A- insan ve vücut yapısı:
Buraya kadar açıkladığımız Beş İlâhi Hazret’in dördüncü hazretinden veya Yedi İniş’in altıncı inişinden sonra İlâhî Hazretlerin Beşincisi ve Yedi İniş’in de Yedincisi olarak “Kâmil İnsan”ı ele alacağız.
Kâmil insan, bütün âlemleri kendinde toplayan âlemdir. Daha açık bir deyişle, kâmil insan suret açısından küçük âlem, ma’nâ açısından da büyük âlemdir. İnsan, ma’nâ açısından büyük âlem olmakla Allah, insanı Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Duyma, Görme, Kelâm gibi kendi sonsuz sıfatlarından birçoklarına ortak kıldı ve kendini insanda bu sıfatlarla bilip bildirdi. Kâmil insan, bu âlemin ruhu ve âlem de onun cesedi gibidir ve bu ceset daima, ruhunu aramakta ve arzulamaktadır.
Kâmil insanı ele almadan önce vücûdun maddi ve manevi yapısı hakkında bazı açıklamalarda bulunmak yerinde olacaktır.
Biliyoruz ki vücudumuzdaki guddeler (gland) pek çoktur fakat salgıları bakımından iki büyük sınıfa ayırırlar. Bu salgılardan bir kısmına dış salgı, bir kısmına da iç salgı adı verilir. Dış salgılar bir kanal vasıtasıyla bağırsağa veya içi boş bir organa dökülür. İç salgı ise kılcal damarlara dökülür ve doğrudan doğruya kana karışarak Hormon adı verilen kimyasal vasıtalarla organ veya dokuları etkilerler.
Hormonların terkip ve mâhiyyetleri bilinmemekle beraber organizmadaki görevleri, hayat olayları üzerindeki etkileri pek büyüktür.
Hormon çıkaran bu iç salgı guddelerine (Endocrine) guddeleri denir ve bu guddeler beş çeşittir:
5- Hypophysis (Dimağın altında bulunan ve yukarıdakilerin çoğunun çalışmalarını etkileyen gudde).
Bu temel gudelerin yanı sıra insanın vücudunda şurada burada dağınık olarak yer alan önemli birer iç salgı guddesi sayılabilecek nitelikte çeşitli hücre kümeleri de vardır. Pankreastaki (Langerhans) adacıkları, karaciğerdeki bazı hücreler, bazı damar ve sinir hücreleri, beyin dokusunun içindeki sinir çekirdekleri, Timüs, bunlar arasındadır.
Vücudu bir makineye benzetecek olursak guddeler onun yağdanlıkları gibidirler ve bu guddelerin görevleri de birbirine bağlıdırlar. Bunlardan biri bozulursa vücut makinesi düzenli işleyemez, yani hastalık baş gösterir.
Bu endokrin guddelerinin mâhiyyetleri ve görevleri tamamıyla bilinmemekle beraber, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi çıkardıkları hormonlar organizmada önemli rol oynamaktadırlar. Hayatımızı, sıhhatimizi, tabiatımızı, mizacımızı, mukadderâtımızı ve kısaca, çok yaşayıp yaşamamamızı bu guddeler tayin ve tanzim ederler.
Bir bakıma göre de insan vücudu bir âleme, bir şehre benzetilebilir ki bu âlem veya şehir dokuz türlü cevherden yapılmıştır.
Bu dokuz cevher de dört unsurdan meydana gelmiştir. Dört unsur da ateş, hava, su ve topraktır. Bu dört unsurdan meydana gelen dokuz cevher de şunlardır:
Bu dört cevher Baba tarafındandır.
Bu beş cevher de Ana tarafındandır.
Bu dokuz cevherden meydana gelen ve insan denen bu şehrin on iki tane de kapısı vardır. Bu on iki kapının yedisi baştadır ki bunlar açıktır; beşi de vücuttadır ki bunlar da kapalıdır.
Başta olan açık kapılar şunlardır:
a- İki göz,
b- İki kulak,
c- İki burun deliği,
d- Bir ağız.
Vücutta olan kapalı kapılar da şunlardır:
a- İki meme,
b- Bir göbek,
c- Bir tenasül organı,
d- Bir makat.
İnsan denen bu şehrin içinde “360” ırmak vardır ki damarlardır; “777” kemer vardır ki sinirlerdir; “440” tane direk vardır ki kemiklerdir. Bu şehrin ortasında bir de Pınar vardır ve bu şehrin her tarafına su oradan taksim olunur ki ciğerlerdir.
Bu şehrin dışına (zâhirine) ait beş meleği (kuvvesi) vardır ki iyi, kötü, hayr, şer her ne zuhur ederse bu şehrin Sultanı olan Ruh’a haber verir.
Bu şehrin yarısından yukarısı yedi kat gök ve Arş-ı A’lâ ve yarısından aşağısı da yedi kat yer ve Esfel-i Sâfilîn’dir.
Bu şehrin göklerinin ve yerlerinin topunu birden, Nefs denen izafi veya Sultânî Ruh kaplamıştır ve Âdem’in vücudundan 1 ibaret olan bu şehir zât ile mevcuttur ve bunda da her şeyi kaplamış olan Hakk nurundan 2 bir ışık vardır. Çünkü yaratılışta hiç bir şey yoktur ki onda nur olmasın. Zira vücûdu görmek nur iledir. Mutlak vücûtta 3 olan dış âlem nur olmasa görünmez. Çünkü nur, meydana çıkarma ve meydana çıkma sebebidir. Bu konuda şu âyetlere ve hadîslere işaret edebiliriz: “Allah, göklerin ve yerin nurudur” 4 “Ölü iken diriltip insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu”.5
“Allah’ın ilmi ve kudreti her şeyi kuşatmıştır” 6 “Allah, Âdem’i kendi sureti üzere yaratmıştır” 7 “Âdem, Rahmân sureti üzere yaratıldı” 8.
Bir bakıma göre de insan vücudunu şöyle açıklayabiliriz:
İnsan vücudu dört unsurdan yaratılmıştır: ateş, hava, su, toprak.9
Bu dört unsura karşılık insanda dört de ruh vardır: Nebâtî ruh, Hayvânî ruh, Cismânî ruh, İnsani ruh.10 Bu dört ruha karşılık da insanda dört duyu organı vardır: kulak, burun, göz, ağız. Bu dört duyu organı karşılığında da dört vekil vardır: Emmâre nefs, Levvâme nefs, Mülhime nefs, Mutmaine nefs 11. Bu dört nefs karşılığında da dört âlem vardır: Şühûd, Melekût, Ceberût, Lâhut 12. Bu dört âlem karşılığında da dört melek yani kuvvet vardır: duyma kuvveti, koklama kuvveti, görme kuvveti, tatma kuvveti.13 Bu dört kuvvetten duyma kuvveti Cebrâili, koklama kuvveti İsrâfîli, görme kuvveti Mîkâîli, tatma kuvveti de Azrâili temsîl eder. Bu dört kuvvet karşılığında da dört kitap vardır:14 Zebur “Davut”, Tevrat “Musa”, İncil “İsa”, Kur’ân “Muhammed”. Bu dört kitap karşılığında da dört harf vardır: (bunlar Kur’ân’da olmayan ma’lûm dört harftir: Pa, Ça, Ja, Na)
Bütün bunları da izafi ruh kaplamıştır. Nebâtî ruh suya meyleder, hayvânî ruh toprağa meyleder, cismânî ruh ateşe meyleder, insani ruh da rüzgâra meyleder. Kulak nebâtî ruha meyleder, burun hayvânî ruha meyleder, göz cismânî ruha meyleder, ağız da insani ruha meyleder 15. Yirmi sekiz Arapça harf “Lâm Elif”e meyleder; lâm elif, Muhammed Ali’ye meyleder; Muhammed, Kur’ân’da yirmi dokuz sûrenin başındaki Mukattaâta meyleder; Mukattaât, “114” Kur’ân sûresine meyleder; 114 sûre, “6666” âyete meyleder 16; “6666” âyet, “18000” âleme meyleder; “18000” âlem, Âdem’e meyleder; Âdem, Hakk’a meyleder; Hakk, Muhammed ve Ehl-i Beyt’e meyleder 17. Tam tecellî Muhammed’de zuhur etmiştir. Nitekim Kudsî hadîste şöyle denmektedir: “Sen, eğer sen olmasaydın, ben felekleri yaratmazdım”. Peygamber de şöyle demiştir: “Ben ve Ali ayni nurdanız”; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.”
Şimdi “Elif, Lâm, Mîm” Âdem’e işarettir 18. “Lâm”ın “Elif, Lâm ve Mîm” harflerinin arasında vâki’ olması “Kur’ân’da” dolayısıyla “Elif”, Ahâdiyyete; “Mîm”, Muhammed’e 19; “Lâm” da Ali’ye işarettir, Âdemiyyetin özüdür. Hepsi bir nurdur, Hakk’ın zuhuru ve tecelliyâtıdır, ilmin de kaynağıdır.
İşte, birçok şeylere benzettiğimiz ve maddi manevi tüm varlığın sahibi yaptığımız insan, yine de fıtraten fakirdir. Fakirlik ve ihtiyaç insanın zâtî sıfatlarından, ganîlik ise yok olup gidici ârızî şeylerden olmakla insan ihtiyaç hâlinde de ganîlik hâlinde de zâtî bir fakirlikle sıfatlanmış ve noksanlık sıfatı ile vasıflanmış bulunmaktadır. Hele içinde bulunduğumuz şu var ve yok oluşlar âleminin istidat ve sermayesi fakirlik ve ihtiyaçtan başka bir şey değildir. Nitekim Kur’ân’da da şöyle denmiştir: “Muhtaç olan sizsiniz, müstağni olan Allah’tır” 20.
Fakirlik ve ihtiyaç sadece madde âlemini değil fakat ilim alanını da kaplar. Çünkü bir insan ne kadar çeşitli bilgi edinirse edinsin ve kavrayışı ne kadar genişlerse genişlesin bilgisi ve algısı yine de gerçeğin bütününü, zâtı kavramaya yetersizdir.21 Bununla beraber Allah, zâtî bilgiden başka her çeşit bilgiyi yine de insana bahşetmiştir.
İnsan, zâtî bilgiden mâadâ her çeşit bilgiye istidatlı yaratıldığı ve bu istidadını geliştirmek için bedenini besleyecek gıdalardan başka ruhunu yükseltecek gıdalara da ihtiyacı vardır. İnsan, bir vücut ile akıldan ibarettir. Fakat her ikisi için de birçok nimetlerden faydalanmak lâzımdır ve hattâ ruhi nimetlere bedenî nimetlerden çok daha fazla önem vermek gerektir. Çünkü insan, bedeni ile değil ruhu ile insandır. Yalnız bedenî gıdalarının peşinde koşup da ruhi gıdalarını önemsemeyen kimseler canlı ölülerden veya hayvânlardan farksızdırlar. Bu sebeple Allah’ın rızkından, nimetlerinden, en tatlı bir şekilde faydalanmak insan olan için şarttır.22
B- Kâmil insan ve İlâhî Âlemler:
Allah’ın ilme ait rızıklarından ve nimetlerinden en tatlı ve en gereken şekilde faydalanan insana da kâmil insan denir.
Kâmil insan, bütün âlemleri kendinde toplamış olan insandır ve bu bakımdan da En Büyük İsim (İsm-i A’zam) makamındadır 23. Yani En Büyük İsim, nasıl bütün ilâhî isimleri kendinde toplamışsa, kâmil insan da dört âlemin dördünü de kendinde toplamıştır. Gerek dışta (zâhirde) ve gerek içte (bâtında) hiç bir mertebe yoktur ki kâmil insan, o mertebenin ayni olmamakla beraber, onu kaplamış ve zâtî sirayetleriyle o mertebeye sirayet 24 etmiş olmasın. Bu yüzden, Hz. Ali, “Sen kendini küçük bir varlık sanırsın hâlbuki en büyük âlem sensin ve sende gizlidir” demiştir. Her şeyin insanda ve insanın da her şeyde, daha doğru bir deyişle her şeyin insan olduğunu yakinen bilebilmek için de, insanın yine bir kâmil kişi tarafından nefsine ârif kılınması gereklidir.
