İnsanın nereden gelip nereye gideceğini bilip nefsine ve Rabbine ârif olması, yukarıda açıklanan Yedi Yükseliş ve Beş İlâhî Hazret veya Yedi İniş mertebesiyle beraber, Üç Sefer’in de bilinmesine bağlıdır.
Gerçekte, insanın manevi yolculuklarına bir sınır çizmek imkânsızdır. Bununla beraber her çeşit manevi seferi içine alacak Üç aslî manevi sefer takdîr edilmiş ve insanın bu üç seferi tamamlamadıkça nefsine ve Rabbine ârif olup kâmil ve mükemmel bir insan olmayacağına hükmedilmiştir. Bu üç Sefer de şunlardır.
1- Birinci Sefer:
Her şeyden önce bilinmelidir ki her insanın, Allah’ın zâtında bir hakikati vardır. Allah bu hakikatin his ve şahâdet âleminde zâhir olmasını murâd ettiğinde bu hakikati küllî akılda “algı âlemi, fark âlemi” tasavvur eder ki (El-Musavvir) bu küllî akıl “Allah’ın Aynası”dır ve “Allah’ın İlmi”dir. İşte, insanın hakikati, Allah’ın isteğine göre burada durup terbiye olduktan sonra küllî nefse gelir. Ondan sonra da Arş ve Kürsî’den daha sonra da gök tabakalarından yani yedi seyyareden geçip Ay feleğine gelir. Oradan da sıra ile ateş küresine, hava küresine, su küresine ve nihayet toprak küresine gelir. Daha sonra da madenlere, nebâtlara, hayvânlara, meleğe, cine, yani ulvî ve süflî ruhlara ve insanlara gelir. Bu hakikat, insan mertebesine gelinceye kadar her mertebede birçok tehlikelerle karşılaşır ve kâh yükselerek, kâh alçalarak, düşe kalka insan vücûduna ulaşır. İnsan vücûduna ulaşınca da yukarıdan aşağıya doğru olan yarım daire tamamlanır ki bu yarım daire esfellerin esfeli (Esfel-i Sâfîlîn)1 mertebesidir. Yukarıda işaret ettiğimiz küllî akıl mertebesi de yükseklerin yükseği (A’lâ-i İlliyyîn) mertebesidir ve ilk mebde’dir. Bu konuda şu âyete işaret edebiliriz: “Muhakkak ki biz insanı en mükemmel yaratılışta yarattık” 2.
İşte yukarıda açıklanan mertebelerden geçerek insan mertebesine gelip ulaşmak İlk Seferdir. Eğer insan bu mertebede kalıp gerçek insan mertebesine ve kendisinin geldiği ve gideceği yere ârif olmayıp şekilde kalırsa hayvândır. Ve insan manevi yolculuğuna devam ile mebde’ine ulaşıp onunla birleşmezse, bu Toplamdan Önce Ayırım (Fark Kabl-el-Cem’)3 olur ki toplamsız ayırım (El-Tefrika bilâ Cem’) ise şirktir. İşte bu dairede kalan insanlar, Kur’ân’da da dendiği gibi hayvândırlar ve belki de onlardan da aşağıdırlar.
2- İkinci Sefer:
Bu ikinci manevi yolculuğa mahsus müşâhede ve mürebbî de denir. Bu ikinci yolculukta insanın özellikle Allah’ını tam bilmiş ve bulmuş olan gerçek bir kâmil insandan ders alması ve ruhi bir terbiye görmesi lâzımdır. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz gibi küllî akla yükselmek ancak bu manevi yolculukla tamamlık kazanır. Bu manevi yolculuğa bu sebeple “Hakikat-ı Muhammediyye” de derler. İşte gerçek bir bilgi ve ruh tasfiyesi ile ulaşılabilecek olan bu mertebeye “Vuslat-ı Hâss” mertebesi de denir.
İnsan, birinci manevi yolculukta dünya ilişkilerinden geçip insan mertebesine ulaşıncaya kadar geçtiği her bir mertebeden birer renk ile renklenmiş ve birer huy ile huylanmış ve birer kötü sıfatla sıfatlanmış olmakla hayvân mertebesinde kalmıştı. İnsan, bu kötü sıfatlardan ve kötü huylardan ise ancak gerçek bilgisi ve ruh temizliği ile kurtulabilir. Bunlardan kurtuldukça da başlangıçtaki gibi renksiz 4 ve tertemiz olan hâlini alır ve ancak bu suretle küllî akla tekrar kavuşmuş olur. İnsan tümel akla geri dönüp kendisi tümel akıl olmadıkça da Allah Ehlince kâmil sayılmaz. Kemâl ancak tümel akla ulaşmakla ve mertebeleri tamamlamakla olur ki bu makama “Velâyet” makamı da denir.5
İnsan yukarıdan aşağıya doğru yarım daireyi bitirdikten sonra aşağıdan yukarıya doğru olan ve asıl ve maksut olan ikinci yarım daireyi tamamlamadıkça gerçekten âlim,6 ârif ve Allah ehli sayılamaz. İşte böyle bir insan tümel akla vâsıl olmakla kendisi de o aklın bir parçası 7 olmuş olur. İnsan bu makamda renksiz olur ve birlik (Vahdet) üzere durur. “Allah’ın ilk yarattığı aklımdır” hadîsi bu makama işarettir.
