BEDREDDİN SÎMÂVÎ ( H. 761 –823 )
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin[1], on beşinci yüzyıl başlarında yaşamış bir Türk din âlimidir.
Bedreddin ilk tahsilini memleketinde yapmış, fakat, sonra bu uğurda birçok yerlere ve bu arada Kahire’ye de gitmiş ve orada Seyyid Şerif Cürcânî ile birlikte Mübarek Şah Mantıkî’nin derslerine devam etmiştir. Bu arada Mantık, Felsefe ve İlâhiyat dersleri de gören Bedreddin, önce, Fıkıh alanında pek büyük bir nam yapmış ve bu yolda (Letâif’ül-İşarât) ile (Câmi’ul-Fusuleyn) adlı iki önemli eser vermiştir. Fakat, o, sonra kendini tamamıyla Tasavvufa vermiş ve bu yolun belli başlı şöhretlerinden olmuştur. Onun, Tasavvuf yolunda, (Fusûs-ül-Hikem Haşiyesi), (meserret’ül-Kulûb)u özellikle, onu dünyaya tanıtan, (Vâridât) adlı risalesi pek namlıdır.
Bedreddin’in (Vâridat)ında bildirdiğine göre Varlık, Allah’tan ibârettir, ondan başka vücûd yoktur. Ancak, Allah, müessir olarak Hâlik, müteessir olarak da Mahlûktur. Âlem, kadîmdir. İlâhî irade, ancak, bir şeyin kendi istidadına bağlıdır; yoksa, ona hâkim değildir; yani, gerçi Allah dilediğini yapar, fakat, Allah ancak istidatta olanı diler. Kıyâmet, Âhiret, Cennet, Cehennem meseleleri de halkın bildiği, zan ettiği gibi değildir. Dünya ve Âhiret, Ruh ile beden birbirine paraleldir ve aynî zamanda ezelî ve ebedîdir. Haşir, cismâni değildir. Cennet, dünyadaki iyi şeylerden veya hazlardan; Cehennem de dünyadaki kötü şeylerden veya kederlerden, ızdıraplardan ibârettir. İnsanı doğruya ve Hakk’a götüren her şey melek; ve insanı doğrudan ve Hakk’tan uzaklaştıran her şey ve özellikle şehevî kuvvetler de Şeytan’dır…
Bedreddin’in esaslı fikirlerini şöylece özetleyebiliriz:
Başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi Muhyiddin’in Vahdet-i Vücûd görüşü ile kemâl zirvesine ulaşan Tasavvuf, ondan sonra bir Teozofi hâlini almış, ilerleme ve orijinaliteden kesilerek sırf taklitten ve tekrardan ibaret kalmıştır. Meselâ, hicrî 739’da ölen Abdurrezzak Kaaşânî, eserlerinde, Muhyiddin’in (Fusûs)undaki fikirlerini şerh etmekten başka bir şey yapmadı. Hicrî 767-820 arasında yaşayan Abdulkerim Al-Ciylî’nin (İnsan-ı Kâmil)i Muhyiddin’in Kâmil İnsan görüşünden başka değildir. Hicrî 937’de ölen Abdulvehab Şa’ranî’nin (Al-Yevâkıt va’l-Cevâhir) adlı meşhur eseri de bazı eski Tasavvufî mezheplerin ve özellikle Muhyiddin Arabî mezhebinin bir özetidir. Hicrî 1143’te ölen Abdulganî Al-Nablûsî de Muhyiddin’i tekrarlamaktan başka bir şey yapmamıştır.
Muhyiddin Arabî’den sonra Tasavvuf konusunda söz edilmeye değer ancak altıncı ve yedinci hicrî yüzyıllarda kurulan Kaadirî’lik[2], Rüfâî’lik[3], Sühreverdî’lik, Bedevîlik… gibi tarikatlar arasında bulunan ve özellikle taassubu önlemede de pek önemli bir rol oynayan Mevlevî Tarikatının ma’nevî kurucusu Türk Eren’i Mevlâna Celâlettin Rûmî’dir.
[1] Bedreddin Simâvî, pek büyük bir Din âlimi olmakla beraber büyük bir ihtilâlcidir de.