Başka bir deyişle insan eski bir deyime göre, on sekiz bin âlemin 25 bireşiği ve özüdür ve dolayısıyla kâmil insan on sekiz bin âlemi, her bir âleme girip o âlemlere münasip olan on sekiz bin ayrı gözle seyreder. Meselâ duyulura ait şeyleri duyu gözü ile, düşünülür olan şeyleri akıl gözü ile, anlamları kalb gözü ile…seyreder ve bir âleme mahsus göz ile, başka bir âlemi seyretmeye imkân yoktur. Meselâ duyu gözü ile ma’nâ âlemi seyredilemez; ma’nâ âlemini, gayb âlemini seyredebilmek için hakkanî göz gerektir.
İşte felekten ve melekten bütün bu saydıklarımız kâmil insanın kalbine konulsa, kâmil insanın bunlardan haberi bile olmaz. Bâyezîd-i Bistâmî bu makama ulaştıkta şöyle demiştir: “cisimler âlemini çevreleyen bu havsala almaz Arş ve hattâ bin kere bin Arş ve onların içinde olanlar eğer bir ârifin kalbinin köşelerinden bir köşeye konulsa ârif onu duymaz. Çünkü ârifin gönlü yerlere, göklere, Arşa ve Kürsî’ye sığmayan şânı büyük Allah’ı kendi içine sığdırmıştır. Dolayısıyla da onun genişliğinin bu mertebede olması hayret edilecek bir şey değildir. Bu gerçek için şu kudsî hadîsi gösterebiliriz: “Yerime ve göğüme sığmam, ancak, mümin kulumun kalbine sığarım” 26. Bu kudsî hadîsin işaret ettiği müminden murâd kâmil insandır. Kalbe sığmaktan murâd da Hakk’ın cemâline o gönlün ayna olmasıdır. Bu konuda şöyle bir hadîse de işaret edilebilir: “Mümin müminin aynasıdır” 27. Buradaki birinci müminden murâd kâmil insandır, ikinci müminden murâd da Allah’tır. Böyle olunca da kâmil insanın gönlü Hakk’ın aynasıdır demek olur.
Muhyiddin İbn Arabî, “Fusus” adlı kitabında, ârifin kalbinin büyüklüğünden haber verirken şöyle der: “Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu konudaki sözü, ârifin kalbinin cisimlere nisbet olan büyüklüğünü bildirmektedir. Fakat ben bu konuda şöyle derim: “Varlığın sonu yoktur fakat onu îcâd eden “Ayn”a nisbetle ona bir son biçilir. İşte, o sonu ve sınırı olmayan varlığı îcâd eden “Ayn” ârifin kalbinde olsa ârif onu duymaz.” İbn Arabî’nin sözünü ettiği kalb büyüklüğü tanımlanmaya, kıyaslanmaya, hayâl edilmeye sığar bir büyüklük değildir; bu büyüklük ancak zevkle tadılabilir. Bu makamda, Bâyezîd şöyle de demiştir: “Allah’ın sevgisini çanak çanak içtim ne şarab tükendi ne de benim susuzluğum kandı.” Bu sözler de kalbin büyüklüğünden haber vermektedir. Bu makamda “sevgi”, ayni “sevgili”dir ve bu sözlerden şu anlaşılmak gerekir: “Kalbimin aynası ezelî ve ebedî sevgilinin tecellîlerine ve feyzlerine kavuşmuştur ve bu feyzler birbiri ardınca durmadan inmektedir ve kalbim de bütün bu feyzleri kabul etmektedir. Şimdiye kadar, sevgi son bulup kalbimin o sevgiyi kabulü tükenmediği gibi bundan sonra da bu durum böylece sürüp gidecektir”.28
İşte, bütün bu sözler, kâmil insanın mertebesini ve büyüklüğünü bildirmektedir. Kâmil insanın mertebesi ve büyüklüğünden de, dolayısıyla Allah’ın büyüklüğü bilinmektedir. Bu konuda yine şöyle denmiştir: “Eğer, bütün ağaçlar ve nebâtlar kalem, bütün deryalar mürekkep, bütün insanlar ve cinler ve melekler de kâtib olsalar ve bu âlemin yaradılışından tâ haşre kadar kâmil insanın hâllerini ve büyüklüğünü yazsalar yine de bu yolda yazılması gerekenleri yazıp tamamlamış olmazlar”. Bu konuda Kur’ân’da Peygambere hitap eden şu âyete de işaret edebiliriz: “Ey sevgilim! Sen de ki eğer benim Rabbimin kelimelerini yazmada bütün denizler mürekkep olsaydı, denizler tükenir fakat Rabbimin kelimeleri tükenmezdi.”29
Sözünü etmekte olduğumuz kâmil insanın bir adı da, yukarda da işaret ettiğimiz gibi “Elif, Lâm, Mîm”dir. Bunun Kur’ân’daki işareti de şu âyettir: “Elif, Lîm, Mîm, Zâlikelkitâb Lâ Reybe” 30 Bu hususta, hadîsten de şuna işaret edebiliriz: “Kamil insan ile Kur’ân bir karında doğan ikiz kardeştirler”.31
Yukarıdan beri açıklana gelen hazretler ve âlemler birbirinin aynasıdırlar. Lâhut’un aynası Ceberût, Ceberût’un aynası Melekût, Melekût’un aynası da Şühûd’dur ve bütün bunların aynası da kâmil insandır. Kâmil insan Allah’ın halifesidir, Allah’ın kendini gösterdiği ilâhî bir aynadır 32, iki âlemin yani gayb ve şahâdet âlemlerinin aynasıdır ve hiç bir mertebe yoktur ki kâmil insan onu içermiş olmasın.
Şimdi eğer bir ârif, kendi gerçeğini bilmiş olursa kendini özel bir inançla sınırlamaz. Ârifin kendi gerçeğini bilmesi de kâmil insan olması demektir.33 Bu yukarıda açıklanan vasıflarla da kâmil insan mertebesinin ancak binde biri belirtilmiş olabilir. Kâmil insan mertebesine ulaşan insan, mutlak olan Hakk’a ayna olur ve tecellî o aynada ne türlü olursa onu özelleştirmeksizin ve kayıtlamaksızın kabul eder. İşte kâmil insan, Allah katında böyle bir mertebeye sahip olan insandır. Şu hâlde bütün insanlar kendilerinde mevcut böyle bir yetiyi kayıp ve yok edip hayvânlar derekesine ve hattâ daha da aşağı düşmemelidirler.34
Herkes kâmil insan olabilir, çünkü Allah herkese kâmil insan olmak yetisini vermiştir. Eğer kişi, kâmil insan olamıyorsa bu kusur o kişinin kendindedir. Kâmil insan olmak da ancak yine bir kâmil insandan ders görmek ve ona bütün kalbiyle teslim olup hizmet etmekle mümkündür.
Kemâlden asıl maksat, insanın kendisini özel bir inançla kayıt altına almaması, her şeyin kendisi ve kendisinin de her şey olduğunu bilmekle gerçeklerin hepsine ulaşıp zevk etmesidir. Kâmil insanın özel bir inançla kendisini bir kayıt altına koymaması demek de onun mezhepsiz ve inançsız olması demek değildir. Ancak, kâmil insanın mezhep ve inancı Allah’ın irâdesinde ve yaradılışı (fıtratı) bakımından olup mecazi değildir. Bundan ötürü de bazı Allah ehli, kendilerine hangi mezhepten oldukları sorulduğunda Allah mezhebinden olduklarını söylemişlerdir.
Allah’a ârif olanlar, kendilerini özel bir inançla kayıtlandırmazlarsa da “Halka akılları aldığı derecede konuşunuz” 35 sözünce halk arasında kendilerini onların akıllarının eriştiği mezhep ve inançta göstermekten de geri kalmazlar. Böyle bir hareket de hiç bir suretle münâfıklık sayılamaz. Çünkü münâfıklık bir şeye inanmadığı hâlde inanıyormuş gibi görünmek ve o inancın gerektirdiği şeyleri de yalancıktan yapmaktır. Fakat ârif, halk arasında belli ettiği inancını da hakk kabul eder. Gerçi, halk arasında belli ettiği bu inanç, onun içindeki inanca zıt gibi görünür ama iş gerçekte böyle değildir. Çünkü herkes için zıt olan bu gibi şeyler ârifler ve kâmiller için zıt değildirler ve çünkü onların manevi alanları o kadar geniştir ki zıtlıklar orada eriyip giderler.
İnsan, gayb ve şahâdet, yani ma’nâ ve madde olmak üzere iki yönlü yaratılmıştır. İnsan, cismi ve canı, nefsi ve ruhu ihtiva etmesi ve dolayısıyla emir ve halk âlemlerini de kendinde toplamış 36 olması sebebiyle, suret ve hakikati, gayb ve şahâdeti, mülk ve melekûtu, cevheri ve ma’nâları içermiştir.
İnsan, ne sırf mülk ve şahâdet âleminden ne de sırf gayb ve melekût 37 âlemindendir. İnsan, yukarıda açıkladığımız beş hazreti kendinde toplamış olmak ve bundan ötürü de gayb ve şahâdet âlemleri arasında, his bakımından da ma’nâ bakımından da aracı bulunmakla, cismi ve ruhu, yeri ve göğü içeren büyük bir âlem, âlemlerin en büyüğü olmuştur 38.
İnsanın his bakımından aracı bir âlem olmasının sebebi gökte, yerde ve denizde mevcut olan bütün yaratıkların, sırf yaratıkların en mükemmeli olan insan nev’ine fayda sağlamak ve ona hizmet etmek için yaratılmış olmasından ötürüdür. Bir kudsî hadîste de şöyle denmektedir: “Ey âlemin özü olan Âdemoğlu, bütün eşyayı ben senin için yarattım ve seni de kendim için yaratım”. Binaenaleyh yaratılmışların cümlesi insana boyun eğmiş birer kuldur, insan ise yalnız Allah’ın kuludur.
İnsanın ma’nâ bakımından aracı bir âlem olmasının delili de Âdem nev’inin en güzel bir biçimde yaratılmış olması (Lekad halâknel insâne fi ahsen-i takvîm) ve ulvî ve süflî, lâtif ve kesîf bütün varlıkların sırlarını ve hakikatlerini içermiş olmasıdır. Nitekim insan, bir taraftan yukarı âlemlerden meselâ akıl ve bilgi sıfatlarına sahip bulunduğu gibi bir taraftan da aşağı âlemlerden meselâ en bayağı hayvânların ve nebâtların bayağı sıfatlarına ve hallerine de sahiptir. Göklerin bütün güzellikleri insanda olduğu gibi yerlerin bütün çirkinlikleri de ondadır. İlâhî âlemin bütün kudret ve kemâli onda olduğu gibi 39 cismânî âlemin bütün noksanlık ve kemâlsizliği de ondadır. Kısaca, kâinâtta şerîf ve rezîl ne varsa hepsi insanda toplanmıştır. Bu suretle de insan, bütün âlemleri kendinde toplamış, görünür ve görünmez (gayb ve şahâdet) âlemlere aracı olmuş, dolayısıyla insan hüviyyeti bir inci, bir cevher bütün kâinât da bu incinin, bu cevherin koruyucusu, kabuğu gibi bulunmuştur. Nitekim yine bir kudsî hadîste şöyle denmiştir: “Sen, eğer sen olmasaydın, ben felekleri yaratmazdım”. Çünkü insan, işaret ettiğimiz gibi, görünmez olan âlemin sırlarını da, maddi kâinâttaki varlıkların sıfatlarını ve hâllerini de kendinde toplamıştır.
