü bir bilgi ve kudrettir. Zira, bu şua Allah’tandır. Böyle olduğu için de bu şua’ya sahib olan kimse bazı varlıklara ve olaylara da hükm edebilir, mucizeler ve kerâmetler gösterebilir.

Sühreverdî’nin İşrak Felsefesine göre, varlık, aşağıdan yukarıya bir Zulmet ve Nur silsilesidir ve zulmetle nur arasındaki bir mahiyet farkı değil, bir derece farkı vardır. Her varlık mertebesi kendinden öncekine nazaran nur, ve kendinden sonrakine nazaran da zulmettir. Bu felsefede, önce, zulmet, yani madde incelenir ve maddenin mahiyeti hakkındaki incelemeden, sırasıyla, cisimler, felekler, mücerredler ve melekût âlemlerinden geçerek en sonra nurların Nuru denen nâmütenâhi varlık olan Allah’a varılır. Sühreverdî’de görülen bu Nur-Zulmet münasebeti, Aristo’nun Madde-Kuvvet nazariyesine benzer. Sühreverdî’ye göre nefsini gerektiği şekilde terbiye eden, yani hayvanlığına mahsus olan tahayyül işlerinden kurtulan her insan, mükâşefe ile vasıtasızca Tabiat, Ruh ve Ma’nâ âlemlerine ve en nihayette nurların Nuru olan Allah’a ulaşabilir ve bu takdirde de eşyanın sırrına nüfuz eder ve geçmişte ve gelecekte olmuş ve olacak bütün şeyler ona açıklanır. Yoksa bu imtiyaz, sadece, Peygamberlere mahsus değildir.

Sühreverdî, mükâşefe metodu ile birlikte Bahsî denen zihne ait metodu da kullanmış ve hattâ mükâşefeye dayanan işrak Felsefesinde, işe, Mantıktan başlamıştır. Fakat, Sühreverdî’nin önce mantığı ele alışı, ona dayanmak için değil, tersine, onun hakikate ulaşma yolundaki çürüklüğünü gösterip kendi sistemine dayanmak içindir, O, bu sebeple, Meşşaî mantığını her bakımdan tenkid eder. Ona göre, zât, mahiyet, hakikat gibi şeyler sırf zihnî kavramlardır. Bu kavramların en genel olanı da Vücûd kavramıdır. Fakat bunların hepsi de dışa ait varlıkları olmayan sırf aklî şeylerdir. Bu sebeple, Meşşaîlerin, sırf zihnî ve aklî i’tibârlardan ibaret olan mantıkî kavramla bir Metafizik kurmaya ve bu kavramları gerçek âleme temel yapmaya kalkışmaları yanlıştır. Ve bütün yanlışlıkların sebebi de budur. Sühreverdî’ye göre, zât ve vücûd aynı şeydir; cevherlik, cisimlikten ibarettir. Ona göre nurlar, cisimlerin ilk örnek (prototype)leridir. Cisimlerdeki nev’î suretler bununla açıklanır. Nurlar, ne âleme bitişik ne de ondan ayrılır; ne âlemin içinde ne de dışındadır. Sühreverdî, bu bakımdan Eflâtun’un (İde)ler teorisinden de ayrılır.

Son zamanlardaki metapsişik parapsikoloji ceryanlarını ve spiritizma tecrübelerini müsbet bir şekle sokmaya çalışanların hareket noktaları olan ruhlarla konuşmak, gelecekten haber vermek, görünmeyen kuvvetler kabul etmek gibi telâkkîler ile de İşrakî Felsefesinin irrasyonel olan usûlü arasında büyük bir benzerlik vardır.

Sühreverdî’nin bu İşrak Felsefesi, Endülüslü İbn Tufeyl’in (Hay b. Yakzan) adlı felsefî romanını etkilemiş ve onun Nur-Zulmet felsefesi, özellikle, Muhyiddin Arabî’nin Vahdet-i Vücûd felsefesinin temellerinden biri olmuştur.

Sühreverdî, hem akla hem zevk ve mükâşefeye dayanmakla, yani her iki tarafı da birleştirmekle, kendisini, tek taraflı olan bütün ululardan ulu saymış ve (Kutub) olduğuna kanaat getirmiştir.


[1] Şark’ta Gazâlî’nin ve Şehristanî’nin Meşşâî’lere hücumlarına, Garpta da İbn Rüşd’ün itirazlarına İbn Sînâ felsefesindeki noksanların, müşkillerin hâl edilememesi sebep olduğu gibi eb’ul-Berekât Al-Bağdadî, Şehabettin Sühreverdî ve Fahrettin Râzî gibi üç ayrı ceryanın mümesilleri de aynı sebeple Meşşâî’lere hücum etmişlerdir.

Başlı başına bir mektep kuran ve özellikle (Zaman) hakkındaki orjinal fikirleriyle şöhret bulan Eb’ul-Berekât, Gazâlî’den sonra Meşşâî’lere ikinci büyük darbeyi vurmuştur. Eb’ul-Berekât’ın etkisi altında kalan ve Gazâlî ve Şehristanî’nin yollarından giden Razî ise Felsefî Kelâm çığırını zirvesine ulaştıran bir filozoftur.

Şehabettin ise (İşrâk Felsefesi) ile pek büyük bir nam yapmıştır.

Şehabettin’in adı Yahya b. Habeş’tir. Onun hayatının ilk yılları hakkında açık bir bilgi yoktur. Bir süre Sührevverd’te okuduktan sonra Meraga’ya giderek Mecdüddin Ciylî’den ilim öğrendi. Sonra Isfahan’a gitti, Fıkıh ve Tasavvuf kollarında çalıştı. Bir ara uzlete girdi. Daha sonra Felsefe ile uğraştı. Okuma ve inceleme gâyesiyle Anadolu ve Suriye’ye çeşitli seyahatler yaptı. Haleb âlimleri ile yaptığı münakaşalarda onları mağlup etmekle Melik Zahir b. Salâhaddin Eyyubî onu kendi sarayına aldı. Fakat, rakipleri tarafından dinsizlikle suçlanarak Salâhaddin Eyyubî’nin emri ile ölüme çarptırıldı. Ölümü, kendi arzusu ile, aç kalmak suretiyle, Halep’te vuku buldu. Öldüğünde henüz 35 yaşında idi.

Şeyh Şemseddin Tebrîzî onun hakkında şöyle demiş: “Şahabettin’in ilmi aklına gâlip idi, gerekir ki akıl ilme gâlip ola, ve ruhlar âleminden edilen zevk Rabbanî âlemden sanılmaya”.

Şahabettin’in Türk olması kuvvetle muhtemeldir