Bedreddin, birçok büyüklerden ilim elde ettikten sonra bir ara Tebriz’e giderek Timûr’un huzurunda yapılan ilim tartışmalarına katılmış ve orada büyük bir nam da yapmıştır. O, bir süre de Mısır Memlûklarının sarayında öğretmenlikte de bulunmuştur. Daha sonra Rumeli’ye geçerek Dinî-Siyasî bir hayata başlamış. Edirne’de saltanat süren Yıldırım Bayazıt’ın oğlu Mûsâ Çelebî’nin Kadıaskerliğini yapmıştır. Daha sonra da dinî alandaki büyük nam ve şânından ötürü kendini zamanın biricik (Kâmil İnsan)ı veya (Kutb)u saymış ve Din yolundaki bu Şah’lık, onda, dünya Padişahlığı ihtirasını da alevlendirmiş ve başına bir Mürid’ler ordusu toplamıştır. Fakat, onun bu müridler ordusu, özellikle, Yahudiler, Hıristiyanlar ve maddî dünyanın servetine ve rahatına düşkün olanlardan kurulmuştu. En önemli çömezlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl de onun bu ordularını gerektiği gibi harekete geçiren iki büyük propagandacısı idi. Bedreddin taraftarları Saltanatı bir hayli tehdid etmekle beraber nihayet Çelebi Sultan Mehmet, Bedreddin taraftarlarını dağıtmayı başardı ve Bedreddin’i de tutuklayarak huzurunda yargıladı. Bedreddin, bu yargılanmada ölüme çarptırılarak 1420’de Serez’de asıldı. Fakat, Bedreddin’den sonra ona bağlı olan ve kendilerine Bedreddinî’ler diyen kişiler yine de siyasî faaliyetlerini sürdürdüler.
Bedreddin’in kemikleri 1924’de İstanbul’a nakl edildi.
[2] Abdülkadir Geylânî (H. 471-561) Kaadırî Tarikatının Kurucusu olup baba tarafından İmam Hasan’a, ana tarafından da İmam Hüseyn’e bağlıdır. İmam Şa’ranî’nin (Tabakat)ında dediğine göre anneleri de Tasavvuf yolunda ulu bir kadın imiş. Nisbeti, Cüneyd’e dayanır.
Geylânî’nin kerâmetleri pek çoktur. Ma’nevi keşifleri ve ilmi verileri pek büyüktür. Her ilimden söz ederler ve özellikle Hanbelî ve Şafiî mezhebi üzre fetva verirlermiş. O, kalbi dünya ile meşgul etmemeyi tavsiye edermiş. Elbisesi üzerine sinek konmazmış. Bunun sebebini soranlara da: “Sinekler bana neye konsunlar ki bende ne dünyanın pekmezi, ne âhiretin balı vardır” dermiş. Ve yine kendisinin irşad güneşinin kıyâmete kadar süreceğini iddia edermiş. Muhyiddin bile onu Fütûtah’ında pek yüceltmiştir.
Bursa’lı Şeyh İsmail Hakkı da (Ruh’ül-Beyân)ında Yâsîn Sûresinin tefsirinde, evliya kerâmetlerinin maddî varlığa ve kalbe ait olmak üzere iki kısım olduğunu ve bunların ikisinin de Garb’ta Şeyh Ebu Meyden ile Şark’ta Abdulkadir’de toplandığını söylemiştir.
Geylânî, hicrî 471’de doğdu, 488’de Bağdad’a gelip yerleşti ve orada öldü.
Türbesi önemli ziyaret yerlerinden biridir.
O Behçet’ül-Esrar ve Ma’den’ül-Envâr hâşiyesinde (s. 13 – Mısır, H. 1304) şöyle der: “Mutasavvıf, uzuvları sâkin, kalbi mut’main, gönlü ferahla açılmış, yüzü nurlu, içi âbâd, Hakk’a bağlılığından ötürü bütün eşyadan ilgisini kesmiş bulunan kimsedir”.
O, yine şöyle demiş: “Ey misli olmayan Zât-ı Esell ve A’lâ! Seni müşahede etmekliğim ve Senden başka bir şey görmemekliğim için benden Senin gayrin olan her şeyi yok et! Ey vücûdun Vücûdu! Senden gayri mevcût ve maksûd yoktur!”.
[3] Ahmed Al-Rufâî (ölüm. H. 578) İmam Mûsa Kâzım’ın evlâtlarındandır. Hırka nisbeti de beş vasıta ile Şiblî’ye ulaşır. Kendisinden ateşlere girmek, yılanlarla oynaşmak gibi birçok hârikalar zuhur etmiştir.
O, şöyle demiş “Bütünlüğü ile bu olaylar âleminden yüz çevirip ilâhî aşkta vücûtlarını yok etmiyenler, iman halâvetinden, bilgi şarabı zevkinden dimağları yoksun kalır”.