İşte, yukarıda açıkladığımız sebeptendir ki Allah insan nev’ini bir yüzü Hakk’a ve diğer yüzü halka ilişik olmak üzere iki yönü de kedinde toplamış olarak kendi Sübhânî sıfatları üzere yaratıp ve tasvir edip diğer bütün yaratıklarına karşı emirlerinin her türlüsü için onu mutlak hüküm sahibi bir Halife yapmıştır 40. İnsandan sonra yaratıkların en yükseği olan ulvî ruhlar bile Hakk’ın yalnız bir yönü üzere yaratılmıştırlar, bu sebeple de yaratıkların hepsinin en üstünü ve mükemmeli olan insana secde ve hürmetle görevlendirilmişlerdir. İnsandan başka bütün varlıklar, Allah’ın gölgesidir. İnsan sureti ise Allah ile varlıkları arasında her şeyi kendisinde toplayan bir berzahtır. Yani insan, sırf vücûb ile sırf imkân, başka bir deyişle, Allah ile âlemler arasında bir kavşak noktasıdır. Öyle ise, kâinâtın en mükemmel varlığı olan insan kadrini, ululuğunu ve hükmünün büyüklüğünü iyice düşünerek şânına ve yüksek mertebesine lâyık olan ilme sahip olmalı ve sadece o ilmi ile hareket etmeli ve onun halleri ile hâllenmelidir. Bu, insanın biricik insanlık görevidir. İnsana ancak şânına ve mertebesine lâyık olan bu ilim ve irfanı dolayısıyladır ki bütün varlıklar doğrudan doğruya veya vasıta ile boyun eğmiş ve insan da bütün varlığın azizi, saygılısı ve sevgilisi olmuştur. Bu yolda Kur’ân’da da şöyle demektedir: “Biz Âdemoğlunu en mükerrem kıldık” 41, İşte, insanın zâtî şerefliliği bu noktada toplanmıştır. İnsanın ruhi ve manevi hüviyyeti ilâhî hüviyyetten başka değildir.
İç yüzünden Hakk’a, dış yüzünden halka bakan ve ait olan ve görünen ve görünmeyen âlemleri kendinde toplayan ve bu âlemlerin sırları ile sıralanan kâmil insan, unsurların terkibinden meydana gelmiş olan cismânî varlığı yönünden doğuşlar ve yok oluşlar âlemi ile çevrili olup o âlemin tabii kanunlarının hükmü altında ve günün birinde meydana geldiği unsurlara ayrılıp yok olmaya da mahkûm ise de kendisinde yaratılma ile ilgili olmayan ve emir âleminden bulunan insani ruhu yönünden de o, ezelî ve ebedîdir. Ancak, bu ezelî ve ebedî olan ruh, kendisine ait olacak olan ebedî bilgiyi, ebediyet bilgisini elde edebilmek bakımından bu gelip geçici olan bedene sıkı sıkıya bağlıdır yani ruhun kemâli için beden şarttır.42
İnsan her şeyden kâmildir ve çünkü her şey insanda dâhildir. İnsan nev’inde olan ıttılaât, idrâkler, tasarruflar gerek soyut varlıklarda ve gerek onların da üstündekilerde bulunmak ihtimali yoktur. Başka bir deyişle, şu insan nev’i mertebesinde, mutlak vücûd için hâsıl olan kemâllerin diğer mertebelerin hiç birinde hâsıl olması mümkün değildir. Çünkü vücûdun en muazzam ve parlak aynası ancak insandır.43 Kur’ân’da bütün isimlerin Âdeme talim edildiği bildirilmektedir.44 Buradaki isimlerden 45 maksat semi’, basîr, alîm v.s. gibi Allah’ın isimleri olmakla Allah bu söz ile meleklerin değil, belki insanın bu isimlere tam olarak mazhar olduğuna işaret buyurmuştur. Yani bu sözden maksat; Allah ilim, kudret, semi’, basar, irâde v.s. gibi ilâhî isimlerine tamamıyla mazhar olmak üzere melekleri değil, insanı yarattı demektir ki işte asıl şeref de budur. Yoksa ağaç, taş v.s. gibi bir takım müsemmâlar arasına konmuş olan lâfzları ve harfleri bilmek değildir. Çünkü bu gibi lâfzları ve harfleri bilmek insan için bir tefâhür vesîlesi olamaz 46.
Allah Kur’ân’da: “Biz emaneti göklere, yere dağlara teklif ettik, onlar emaneti yüklenmekten çekindiler, ona hıyanet etmekten endişeye düştüler de onu insan yüklendi” 47 buyurmuştur. Bu emanetten maksat “Hakk Sureti” ve “Allah’a Bilgisi”dir 48. Zira insan, Hakk’ın sureti olmak üzere yaratılmıştır. Çünkü Hakk’ın sureti küll suretidir ki bunun da ne olduğunu gerekli yerlerde açıklamıştık. İşte, küll sureti ancak insandadır. Bundan ötürü âyetteki “semalar, yer ve dağlar” sözlerinde her hangi bir tereddüde yer yoktur. Şu hâlde, âyetin ma’nâsı şöyle olacaktır: “Biz, bizzat semalara ve yere ve dağlara kendi suretimizi arz ettik onlar o sureti yüklenip kabulden çekindiler fakat insan o sureti hâmil olup kabul etti”. Hâlbuki insan Rahmânî sureti kabulden önce maddesi bakımından pek zalim ve gaddar ve pek câhil ve nâdân idi. O sureti kabul edince ârif, âlim ve pek güzel ve yakışıklı oldu 49. Bu yüzden de melekler bile insana secde ve boyun eğmekle emr olundu.
Meleklerin insana secde ve hizmetle emr olunması demek gerek gaybda gerek şühûdda bütün kuvvetlerin insanlığa hizmetle mükellef bulunması demektir. Meleklerden maksat genel kuvvetlerdir, yani mevcûdâtın kendilerinden daima sâdır olan fiillerdir. Bununla beraber eşya, hayvânlar ve diğer mevcutlar da insana müsahhardır. Çünkü insan ulûhiyyet merkezidir. Hakk, tam tecellî ile insanda tecellî eder 50.
Kalb aynaları üzerine gayb, lâhut hazinelerinden gelen manevi nurlar ve ilâhî tecellîler de iki suretle tecellî eder. Bunların bir kısmı kalbin dışına kadar erişir, bir kısmı da kalbin içindeki siyah noktaya kadar nüfuz eder. Kalbin dışına ulaşan nurların faydası, kalb gözünün nefsini ve Rabbini, dünyasını ve âhiretini müşâhede edip bilmiş olmasından ibarettir. Bu fayda hâsıl olduğu zaman artık gönül bir kere kendisi ile bir kere de Rabbi ile beraber olup kâh dünyaya muhabbet ederek surete ait işlerle uğraşır kâh ta âhirete yani işlerin sonuna meyil ve rağbet ederek Hakk’a ait işleri ön plana geçirir 51.
Kalbin içindeki siyah noktaya kadar ulaşan nurların üstün tecellîlerinin sonucu ise gönülde ilâhî vücûttan başka masivânın hiç bir suretle zâhir olmaması ve gönül sahibinin Samedânî olan zât-ı baht’tan başka hiç bir şeyi kastetmemesi ve sevmemesidir. Bu sebepten bazı ârifler şöyle demişlerdir: eğer iman kalbin dışında kalırsa mümin kişi dünyaya da âhirete de meyil ve rağbet gösterir ve bir kere Hakk ile ve bir kere de halk ile muamelede ve ülfette bulunur. Fakat eğer iman nuru kalbin siyahlığına da nüfuz ederse mümin kişi imanında kâmil olur, dolayısıyla da dünyayı ve dünya arzu ve heveslerini terk eder. Mümin, bu yolla elde ettiği muhabbet derecesine ve imanının mertebesine göre de ilim yönünden zevk ve safâ’ya kavuşur. Kalbin dışı selâmet yeridir, içi de iman nurunun tecellî yeridir. Şu hâlde, imanın İslâm üzerine ve bâtının zâhir üzerine üstünlük ve ziyadeliğinden ötürü muhabbet ehlinin sevgi ve dostluk hususunda çeşitlilik üzere bulunacaklarında şüphe yoktur.
Rabbânî ilimlerin ve ilâhî sırların levh-i mahfuza aksetmesi âriflerin kalblerine in’ikâsından ibarettir. Fakat bu ilimler ve sırlar bazı kere mala mülke, evlâda, dünya emellerinden olan varlık suretlerine meyille dolu olan kalblere de gelirse de tecellî ve nurları izhar için o gibi gönüllerde karar kılamayacağından ve zâten pâk ve mukaddes olduğu cihetle, masivâya, hevâ ve heves ile bulaşmış ve bulanmış olan yere de hulûl edemeyeceğinden, âlî makamlardan gelen nurlar yine geldikleri âlî yerlere geri dönüp gider. Samedânî sırların tecellîsini ve Rabbânî nurları arzulayan ârifler yalnız masivâdan ve dünya eserlerinden değil, âhirete ait eserlerden de uzak olmalıdırlar ki ledünnî ma’nâlara ve Allah’ın ilmî feyzlerine ve sevgisine nâil olabilsinler. Burada şu âyete de işaret edebiliriz: “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri muhakkak ki yollarımıza ulaştırırız”.52
Nur, mutlak vücûd olarak Allah’ın bir deyimi olmakla beraber, nurun bir ma’nâsı da Allah’ın, irfan ehlinin kalblerinin içine yani sırlarına ulaştırdığı tecellî ve bilgi ışığıdır. Kalbin içi demek olan bu sırların topuna da bir bakıma “Vicdan” da diyebiliriz.53 Vicdan dediğimiz de kalbdeki Rahmânî lâtîfe ile tefsîr edildiğinden “Sırr”a ayni kalb demek de doğru olamaz.
Nur, selâmete ulaşmış kalbin askeri, zulmet de belâlara bulaşmış nefsin askeri gibidir. Varlıkların en mükemmeli olan insan ilâhî isimlerin ve sıfatların toplandığı yerdir. İnsanın sureti, hayvânlığın; sîreti de melekliğin masdarıdır.54 İnsan dış yüzünce halkın, iç yüzünce de Hakk’ın hakikatinin aksettiği aynadır.55 Kalbi ile cemâle ait sıfatların, nefsi ile de celâle ait sıfatların mazharıdır. İnsan vücûb ve imkân sahilleriyle 56 kuşatılmış ve vahdet incileriyle dopdolu bir hikmet deryasıdır. Vücûb ve imkânın hükümran olduğu diyar, insan vücûdudur. İnsan, bilgi cennetlerini ve cehâlet cehennemlerini kendinde toplayan bir kudret kaynağıdır. Hidayet güneşi olan kalbin ve cehâlet delili olan nefsin zâhir olduğu “Var-Yok” âlemi, insandır.
Nur, güneş gibi, zâhirî nurlarla müşâhede olunduğu gibi gayba ait ma’nâlar ve küllî ma’kuller de o tecellî nuru ile idrâk ve müşâhede olunur. Ancak zâhirî nurlarla, mahsûsları idrâk eden et gözü; tecellî nurlarıyla, ma’kulleri idrâk eden de kalb gözüdür. Kalb gözünün hükmü de idrâk ve müşâhededen ve müşâhede edilenlerin doğruluğundan ibarettir. Selîm kalb 57 ise Sübhânî kudretin parmakları 58 arasında daima değişe geldiğinden ya “Yapmak” veya “Yapmamak” ile tedbîr eder.
Bâtınî hâsselerin tecellî yeri ve beden memleketinin mutlak hâkimi dimağ ise de dimağın ihtiva ettiği bâtınî beş hissin mutasarrıfı kalbdir ve adı geçen hâsseler ise kalbin idrâke ait icra aletleri olmakla dimağın doğruluğunun ve üstünlüğünün veya eğriliğinin ve düşüklüğünün kalbe nisbet edilmesi mecazdır 59.
C- Kâmil İnsan ve Hârika:
Kâmil insandan yani hikmet dili ile âriflerden, şeriat dili ile de evliyalardan, hârika zuhuru ve ilim ile hârika arasındaki çatışma da Tasavvuf tarihinin önemli meselelerinden biridir.
Hârika demek, insanlara nisbetle olan hayati hareketlerin yani mevcûdâttaki tabii hâllerin seyrinin üstünde olan ve herkesin yapma kudretinin dışında bulunana bir takım fevkalâde hâller meydana getirmek yahut mislini göstermek veyahut maddi âlemdeki eşyayı rûhânî âleme kalb etmek 60 veyahut da misâl âleminden şühûd âlemindeki şekilleri ve suretleri başka şekillere ve suretlere tebdil etmek ve maddi ve ruhi cüz’î varlıkları teshîr etmek 61 ve en nihayet bütün eşyaya tasarrufta bulunmaktır.
Tasarruf keyfiyeti, cüz’î ruhun letâfet kesbetmesi ile küllî ruhu etkilemesi ve her çeşit varlığın da etkilenmesinden ibarettir.
Ruh, üç sebeple letâfet kesbeder:
Tarihte özellikle Peygamberlere ve velilere ait birçok hârikalardan söz edilmektedir ki bunların en önemlileri ölü diriltmeye aittir. Meselâ İsa’nın ölüyü diriltmesi, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ve Bedreddîn-i Sîmâvî’nin cansız bir karıncayı ve pervaneyi tekrar canlandırmaları keyfiyeti bunlardandır ki bu keyfiyetin aslı Allah’ın varlıkların en mükemmeli olarak kendi suretinde yarattığı insanda tecellîsinden ve insanın da ondan ibaret bulunmasından ibarettir. Nitekim insanın gaybdan haber vermesi de ayni sebebe dayanır.
Ölünün diriltilmesi meselesi lâtifin kesîfe akıp geçmesi, yani lâtif cismin cansız cisimle birleşmesi meselesidir.62 Çünkü her tedbîr hareketle sonuçlanır. Tedbîrde bulunan ise ruhtur; cansızı harekete getiren de ruhtur. Nitekim ruhumuz emretmese cismimiz hiç bir suretle hareket etmez. İnsanın cüz’î ruhu ise küllî ruhtandır ve küllî ruhun etkisi de cüz’î ruh vasıtasıyladır. İşte, kâmil insan, kendi cüz’î ruhunu küllî ruhta mahv ve küllî ruh ile tedbîrde bulunursa o zaman onun cüz’î ruhu küllî ruh olur ve dolayısıyla da her şeye tasarrufta bulunabilir. Ancak insanın cüz’î ruhu cesette bulunmakla bu küllî tasarruf da gelip geçici olmak zorundadır ki buna tecellî denir ve tecellînin “Ân”larla ifâde edilmesi de bu yüzdendir.63 Ceset tamamıyla terk edilirse ancak o zaman cüz’î ruh küllî ruha tamamıyla kavuşmuş olur ve ancak bu suretle Hakk olur, bâkî olur. Maddeye, ma’nâya, misâle, hulâsa neye ait olursa olsun bütün kuvvetler hep bu küllî kudretten ibarettir. Bu küllî kudrete kavuşmak, küllî kudret olmak yani Hakk olmak ve Hakk ile bâkî olmak da mademki ölüm denen olay ile mümkündür şu hâlde ölümden hiç bir suretle korkmamalı daha dünya hayatımızda bile ölümsüz olan aslımız ile yaşamalıyız.
Mâhiyyetini kısaca açıkladığımız hârika aslında pek önemli bir şey olmamakla beraber birçok kimselerce ve özellikle câhillerce önemle karşılanmakta ve ilimden üstün tutulmaktadır. Çünkü o birçok kimselerin yapamayacağı bir takım şeyleri meydana getirme kuvvetidir. Fakat hakikat bunun tamamen tersidir. Zira gerçekte ilâhî bilgiler âdet üstü gösterilerden ve gayba ait keşiflerden ve yaratıklara ait bildirilerden üstündür.64 Çünkü ilim, mukaddes varlığın sırlarının keşfidir; hârika ise sadece yaratıkların hâllerinin keşfidir. İlim ile hârika arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark gibi tasavvur olunmak gerektir. Zira ilim, yaratan ile ilgili; hârika ise yaratık ile ilgilidir. Şuna da işaret edelim ki doğru bilgi yani hiç şüphe edilmeyen hakikatlere vukuf, imanın kemâlinde dâhilidir ve onun artmasına sebeptir. Fakat hârika ne imanın kemâlinde dâhildir ne de onun artmasına sebeptir. Hârika için söyleyeceğimiz tek şey, hârikanın ilme nisbetle lâşey kabilinden olduğu ve gerektiğinde bilgi sahibi kâmillerin de bu gibi şeyler yapabildikleridir. Bu sebeptendir ki Allah yolunda olan uluların ululuğu da yalnız ve yalnız celâli dolayısıyla farka gelip her şeyi fânî kılıcı olan Allah hakkındaki gerçek bilgileri iledir yani Allah’ın zât ve sıfatlarının sırlarını bilip anlamak iledir, hârika ve kerâmet ile değildir. Çünkü, hârika göstermek ilâhî bilgiden üstün olsaydı riyâzet sebebi ile hârikalar gösteren nice Rahiplerin, Yogilerin ve hattâ dinsizlerin, ilim alanında rüsûh sahibi olup hârikalar göstermeye iltifat göstermeyen ve yaratıcıya yönelme yanında yaratıkların hâllerini keşfe yönelmeye tenezzül etmeyen Allah ulularından üstün sayılmaları gerekirdi.
Başka bir deyişle, hârika göstermek, hiç bir suretle kemâlin ve ilâhî yakınlığın delili olamaz. Zira hârika, bâtıl din ve mezhepte olanlar için de mümkündür. Çünkü hârikanın dayanağı açlık ve riyâzet olup Allah bilgisi ile ve dolayısıyla Allah’a yakınlık ile hiç bir ilgisi yoktur. Böyle olunca keşf ve kerâmete heves eden ve onu üstün tutan kimse dünyaya ait, maddeye ait şeylere heves etmiş ve onları üstün tutmuş olur ki bunlar hiç bir bilgiye ve yakınlığa ulaşmayan zavallılardır. Bu gibi âdî şeylere hevesten de ileri geçip câhil halkı kendine inandırmak için keşf ve kerâmet gösterişine kalkışanlar ise bu zavallılardan da zavallıdırlar.
Kısaca her türlü hârikalar, kerâmetler dilin zikrinden ve kalbin fikrinden, yani gerçek bilgiden çok aşağıdırlar. Çünkü hârika peşinde koşan ve ancak açlık ve riyâzet üzere tasfiye ve halvette bulunan kimselerin ferasetleri de sadece suretleri açıklamak ve gayba ait bazı haberler vermekten ibarettir ki bu şeyler yaratıklara hastırlar ve bu yolda olan kimseler Allah’ı bilmekten pek uzaktırlar.
Gerçek insanın, kâmil insanın bütün işi gücü ilâhî bilgi ve bu bilgi dolayısıyla olan ilâhî verilerdir. İş böyle olunca ilâhî ilim ile âlim olanların bildirileri de şüphe yoktur ki ulûhiyyet âlemine ait olur, yaratıklar âleminden olmaz. Hâlbuki câhil halk için mesele bunun tamamen tersinedir. Onlarca, yaratıkların yaratıklar âleminde, yaratıklar hakkındaki yaratıkça bazı gösterileri ve bildirileri gerçek âlimlerin yaratan âleminde, yaratan hakkındaki gerçek açıklama ve bildirilerinden üstündür yani yaratıklara ait bazı ufak tefek işler, yaratıcının yaratma işinden ve onun bilgisinden üstündür. Bu görüş, yukarıda açıkladığımız üzere tamamıyla yanlıştır. Çünkü bu görüş sahiplerinin bütün gayretleri sadece yaratıklara mahsus hâllerle hâllenmektir. Hâlbuki gerçek Allah bilginlerinin gayretleri yaratıkların hâlleriyle değil, fakat yaratanın hâlleriyle hâllenmek ve kâinâta hârika denen bazı basit gösterişlerle değil fakat kâinâtı yaratanın yaratıcı bilgisi ile hükmetmektir 65.
D- Kâmil İnsan ve İlim:
İlim, en basit anlamı ile bir şeyin ne olduğunun tanımlanması, tesbît edilmesidir. Bu tanımlamayı ve tesbîti yapacak olan da insan olduğuna göre, ilim de her şeyden önce insanların dış ve iç organlarına, bunların ahenk ve istidatlarına ve dimağın girinti ve çıkıntılarına göredir.
Esasta, insanın hüviyyeti Hakk’ın hüviyyetidir. Fakat insanın organları çeşitli olmakla bu hüviyyet her bir kuvvet ve organda bir sıfatla zâhir olmuştur. Bu sebeple insanlardaki her bir organ ve kuvvette, Hakk’ın hüviyyetinin birer isim ile zuhuru sebebi ile insanda başka başka birer ilim ve birer kemâl hâsıl olur. Gerçekte tek bir hüviyyetten feyizlenen hakikat ilmi bir ise de organların ve kuvvetlerin başkalığı yüzünden ilim de çeşitli suretlerde zâhir olur. Nitekim insanın ilim vasıtası olan dışa ait beş duygu organı başka başka olduğu gibi içe ait ilim vasıtası olan kuvvetleri de çeşitlidir.
İlim, ayni bir insanda böyle çeşitlilik gösterdiği gibi bütünlüğü ile insanlar arasında da onların maddi ve manevi yaratılışlarındaki derece farkı dolayısıyla, aklî kuvvetlerindeki çeşitlilik yüzünden de çeşitlilik gösterir. Ve yine, bilmenin bilinene bağlı olması sebebi ile de ilim çeşitlilik gösterir.
Kısaca, ilim pek çok çeşitlilikler gösterir. Fakat ilim varlığa ait olmakla ve varlığın da, her şeyden önce, dış ve iç olmak üzere iki yönü bulunmakla biz de ilmi her şeyden önce iki büyük kola ayırabiliriz: Mutlak varlığın (Allah) dışına ait ilim ve mutlak varlığın içine ait ilim.
Varlığın dışına ait ilim de ikiye ayrılır: bir kısmı, insanın daha çocukluğundan işitip öğrene geldiği ilimdir ki insan bütün bilgilerini ve görgülerini işte bu ilk anlayışa dayandırır. Nasıl ki Kur’ân’ın zâhirinden faydalanılan ilim de böyledir ki bu ilim de halkın şer’î sınırlar içinde inanıp söyledikleri fakat ma’nâlarını bilmedikleri dünyalar, âhiretler, hayırlar, şerler, cennetler, cehennemler, Allah ve daha bunun gibi tamamıyla zâhiri olan kısaca İslâmî akîdeleri içeren şeylerden ibarettir; varlığın dışına ait ilmin diğer kısmı da dışa ait beş duyu organımızla ve vücudumuzun diğer organlarıyla (tenasül ve rahim organları gibi) hâsıl olan ilimdir ki bu organların her biri ile insanın mevcudiyeti hakkında birer ilim hâsıl olur. Bu organların faaliyeti insan mevcudiyetinin dışa ait işlerini sağlar. Bu beş duyu ve diğer organlarımız aracı ile edindiğimiz ilim, insanın dışından ve dış âlemden, dinî bir deyim ile âlemde yayılmış olan ilâhî âyetlerden 66 ve Rabbânî ilimlerden haber verir.
Varlığın dışına ait ilimler dış âlemi ve o âlemdekileri içe (Bâtına) bildirirler ve bunlar içe ait ilmin bedeni gibidirler.
Varlığın içine ait ilim de iki kısımdır: biri akıl kuvvetleriyle eşyanın içi hakkında elde edilen ilimdir. Nasıl ki Kur’ân’ın iç yüzünden anlaşılan, dışta ve içte Allah’ın birliğini içeren Birlik (Tevhîd) ilmi de bunun gibidir; varlığın içine ait ilmin diğer kısmı da içe ait hisler, ruhanî kuvvetlerle yani gerek hareketi sağlayan hayvânî ruh kuvveti ve gerek insan ruhuna ait akıl, fikir ve nazar kuvvetleriyle ve gerek ilâhî ilhamlara mazhar kudsî ruh kuvveti ile ve nefs pasından saflaştırılıp cilâlandırılmış dolayısıyla Allah’ın nuru ile nurlandırılmış kalb ile hâsıl olan ve insanın iç faaliyetlerine ait bulunan ve “ve fi enfüsihim-ve onların nefslerinde de” gereğince insanın iç yüzünden ve gayba ait varlığından ve hakikatinden söz eden ilimdir. Nasıl ki Kur’ân’ın yedi mertebe üzere ilâhî sırlarını ve gayba ait gerçeklerini içeren “Sır” ilmi de bunun gibidir.
Varlığın içine ait ilimler de iç âlemi ve o âlemdekileri dışa bildirirler yani bâtında saklı oldukları halde zâhirde madde ile zuhur ederler ve bunlar dış ilimlerin ruhu gibidirler.
Ruh, bedensiz zâhir olmadığı gibi iç ilmi de dış ilimsiz zâhir olmaz. Ve beden ruhsuz mevcut olmadığı gibi dışa ait ilim de içe ait ilimsiz mevcut olamaz.
İlâhî suret üzere yaratılmış olan insan varlığı için bu iki ilmin birleştirilmesi gerekir. Çünkü ancak bu suretledir ki dış dış ile ve iç de iç ile müşâhede edilir ve dış ile iç arasında bulunan insan her ikisini de kendinde toplayıcı olabilir. Zâten insan için kemâl de ancak bu suretle mümkündür. Dışa önem vericiler gibi ilmi sadece dışa bağlamak doğru olmadığı gibi, içe önem vericiler gibi ilmi sadece içe bağlamak da doğru değildir. Çünkü bilinecek şeyi sadece dışa ait ilimle sınırlamak, içe ait ilimle algılanan ve bilinen şeylerden haberdar olmamak demektir. Meselâ fizik ve fizyolojik ilimlerden haberdar olup psikolojik ilimlerden haberdar olmamak gibi. Buna dinlerden de misâl verirsek, Yahudilik gibi ki Yahudilik akla ait algılarda ve gayba ait mertebelerde mutlak varlık olan Allah’ı gayba ait görüş ile görmez. Kısaca, Yahudi dini somutçu bir dindir. Bilinecek şeyi sadece içe ait ilimle sınırlamak da dışa ait ilimle algılanan ve bilinen şeylerden haberdar olmamak demektir. Meselâ, psikolojik ilimlerden haberdar olup da fizik ve fizyolojik ilimlerden haberdar olmamak gibi. Buna da dinlerden misâl verirsek, Hıristiyanlık gibi ki Hıristiyanlık dıştan yüz çevirip ruhaniyet yönüne meyletmesi sebebi ile kâinâta ait görünüşlerde ve hisse ait genişlik ve kudrette zâhir olan mutlak varlığı, yani Allah’ı görmez. Kısaca, Hıristiyan dini soyutçu bir dindir. Öyle ise varlık hakkında tam bir bilgi elde etmek istediğimizde dışa ve içe ait bilgileri birleştirmek zorundayız. Çünkü insan hem dış hem içten, mürekkep varlığı kendisinde toplamış en büyük varlıktır ve insan dış ve iç arasını kendinde toplamadıkça yani “Kâbe Kavseyn” mertebesine ulaşmadıkça kâmil olamaz ve “Kâbe Kavseyn” bu mertebeden başka hiç bir mertebede cem’ edilemez. Çünkü birlik, hep ikilik iledir. İki “Kavs”in biri zâhir, biri bâtın; biri vücûb, biri imkân ve halktır ve bütün bu kavsler yaratılış kavsi ile kâmil insanda toplanmıştır. Kâmil insan yeni doğan ay gibi bu iki kavsin tam orta yerinde bulunmaktadır ve her iki kavse ayni seviyede nâzırdır ve vücûb ve imkân denizleri arasında da birinin diğeri üzerine tecâvüzünü önlemek üzere berzahtır. Bu konuda Kur’ân’da şöyle denmektedir: “İki denizi serbest serbest akmak, birbirine kavuşmak üzere bıraktı; ikisinin arasında geçemedikleri bir engel vardır”.67 Çünkü zuhur ve izhar işinin haleldâr olmaması ancak insanın bu âdilâne aracılığı iledir. İşte, böyle maddi ve manevi ilimlerin birbiriyle birleşip kaynaşmasına da dinlerden İslâmiyyeti misâl vereceğiz. Çünkü İslâm dini, içe ait ilim kadar dışa ait ilme de önem vermiş, birini diğerinin tamamlayıcısı sayarak ikisini de birbirinden ayırmamış ve mutlak varlığı yani Allah’ı hem dışa ait hem de içe ait görüş ile birlikte görüp birleşmiştir. Kısaca, İslâm dini somutçuluğu ve soyutçuluğu kendinde bağdaştırmış bir dindir. Tasavvuf dilinde “Muhammed’e ait Kemâl” denen meziyet ve şeref de budur ve kâmil insan mertebesi de işte bu mertebeden ibarettir. Kâmil insan, dış ile iç arasında tam ortada durur ve her iki yöne de ayni seviyede önem verir. Zorunlu âlemle zorunsuz âlem yani Allah ile eşya arasında biricik kavşak noktası yalnız ve yalnız kâmil insandır. Çünkü kâmil insan, Allah ile âlemler arasında tam ortada durur ve her iki çeşit varlığa ait gerçek bilgisi sayesinde her iki âlemin yegâne hâkimi sıfatıyla her iki âleme ait işleri yerli yerinde yürütüp bir âlemi diğer âleme üstün tutmaz ve birini diğerine tecâvüz ettirmez. Bu suretle de mutlak vücûdun meydana çıkıp görünme ve meydana çıkarıp gösterme faaliyeti ahenk içinde yürüyüp gider. Bu konuda Kur’ân’da şöyle denmektedir: “Biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğer tuzlu ve acı iki deryayı birbirine karışmadan akıtan, aralarına kudreti ile bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur”.68
İnsan vücudu her şeyi toplayıcı ve her şeye istidadı olduğu hâlde insan her şeyden önce maddi vücûdunun hakikatine bilgi edinmezse hayvândır. Çünkü kendi hayvânî nisbetleri sınırı içinde kalır ve kendi sınırlı nisbetlerine ait düşünce ve i’tikadında da gerçeğe yükselemeyip, nispetlerde saplanıp kalır ki bu türlü düşünce ve i’tikadlar da bâtıl olur. Dolayısıyla vücûtlarını bilmeyenlerin, kafalarında kendi hayvânlık nisbetlerinde kayıtlı ve sınırlı ilimleriyle yarattıkları Allah’ları da ancak kendilerine mahsus kayıtlı ve sınırlı bir Allah olabilir. Çünkü onlar daima nisbetlerdeki suretlere bağlıdırlar. Dolayısıyla da bu gibiler Allah’larını kendileri yaratmış olurlar ve pek tabiidir ki kendilerine göre yaratmış olurlar ve ancak, kendilerinin yaratmış oldukları Allah’a tapmış olurlar. Bu kadarla da kalmayıp, kendi kayıtlı ve sınırlı i’tikadlarına aykırı düştüğü için gerçek bilginlerin i’tikadlarını eleştirir ve dolayısıyla kendilerini gerçek Hakk’tan da uzaklaştırırlar. Hakk “Ben kulumun zannı üzereyim” deyimi üzere herkese akîdesi hasebiyle, âkidesine göre tecellî eder. Zira Hakk, mutlak olan Ahâdiyyeti ile her şeyi kaplamıştır ve dolayısıyla bütün hissî, hayâlî, vehmî, zannî ve aklî suretleri de kaplamıştır. Çünkü Hakk hem iç hem dıştır ve suretlerin hepsi de dış veya iç olmanın dışında değildir.
Bunun için her şeyden önce vücudu bilmek, oradan nefse yükselmek yani maddeden ma’nâyı bulmak ve ikisini bir etmek gerekir. Çünkü ancak bu takdîrdedir ki akıl, kendi sınırlarını kendi parçalamış ve kalb denen sonsuzluğa ve sınırsızlığa ulaşmış, Hakk’ı da orada bulmuş olur. Zira maddeleri, ma’nâları bir eden, yeri ve göğü seyr eden kalbde artık Allah’tan başka bir şey bulunmaz. Zira o kalb artık Hakk’ın kalbidir, Hakk’ın ilk zuhurudur. Hakk ise insana şah damarından da daha yakındır. Bu konuda da Kur’ân’da şöyle denmektedir: “Biz ona yakın olan şahdamarından daha yakınız” 69.
Mutlak varlık hakkında dışa ve içe ait ilimleri birleştirmekle insan, kemâl mertebesine ulaşmış ve kâmil olmuş sayılırsa da insan, insan olması bakımından bu mertebenin de üstüne çıkmalı, yani en mükemmel (Ekmel) insan olmalıdır. Bu en mükemmellik mertebesi de dışa ve içe ait ilimlerin sonucunda elde edilebilecek olan, yani hissin suretlerinin ve akla ve gayba ait mücerred hakikatlerin, zorunluluğa ait isimlerin hakikatlerinin ve imkâna ait görünüş hakikatlerinin üstüne çıkmak ve kalbi de saflaştırıp cilâlamakla varılabilecek olan mutlak varlığın zâtı veya “Ahâdiyyet” mertebesidir ki insan bunda kalbini ahâdiyyet hazretine, her şeyi izhar edici tam bir ayna kılmakla, “Ev Ednâ” makamına, “Muhammed’e ait Sıfat” mertebesine ulaşmış olur. Peygamberlik sıfatı da Hakk’ın tam zuhurundan ibaret olan “Muhabbet” makamından başka değildir. Muhabbet makamı, insanın kazanabileceği bütün makamların ve hâllerin en üstünü olan makamdır. Çünkü, ilâhî muhabbet bütün makamların içine girip onları içinden yakalamıştır ve bütün eşyanın zuhuru da bu ilâhî muhabbet iledir.
Her makam ve hâl, muhabbetten sonra vâki’ olur. Zira muhabbet, vücûdun aslıdır ve âlemin başlangıcı olan da Muhabbet makamıdır ve muhabbet makamı ilâhî sevgi suretidir ve onun için Allah “De ki siz Allah’ı seviyorsanız emin olun ki Allah da sizi sever.”70 sözü ile ilâhî muhabbeti, kendisini sevecek olan herkese teşmil etmiştir. Zuhura vesîle de ilâhî muhabbettir. Nitekim bu da “Ben bir gizli hazine idim….” kudsî hadîsinde açıklanmıştır. Varlığın başı sevgiye dayandığı gibi Allah’a ulaşmak da ancak yine ilâhî sevgi ile mümkün olabilir. Bizi bu ilâhî sevgiye ulaştıracak olan da ancak ve ancak dışa ve içe ait en yüksek ilim dereceleridir, dışı ve içi kendinde toplayan bütünlüğü ile ilim yani gerçek ilimdir. Allah’a yakın olmaktan anlaşılması gereken şey de işte bu ilimdir. Bu konuda Kur’ân’da da şöyle denmektedir: “Allah’ın eli onların elleri üstündedir”71. “Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur”72.
Başka bir deyişle eğer akıl, işleri hem usûlü (ki soyut gerçeklerdir) ile hem de suretleri (ki tabii ve unsurî suretlerdir) ile müşâhede ederse bilgi ancak o zaman tam bilgi olur. Eğer tabii suretlerde Rahmânî nefsi müşâhede ederse bu kere de tamamlık sıfatı ile bilginin tamına, kemâline ulaşır. Zira Rahmânî nefs, vücûd feyzinin aynıdır ve belki tabiat, Rahmânî nefsin aynıdır. Zira Rahmânî nefs tabii suretlerde zuhur eder ve belirlenir ve tabii suretler Rahmânî nefste kabul edici aynlar yani istidatlar hasebiyle zuhur eder ve belirlenir. Bu sebeple akıl, her şeyde zâhir ve belirli olan Hakk’ın tek vücûdunu görür yoksa görünüşleri görmez. Gören ki kendi nefsidir, görünenin ayn’ını görür. Gören, görünen, şahâdet eden ve şahâdet edilen hep bir şey olur.
Nisbetlerdeki kayıtlar ve sınırların hepsini bırakıp renksiz kalmayan insan tümel akla geri dönemez, dolayısıyla da kâmil bir insan olamaz. İnsanın kâmil bir insan olabilmesi için tümel akla ulaşması ve bütün mertebeleri tamamlaması gereklidir. Tümel akla ulaşan kimse de Tasavvuf dilinde “Muhammed’e ait Hakikat” mertebesine ulaşmış ve o olmuş olur. Ancak, bu Peygamberlik mertebesi de tüm akıl mertebesinden başka değildir. Bu sebepledir ki Peygamberimiz de: “Allah’ın ilk yarattığı şey aklımdır” demiştir.
Burada hemen işaret edelim ki kâmil insanın Allah’ın halifesi olması meselesi de gerçekte, işte bu mutlak varlığın dışına ve içine ait olan bilgi meselesidir. Daha açık bir deyişle, din ile dünya işlerinin ne olduğunu iyi bilme, onları hiç bir suretle birbirine karıştırmama, birbirine çatıştırmama, bulunulan mertebe ve mahalle göre gereken her şeyi o mertebe ve mahal gereği yapıp geçmeyi iyice bilme ve bilmeyenlere de bildirme meselesidir.
Halifelik esasta iki meseleye dayanmaktadır: biri insanın, Allah’ın sureti üzere yaratılmış olması diğeri de insanın akıl sahibi olması dolayısıyla mutlak varlık hakkında gerekli bilgiye malik olabilecek biricik varlık bulunmasıdır. Bir bakıma Allah insanı dolayısıyla bütün insanları kendi sureti üzere yaratmış olmakla bütün insanlar halife sayılırlar. Fakat görüyoruz ki surette insan olup da gerçekte hayvân ve hattâ hayvândan da aşağı olanları saymak mümkün değildir. Demek ki gerçek halifelik meselesi dince de bilgi meselesidir ve bilgiyi gerektiği yerde gerektiği şekilde uygulama meselesidir. Daha açık bir deyişle dünyaya ve âhirete ait bilgiler ve dünya ve âhiret denen yerler başka başka olduğundan her yerin gerektirdiği kendisine hâss bilgisi ile bilgilenmek ve o bilgiye göre hareket etmek kısaca Allah’ı yaratıklarıyla ve yaratıkları Allah’la karıştırmamak; işte halifelik budur. Bu da her şeyden önce, bilgi işidir. Bilgi işi de esasta sadece bir kişinin işi değil, her türlü bilgiyi elde edebilme istidadında yaratılmış olan her kişinin, her insanın işidir. Yoksa Halifelik diye bir müessese kurup Allah adına bir millet üzerinde dinî idarede ve tahakkümde bulunmak demek değildir. Yalnız ve yalnız akla dayanan dinimiz hükümlerinden böyle bir sonuç çıkarmak da imkânsızdır.
Tekrar esas konumuza dönüp diyelim ki gerçek, teklikte ve çoklukta, letâfet ve kesâfette nefse bağlıdır, dolayısıyla da çokluğa dayanan suretlerin birbirinden ayrılıp farklılaşması keyfiyeti de nefs iledir ve nefstedir. Biz eğer nefsten, nefsin alçalma derekelerinde ve yükselme derecelerinde nefse zuhur eden suretleri kaale almazsak o takdîrde her şeyden soyunup sıyrılmış bir sırf zâttan, mâhiyyetten başka bir şey bulamayız. Hattâ bu hâlde, biz kendimiz bile mevcut olamayız.
Şu hâlde yine tekrar edelim ki yaratana ve yaratılana ait her çeşit bilgi ancak insan bilgisi ile mümkündür veya bilgi, insan ile hâsıldır. İnsan bilgisi de, her şeyden önce, dünya bilgisi ile hâsıldır. Çünkü insanın maddi vücudu, içinde yaşadığı dünyaya yani tabiâta aittir. Öyle ise tabiat, Hakk’ın dışı; Hakk da tabiatın içidir ve Hakk’ın zâtı, aynlarda zâhirdir. Bundan ötürü, her şeyden önce tabiata yönelmemiz, tabiatı bilmemiz, maddeyi tanımamız gerekir. Çünkü maddeyi tanımadan, tabiatı bilmeden, ma’nâyı ve tabiatüstünü tanıyıp bilmemiz imkânsızdır ve zâten bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve ayrılamaz.
Bilgi ve yaşantı bakımından insanları üç bölüğe ayırabiliriz:
Yukarıda işaret ettiğimiz birinci bölük insanların ibâdetten maksatları da genellikle Cennete girmek ve oradaki va’dedilen ebedî nimetlerle nimetlenmek ve Cehennem denen azaptan kurtulmaktır.
İkinci bölük insanların ibâdetten maksatları da genellikle Allah’a perde saydıkları bu dünyadan ve bu dünya nimetlerinden sıyrılıp hakikate ulaşmak ve kalblere tecellîler bahşettiğine inanılan bir takım gayba ait keşiflere ve ilâhî sırlara kavuşmaktır.
Gerçek bakımından ibâdetin bu iki şekli de hoş görülemeyip reddedilecek şeylerdir.
Çünkü ibâdetin, kulluğun, âlemlerden müstağni olan Hakk’ın lütuf ve ihsanına karşı bir değeri ve zorunluluk ve gereklilik açısından bir yeri yoktur. Cenneten maksat da Allah’ın cemâlinin tecellî yeri, Cehennemden maksat da Allah’ın celâlinin tecellî yeridir.
Dünyada her güzel ve şerefli hâlete cennet ve her şerefsiz, kötü ve rezîl hâlete de cehennem denir. Güzel ve şerefli hâletlerin en güzeli ve şereflisi de ilimdir. Şerefsiz, kötü ve rezîl hâllerin en şerefsizi, kötüsü ve rezîli de câhilliktir. Şu hâlde, bilgili olmak cennette olmak; bilgisiz olmak da cehennemde olmaktır. Eşyanın gerçeklerini ancak suretleriyle bilebilenler ve sahip oldukları bâtıl inançlar ve rezîl ahlâk ile kendilerini kıskıvrak bağlamış olanlar, kendilerinin ayni cehennemde olduklarından habersizdirler. Nitekim Kur’ân’da şöyle denmektedir: “Cehennem, kâfirleri şimdiki zamanda kaplamıştır73. İşte bu âyet kötü ahlâka ve bâtıl i’tikadlara işarettir. Fakat bilginler yani gerçeği kavramış olanlar, nefslerini kudsiyyete ulaştırmış olanlar, gerçeği olduğu hâl üzere bilirler ve ancak böyle olan bilginlerdir ki bir şey ile uğraşırlarken ayni zamanda başka bir şey ile de uğraşabilirler ve bir şeyin veya yerin hâlini algılarken ayni zamanda başka bir şeyin veya yerin hâlini de algılayabilirler ve bu birbirlerinden ayrı ve başka başka olan işler, yerler ve hâller onlarda birbirlerine engel ve perde olmazlar. Ve daha da, bu bilgin kimseler bilirler ki bizzat içinde yaşamakta olduğumuzdan dünya işleri, zorunlu olarak birinci plânda; âhiret işleri de ikinci plândadır ve çünkü dünya, sebep; âhiret de ancak onun sonucudur. Nitekim Peygamber de: “Dünya âhiretin tarlasıdır” demiştir. Bu sözün hakikati de yukarıda açıkladığımızdan başka değildir. Nasıl ki bir tohum kendisinden zuhur eden ağacın maddesi ve daha doğrusu gövdesiyle, dallarıyla ve yapraklarıyla ağaç suretinde zuhur eden şey o tohumdan ibaret ise işte bunun gibi dünyada kazanılan ilim, hareket ve ahlâk da ayniyle cennet ve cehennem hâllerinin maddesi olup lezzetler ve elemler suretinde zuhur ederler.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi bilgi, cennet; bilgisizlik de cehennemdir. Dünyadaki cennet Peygamberimizin de işaret ettiği gibi gerçeğe ait bilgi bahçeleridir ki insan, aklının bilgisi ve kalbinin saflığı derecesine göre bu bilgi bahçelerinde gezip dolaşır ve onun sonsuz nimetlerine ve ebedî zevklerine dalıp kutluluk ve mutluluk içinde bulunur. Gelip geçici olan bu dünya cennetinden sürekli olan cennete geçmek, bu parça cennetten cennetin bütününe, tamamına ermek de insanın sureti ve bilgisi üzere yaratıldığı Allah’ını gerçekten bilip tanıması ile mümkündür. Gerçek bilgi ile gerçek Allah’ı bilip tanıyan insan için de âhiretin tarlası olan bu dünyada vuku bulan ve bilgiden ibaret bulunan cennete girmekle âhiret hayatı ve nimetleri de daha dünyada başlamış demektir ve böyle bir insan artık dünyadan sonra vâki’ olacak ve her türlü maddi zevklerden ibaret bulunacak bir cennete hiç bir suretle özlem duymaz ve içinde yaşadığı bu dünya hayatında da hiç bir hâlden ürkmez.
Tekrar işaret edelim ki cennetten maksat bütünlüğü ile varlığa ait bilgidir, mutlak vücûda ait bilgidir. Dolayısıyla görünen ve görünmeyen âlemleri içeren bilgidir. Tüm varlığın tüm bilgisine sahip olan biricik varlık da insandır. O hâlde âhirete dünyadan, Allah’a da insandan varmak veyahut âhireti dünyadan, Allah’ı da insandan ayırmamak gerekir. Çünkü vücûd bir vücûd, varlık bir varlıktır ve o da ancak kendi kendisiyle bilinir. Şu hâlde, her şeyden önce dünyaya ve insana önem verdiğimiz ve bunları gerçek ilim ışığında ele aldığımız derecede âhiret ve Allah yani görünmeyen âlem meselesi de aydınlanmış dolayısıyla dünya ile âhiret de birbirine karıştırılmamış olacaktır. Bunun tersini yapmak yani görünmeyenden görüneni bulmak, âhiretten bir dünya yaratmak istemek, yokluktan varlık, ölümden hayat çıkarmak gibi imkânsız bir şey istemek demek olur. Zâten âhir, bir şeyin sonu anlamına olup âhiret de dünyanın kendine ait sonu anlamından başka bir anlam taşımaz. Daha başka bir deyişle baş ve son, ayni bir şeye nisbetledir ve baş yine nisbete göre sondan önce gelir. Daha da başka bir deyişle baş, varlık; son, yokluktur.
Dünya ile âhiret arasındaki farkı Kur’ân da açıkça ortaya koymaktadır. Kur’ân otuz cüz’den ibarettir. Bu otuz cüz’den sadece bir cüz’ kadarı dünya ile diğerleri de âhiret ile ilgilidir. Bu da dünya denen varlığın ve bu varlığa ait ilmin dolayısıyla bu dünyanın efendisi olan insanın ve insana ait ilmin yine kendisi için ne sayısız sonuçlar ihtiva ettiğine bundan ötürü de dünyaya ait ilme ne büyük bir önem verilmesi ve bu ilim ile de pek kısa olan bu dünya hayatında ebedî bir hayat ve mutluluk sağlayacak sürekli ilerlemelerde bulunmak gerektiğine dince de büyük bir delildir.
İlim hakkında buraya kadar dediklerimizi özetleyecek olursak şöyle diyeceğiz: Hakk’ın kendi sureti üzere yarattığı insanın zâhiri halktır bâtını da Hakk’tır. Zira ilâhî ruh, Rahmânî nefstir. İnsan, bütünlüğü ile âlemin bir toplamı ve özetidir. Bu suretle Tasavvuf diliyle gayb, ceberût, melekût ve şühûd âlemleri insandadır. İnsanın dışı Âlem, içi de Hakk’tır ve iç dışı idare ve tedbîr eder.
Kısaca Hakk, hem iç hem dıştır dolayısıyla ilâhî bilgi de insan bilgisi ile hâsıl olur.
İnsan bilgisi de bütün görünüşlerde algıların ve algılayanların başkalığına rağmen gerçekten ayrılmayan ve geçeği bildiren bilgiye derler. Ancak, her insan görüş ve düşünüşü başka başka olduğundan ilmin zevkleri de başka başkadır. Fakat bütün bu çeşitlilikler ilmin ancak dışına ait gerekliliklerindendir yoksa hakikatinden değildir. Çünkü ilimlerin dıştaki mertebeleri ne olursa olsun bütün ilimlerin aslı tek bir ilimdir, tek bir hakikattir. Bu konuda Kur’ân’da da şöyle denmektedir: “Bütün meyvelerin hepsi de bir sudan sulanır. Fakat lezzetçe onları birbirine üstün kıldık…”74. Yani, bütün ruhlar ve benzerleri tek bir ilim ile sulanır. Fakat yukarıda da dediğimiz gibi, varlıkların istidatlarının çeşitliliği hasebiyle ilimler birbirinden farklıdırlar ve bazısı bazısı üzerine zevkçe üstün tutulur. Yoksa ilmin hakikati birdir, çokluk ve başkalık ancak görünüşler hasebiyledir. Yalnız şu var ki ilmin şânı da “Bir”i çoğaltmak ve “Çok”u da birlemektir. Teki çok yapmaya Tafsîlî ilim, çoğu tek yapmaya da İcmâlî ilim derler. Tafsîlî, açıklamalı ilim aklın kendi kuvvetleriyle yani hâsselerle, duyumlarla kendinden aşağıya ve dışa yönelen ve dışa ait beş duyuda son bulan ilimdir. İcmâlî, özet ilim de aklın soyutlama mertebesinin en üstüne çıkmakla ve madde ve ma’nâ yönlerini toplayıcı olan en yüksek algı ile hâsıl olan ilimdir ki buna Tasavvuf dilinde “Velâyet Nuru” adı verilir ve bu, aklın safiyet mertebelerinin en üstünde olduğu gibi safâ’ mertebelerinin de en üstündedir.
İşte “Velâyet Nuru” da denen ve velâyet mertebesine hâss olan bu ilim, yukarıda sözünü ettiğimiz ve bütün ilimlerin aslı olan tek ilimdir ki bu ilim ilâhî ilimdir, hüviyyeti de Hakk’tır. Başka bir deyişle bu ilim “Ledün” ilmidir.
İlâhî ilimler pek çok ise de bu ilimlerin incisi “Ledün” ilmidir. Bu ilme yalnız ilâhî rahmete lâyık, zevk ve vicdan sahibi kâmil insanlar yani şeriat diliyle Nebiler, Veliler ve Hikmet diliyle de Ârifler sahiptirler. Çünkü bu ilim yalnız bunlara bildirilen ve ilham olunan ilâhî sırlardandır. Yani “Ledün” ilmi, sayısı pek az olan üstün kişilere ilham ve öğretme yolu ile bahş olunan ilimdir. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: “Kullarımızdan öyle bir kul buldular ki ona tarafımızdan rahmet ihsan etmiş, ona kendimizden ilim öğretmiştik.”75 İlimler arasında pek gizli bir mâhiyyet taşıyan böyle bir ilme kudsî bir hadîs ile de işaret edilmiş ve böyle bir ilmin ancak zevk ve vicdan sahibi kâmil insanlar tarafından itiraf ve tasdik edileceği, ilimden nasibi olmayan ve hayvândan farksız bulunan câhiller tarafından da ret ve inkâr olunacağı bildirilmiştir.76
Kısaca bu ilme Kur’ân’da: “İlimde râsih olanlar….”77 âyetinde işaret edilen, ilimde râsih olanlar sahiptir. İlimde rüsûh sahibi demek, sahip oldukları mukaddes ruhlarıyla sır içinde sırra ve gayb içinde gayba râsih olanlar ve böylece de güzel fikirlerle gelen ilham suretiyle ilâhî bilginin 78 ma’nâ hazinelerinden ve acayip sırlarından kendilerine birçok ilimler ve sırlar keşf edilenlerdir.79
Ma’lûmdur ki hakikate ulaşmak için de başlıca iki yol vardır: Akıl ve Sezgi.
Birinci yol, ilme ait yakinden Hakk’a ait yakine giden ve “Fenâ’ Makamı” ile tahakkuk eden “Kurb” ehlinin yoludur.
Kurb ehlinin ulaştığı hakikat her türlü vesîle ve sebeplerin ve her türlü örtü ve perdelerin gerçekte yok olduğu hakikattir ki bu makam “Tevhîd” ve “Tecrîd” ehlinin makamıdır. Bunlar, âlem denen aynada Allah’ın cemâlinden başka mevcut müşâhede etmeyen ve ilâhî takdîr 80 ile zâtî tedbîrlerinde ve yaşayışlarıyla ilgili Sübhânî ilim ile Allah’tan başka varlıklara şikâyetten ve yalvarıp yakarmadan müstağni olan hakikat erbabıdır.
Sezgi veya cezbe ve istiğrak ehlinin ulaştığı hakikat de ilmî yollardan değil de kestirmeden ve zahmetsizce vuslat deryasına ulaşmakla elde edilen her türlü hareket ve hâle ait vicdan zevk ve safâ’sıdır. Bu gibiler her şeyden önce, ilâhî cezbeye mazhardırlar. Ondan sonra da nefsi tasfiye yolu ile doğrudan doğruya ilâhî zevke vâsıldırlar. Bunlar tabiat hapishanesinden ilim ile değil fakat ilâhî lütuf ve Rabbânî cezbe ile kurtulurlar.
Şüphesiz ki kemâl, hem ilmi hem de zevki kendinde toplamakladır. Fakat bilgi yolu esastır. Ve Allah, kendisine bilgi kapısını açıp bilgiye kavuşturacağı kuluna da şöyle buyuruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”.81
E- Kâmil iman ve Gerçek Mürşit:
Yukarıdaki açıklamalarımızın sonucu şudur: esas ilimdir, bizi gerçeğe ulaştıracak da gerçek ilim, gerçek âlimdir. Gerçek ilmin ne olduğunu gördük. Fakat gerçek âlim, gerçek mürşit hakkında burada bir kaç söz söylemek de zorunludur.
Öğrenci ile öğretmen arasındaki münasebet sadece zâhirî bir bilgi alış verişinden ibaret değildir. Öğrenci ile öğretmen arasındaki esas mesele öğrencinin öğretmeninin ruhi hâline sahip olmasıdır. Bunun için de öğrencinin öğretmenini ruhça sevmesi ve öğretmeni tarafından da ruhça sevilmesi gereklidir.
İnsanları birbirine yaklaştırıp bağlayan en kuvvetli bağın maddi yani hissî sevgi olduğunu biliyoruz. Fakat ilmî sevginin yani ayni düşünceye sahip olma ve o düşüncenin ruhi yaşantısı 82 içinde bulunmanın bağlayıcı rolü ondan da kat kat üstündür ve bundan daha üstün bir şey yoktur. Çünkü bir şey bir şeye yaklaştığında o şey yaklaştığı şeyin hükmünü alır. Yani öğrenci öğretmene yaklaştığında, öğretmen hükmünde olur. Öğretmen de öğrenciye yaklaştığında öğrenci hükmünde olur. Ayni hükmü taşıyan iki şey de ayni sevgi ve muhabbeti taşımış olurlar ve bu takdîrde de kâh öğrenci seven ve öğretmen sevilen ve kâh öğretmen seven ve öğrenci sevilen olur yani birbirinden fark edilmez olur. Öğretmeninden en çok faydalanan öğrenci şüphe yok ki öğretmenini seven ve onun tarafından sevilen öğrencidir. Yüksek bir selâset, bir belâgat ve talâkatla dersler veren ve derslerinde hikmetler saçan bir öğretmen de şüphe yoktur ki öğrencilerini seven ve onlar tarafından sevilen bir öğretmendir. Nitekim şöyle denmiştir: “Siz geçirdiğiniz günleri boş mu zannedersiniz? Her geçen günde size Allah kendi nefhalarını bir vesîle ile sunmaktadır yani o nefha her gün sizi hakikate ulaştırmaktadır”.83 Ve yine: “İnsan sevdiği kimseye benzer, onun ayni olur”.84
İlk hadîsteki “Nefhalar” sözü ile gerçek âlimlere, gerçek mürşitlere 85 işaret edilmiştir.
Gerçek âlim, gerçek mürşitten maksat da insanı küfür mertebesinden İslâm mertebesine ulaştırandır. Bir kimse küfür mertebesine varıp o mertebeyi geçmeyince tam Müslüman olamaz. Bu mertebe, iki İslâm 86 arasında bir berzah olduğundan orada duraklayan kimse de zındıklığa düşer.
İlim tahsîlinde âlimin veya mürşidin rolü de pek büyüktür. Yani, âlimin veya mürşidin gerçek âlim veya gerçek mürşit olması gerektir. Yoksa ilim nedir bilmez, dolayısıyla, gerçek nedir anlamaz kimseler bizi gerçeğe ulaştırmak değil tersine kendimizden bile uzaklaştırırlar. Tüm bir bilgi ile tüm varlığı, mutlak varlığı kendi vücûdunda bilip görmeyen her şeyden önce daha dünyadan haberi olmayan, nasıl olur da başkalarını irşâd edebilir? Gerçek uyarıcı, gerçek mürşid ancak mutlak varlığın dışına ve içine ait her türlü bilgiyi kendisinde toplamış ve ancak bu sebeple kendisi de mutlak varlık olmuş olandır ve irşâd da ancak ilmin inhisârındadır.
Gerçek uyarıcı, gerçek mürşit özellikle sonsuz ve mutlu ebedî bir hayatı da kapsayacak olan ve durmaksızın ilerlemeden ibaret bulunan bir dünya hayatı için bizi sadece ilim meşalesi ile aydınlatacak olandır.
Yoksa maddi ve kişisel yararları için her boyaya giren ve herkesten önce kendisi uyarılmaya muhtaç iken kendisinin de anlamadığı bir takım bâtıl fikirleri yaymak için tekke zihniyeti peşinde koşan ve dolayısıyla dini ve din yolunu bir geçim, bir böbürlenme, bir maddi saltanat yolu yapan câhil kişiler değildir. Bu gibilerin hayvân kuyrukları altında yaşayan tufeylî sineklerden farkları yoktur. Gerçek deccallar, Peygamberimizin de dediği gibi, işte bunlardır.
Gerçek mürşit halkın sırtından geçinen, el sofrasında midesini dolduran değil tersine kendi maddi ve manevi varlığı ile himmet ve gayret de sarf ederek gerçek yolunda geri kalmış kafaları her çeşit ilim ile doldurup onları gerçeğe ulaştırandır.
İnsanları ilim yoluna alıştırmak ve bu yoldan gerçeğe ulaştırmak da ancak ve ancak geçici bir elçilik görevinden başka değildir. Yoksa câhillerin ve yarı aydınların sandıkları gibi bu yol bir asalet ve bir hilafet yolu değildir. İlimde asalet ilmin kendisinde olup ilme sahip olanın hiç bir suretle hükmetmeye hakkı olmadığı gibi, hilafet de suretten ve özellikle yine ilimden kinaye olup aslı olmayan kuru bir lâftan ibarettir.
Bütün dava bilgisizleri bilgili kılmak, insan suretinde hayvân olanları kafaca ve ruhça da insan yapmaktır. İslâm’da ve İslâm dininde de bilgiye işte bu yüzden hârikadan üstün bir yer verilmiştir. Yukarıda da açıkladığımız gibi bilgi, maddeden başlayıp derece derece yükselerek en sonda varlıkları yaratanın zâtına ve sırlarına ait gerçek bilgiye dayanır. Hârika ise ancak yaratıkların hâllerine ait bazı önemsiz bilgilere dayanır. Gerçek bilgi yolunda olanlar adım adım bütün varlığı bilmiş ve Allah’a ulaşmış; hârika peşinde koşanlar ise hayvânlığa bulaşmış olurlar. Nitekim Peygamberimiz, kendisinden mucize isteyenlere Kur’ân’ı göstermiş dolayısıyla sadece bilgiye işaret etmiştir.
F-Kâmil İnsan İlmi Kime Vermeli? :
Gerçek ilmini ehli olandan saklamamak fakat buna lâyık olmayanlara da katiyen açıklamamak üzere daha ezelde Allah ile âlimler arasında bir ahit vardır.
Özellikle hikmet diye adlanan gerçek ilmi sadece âriflere mahsus ima ve işarete ve Tasavvufi tarzda bildirilere dayanır.
Hikmet denen ilimde câhilliği ve nezaketsizliği ortaya koyan özellikle üç hâl vardır:
Bu konuda İmam Zeyn’el-Âbidîn: “Öyle bazı sır ilimleri vardır ki eğer ben o ilimleri açıklasam Müslüman geçinen birçok kimseler beni derhâl öldürürler” demiştir. Peygambere uzun yıllar hizmette bulunan Ebu Hureyre de şöyle demiştir: “Ben Peygamberden iki ilim öğrendim ki onun birini herkese anlatıp yaydım. Fakat diğerini gizledim. Çünkü onu da açıklayıp yaysam beni öldürürsünüz.”
Nasıl ki Hallac-ı Mansur “Ben Hakk’ım” sözü ile ilâhî sırlardan, kendi zamanına göre bir sır açıkladığından, eziyetle öldürülmüştür. Hâlbuki bu sözden maksat, kendi mevcudiyetimizi de içeren eşyanın ilâhî vücûd ile kaim ve mutlak vücûdun da ancak eşyada zâhir olduğuna işaret etmekten ibarettir. Çünkü masivâ, görünür ve görünmez bütün nefsleri ve ruhları ve nâmütenâhî cisimleri hâvî bulunan imkân âlemidir. Şu hâlde, masivânın vücûdu yoktur. Eğer, akıl hükmüne göre bir gayrilik ma’nâsı tasavvur olunmak lâzım gelse, Allah’ın masivâsı ilâhî bilgi suretlerinden ibaret olan a’yân-ı sâbitenin taayyünlerinden ibarettir ve her ne zaman ilâhî bilgi suretleri olan a’yân-ı sâbitenin taayyünleri ile çoğalan izâfi vücûd i’tibâr olunsa ona mâsivâllah denir ve âlem adı ile adlanır. İşte, bu açıdan masivâda taayün etmiş olan eşyanın Allah’ın vücûduna nisbeti, gölgenin ışığa nisbeti gibidir. Yani, bir kimsenin gölgesi kendi nefsinde yok ve o kimse ile mevcut olduğu gibi eşya da kendi nefsinde yoktur ve Hakk’ın vücûdu ile mevcuttur.
Şüphe yoktur ki gölge kendi nefsi ile kaim olmayıp ışığa bağlıdır. İşte, Hakk’ın gölgesi olan eşya da kendi zâtı ile kaim olmayıp Hakk’ın vücûdu ile kaim ve dâimdir. Eşyaya masivâ denmesi, Hakk’ın vücûdundan feyzlenip gelmesi 87 ve izâfi vücûd ile mevcut olması haysiyeti iledir. Yoksa o, Hakk’ın vücûdunun ayni olan tek bir hakikattir ve Mansur’un sözü de bu nükteye dayanmaktadır. Bâyezîd-i Bistâmî’nin: “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur” sözü de ayni anlamı taşır.
İlâhî ahâdiyyetin sâbit varlıklarına karşı mâsivâllahın zâten vücûdu yoktur.88 Mâsivâllah fiillere sıfatlara ve zâta ait üç tecellîden ibarettir. Bu sebeple de yaratıkları Allah’ın fiillerinin kaynağı görenler kurtuluşa ererler; Allah’ın sıfatları olarak müşâhede edenler irfan sahibi olurlar; sırf yokluk olduğunu anlayanlar ise Allah’a vâsıl olurlar.
İşte iş yukarıda açıkladığımız gibidir. İş böyle olunca da kâmil insan Âdem suretinde bulunan hayvânlarla sohbet etmez. Çünkü onların sohbetleri, insanları çekiştirip kötülemekten; muhabbetleri, zem etmekten; ihlâsları, müdâhene ve riyadan; ihtisâsları, mücâdele ve cefâdan ibaret olup itimatları, gelip geçici; i’tikadları, ma’nâ taşımayıcı; ibâdetleri, taklit ve âdetleri de kayıtlama ve esaretten başka değildir. İbn Arabî de: “Ölülerle bir arada bulunmayın ki gönülleriniz de ölmesin” demiş ve “ölüler kimlerdir?” sorusuna da: “Nefsini ve Rabbini bilmeyenler” cevabını vermiş. Peygamberimiz de: “Gerçeği görmekten aciz, işsiz güçsüz ve kasvet dolu kimselerle düşüp kalkmaktan insana musallat olacak câhillik ve kötü huyluluk kadar ümmetim için korktuğum hiç bir şey yoktur” buyurmuşlardır.
Hakk yolunda bocalayan bir sâlik ile kâmil bir insan arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
S (Sâlik)- Hakk yolunda vuslat kılavuzu nedir?
K (Kâmil İnsan)- Yaratıklara muhabbetle bakmamaktır.
S- Niçin?
K- Çünkü onlara bakmak zulmete bakmak gibidir.
S- Fakat cemiyet içinde bulunduğumuz için onlarla düşüp kalkmamız zorunludur.
K- Hiç değilse sözlerini dinleme, çünkü onların sözleri ayni kasvettir.
S- Fakat onlarla konuşmamız da zorunludur.
K- Bari muamelede bulunma ki muameleleri hüsran ve vahşettir.
S- Fakat onların içinde bulunduğumuzdan onlarla muamele de zorunludur.
K- Hiç değilse her zaman onlarla birlikte olma ki onlarla birlikte olmak helâk ve hasrettir.
S- Fakat ekseriya beraber bulunmaklığımız da zorunludur.
K- Ey Adam! Gözün eğlencede, kulağın câhil sözünde, bütün muamelelerin işsiz güçsüzlerle, arkadaşlığın kendini bilmezlerle olur ve gönlün de Allah’tan başka şeylerle dolmuş ve kanmış bulunursa sen hâlâ ne hakla ve ne ile kulluk sırrına ulaşmak ve Hakk’a kavuşmak istersin?
Ancak ilâhî bilgi ile bezenmiş ve kalb tasfiyesi ve sırlar tecellîsi ile beka billâh makamına ulaşmış kâmiller ve gönül ehilleri için yaratıkların fiilleri Allah’ın fiilleri ve bütünlüğü ile eşya ve kâinât Allah’ın sıfatlarının ve isimlerinin mazâhiri olduğundan ve onlar, âlemde Allah’tan başka hiç bir şey görmediklerinden, her yerde bulunabilmeye ve her türlü insanlarla düşüp kalkmağa cevaz vardır. Çünkü bunlar, insan topluluklarında uzlet, kesret âleminde de vahdet zevki ve hükümranlığı üzere bulunan toplamın toplamı (Cem’-ül-Cem’) safâ’sına mahsus mukaddes keyfiyete sahip ululardır.
G- Kâmil İnsan ve Ölüm:
Yukarıda, kâmil insanın, ruhu yönünden ezelî ve ebedî fakat unsurlardan mürekkep olan maddi vücûdu yönünden de tabiat kanunlarının hükmü altında yok olmak zorunluluğunda olduğuna işaret etmiştik. Bu yok olma yani ölüm olayını kısaca açıklamak istersek şöyle diyeceğiz:
Ölüm, insan cesedinin yok olması daha doğrusu şekil değiştirmesidir ki zâtî gerekliliğin yani tabiat kanunlarının hükmü altındadır, bunda insanın irâdesi söz konusu olamaz. Fakat ölüm şekli ise bizim irâde ve hükmümüz altındadır yani biz istersek iyi, istersek kötü surette ölebiliriz. Biz insan olduğumuz haysiyetle, iyi ölüm ile ölmeye çalışmalıyız. Bu da bütün hakikat yollarını bilip o suretle hazırlanmak bütün insanları severek onlarla ahenk içinde yaşamak ve insanlık için elden gelen hizmeti bilgi ve zevk ile yapmakla mümkündür.
İnsanın ölümü sırasında, eskiden geçirdiği bütün hayat olaylarını olduğu gibi görebilmek için insanın cüz’î ruhuna küllî ruhtan, bu cüz’î ruhun o zamana kadar gördüğü ışıklardan çok daha kuvvetli ve şevkli bir ışık ulaşır ki cüz’î ruh bu kuvvetli ışık ile dünyada ceset içinde geçirdiği hayatın en karanlık köşelerini ve âhizelerindeki intibalarının bütün teferruatını, levh-i mahfuza hak edilmiş bütün in’ikâsâtını bütün açıklığı ile görür. Sonra bu ışık gittikçe zayıflayıp titremeye ve kararmaya başlar ve daha sonra da ebedî ve daimî olarak söner. Artık, ceset vasıtasıyla görülecek hiç bir şey kalmamıştır.
Külle geri dönen cüz’î ruh cesetten ayrılırken ilk defa gördüğü bu hâlleri kendisinin bilgisine ve hâline göre vasıtasız olarak görür ve ebedî zevk ile de ona göre zevklenir; bilgisiz ruhlar ise karanlıklara dalar gider.
İnsan, ölürken yanındakileri güçlükle tanır. Bunun sebebi de ölüm hâlinde bulunan kimsenin aklî kuvvetlerinin zayıflaması değildir. Bunun sebebi, hayatta bulunan kimselerin katiyen anlayamayacakları, yukarıda açıkladığımız hâllerin ölen kimseye tamamıyla açıklanmış olması ve bütün ruhi mevcudiyetinin kendi içine çekilmiş bulunmasıdır. Bu sebeple ölüm dakikaları, özellikle âlim ve ârif kişilerin ölüm dakikaları, hayatta kalan bizler için bulunmaz birer fırsat olmalıdır. Çünkü onlar o ölüm anlarında ruhlarının derinliklerinden gelen ve bizim için gayet faydalı olabilecek olan bazı ifâdeler ve işaretlerde bulunabilirler.
İnsan, ölüm karşısında, ne de olsa heyecanlanmaktan kendini kurtaramaz. Çünkü uzun yıllar alıştığı bir hayatı bırakacak ve hiç görmediği ve alışmadığı yeni bir hayata başlayacaktır. Bu durum karşısında şuûr yani cüz’î ruh elbette büyük bir sarsıntı geçirir ve hareket tarzını teemmül ve düzenlemeye çabalar. Ancak, bu dünyadaki cismânî hayat, her şeyin birbirine ve bir kaideye bağlı olarak açık ve basît surette açıklanan bir hayattır. Ölüm ise bu basît olan dünya hayatının üstündedir. Çünkü ölüm âdî, basît ve açık olan her şeyin ortadan kalkması demektir. Fakat bundan ötürü ölümden korkmak yersizdir. Tersine, hayatı biraz ölümle karıştırıp birleştirmelidir ki ölümün büyüklüklerinden ve anlaşılamamazlıklarından bir kısmı hayata ve hayatın açıklık ve sadeliklerinden ve anlaşılır yönlerinden bir kısmı da ölüme geçerek bir denklem meydana gelsin yani “Ölümden önce ölünüz” sırrına mazhar olunsun.