Bu makamda bulunan insanın aklı tümel akıl olduğu gibi nefsi de tümel nefs, ruhu da Kudsî ruh olur ve bu makama ayrılıktan sonra toplama (Cem’ ba’de-l-Fark) makamı denir. Bu makam, akıl makamı olmakla beraber Hakk meczubu makamı, Heyhat makamı, Hayret makamı, Vehim makamıdır da. Çok kimseler bu makamda küfre de düşebilirler. Bu sebeple her şeyi topladıktan sonra yani her şeyi bir kıldıktan sonra yine her şeyi ayırmak yani her şeyi kendi varlığında ve mertebesinde görmek lâzımdır. Çünkü ayırımsız toplam zındıklıktır. Eğer insan bu makamda kalır ve bu makamı aşamazsa gerçeği gerektiği şekilde anlayamaz ve dolayısıyla kemâle de ulaşamaz. Bu makam aslında en çok derecede zevkli bir makam olup bu zevk ne dile ne kaleme ne de misâle gelir. Bu makama “Allah’ta Seyr” mertebesi denir. Bu makama ulaşan insan kendisinin bir katre mesâbesinde olan vücûdunu bir derya telâkki edilen Allah’ın vücûdunda yok etmiştir ve vücûtsuz kalmıştır.
Böyle bir insan artık ne her hangi bir şeyden ne kendisinden ne âlemlerden söz edebilir ve ne de Şeriatların emirleriyle kayıtlanabilir. Çünkü bütün bunlardan habersiz kalmıştır ve kalması lâzımdır. Ancak bu insan bu makamdan da bunun üstündeki makama ulaşmak zorundadır. Yani Allah’ın fazl ve inâyeti ile Allah’ta fânî (Fenâfillah)8 olmakla beraber bu fenâ’ mertebesinden de yükselip Allah’ta bâkî (Beka Billâh) olması gerekir.
3- Üçüncü Sefer:
Üçüncü manevi yolculuğun adı da Allah’tan Seyrdir (Seyr-i Anillâh) ve ayni zamanda yine Allah ile bâkî olmak makamıdır. Daha başka bir deyişle, bu makam yine Hakk’tan halka doğru seyr ve yolculuktur ve cem’den yine farka gelmektir. Bu seyrin vüs’atı, maddi manevi her mertebeye şamildir. Maddisi ölümden sonra cem’ ve cem’den farka gelmek ki çeşitli sıfatlar ve suretlerle yani Hakk’tan halka nüzûl yani manevi nüzûl ile maddede, cisimde zuhur etmektir. Manevisi de ruhça, ilimce ve hâlce seyr ve sefer etmektir. Toplamdan sonra yine farka gelip nüzûl etmektir ki her iki surette de irşâd vardır.9 Bunun için de böyle bir kimse, başkalarını da gerçeğe ulaştırma kasdı ile bu mertebeden manevi bir iniş ile inip kendini diğer insanlar gibi bir insan olarak gösterir. Nitekim Peygamberimiz: “Ben de sizin gibi bir insanım” demiştir. Bu makamdaki insan, diğer insanlar gibi yer, içer ve bütün insani ihtiyaçlarını görür. Ancak, aslında gerçeğe ulaşmış ve başkalarını da uyandırmak yetkisini kazanmış olduğundan, diğer insanlar arasında bulunmakla beraber, böyle bir kimsenin beşerî arzular ve ihtiyaçlar karşısında ifratla tefrite katiyen düşmeyip daima i’tidâli muhafaza etmesi lâzımdır.
Bu makamdaki insan adâlet, iffet ve istikamet üzeredir ve şeriat emirlerine son derece riâyet iledir. Ancak o kişinin şeriat emirlerini gerçek bilgi ve gerçek hâl kemâli ile yapması gerekir. Birlikte ve çoklukta daima salât 10 içinde olup dışı halk ile ve içi Hakk iledir ki halk bu durumu anlayamaz. Çünkü halk gözlerini görünüşte çok zühd ve ibâdet edenlere çevirir ve o gibi insanları kâmil sanır. Hâlbuki kâmilin kemâli et gözü ile görülmez, onu görmeye hakkanî göz gerektir. İlim ve hâl ile kemâle ulaşan kimsenin bu kemâlini yine ancak ilim ve hâl ile kemâl yoluna girmiş olanlar anlayabilir ve bir dereceye kadar ölçebilirler yoksa ilim ve kemâl gözle görülüp elle tutulacak bir şey değildir.
Kısaca bu makama veya daireye toplamdan sonra ayırma (Fark ba’d-el-Cem’) derler. Hz. Ali’nin bu noktada güzel bir sözü vardır: “Her şeyi birbirinden ayrı görmek ve toplamamak ‘Şirk’; her şeyi toplayıp aralarındaki ayrılıkları görmemek ‘Zındıklık’; her şeyi hem birbirinden ayrı hem de birbirinin ayni görmek ise ‘Tevhîd’tir.”11 Yukarıda açıklanan üç makam bunun anlamından ibarettir. Bu üçüncü makama iniş de ayni terakkidir.
İnsanın nefsini ve Rabbini bilmesi yolunda nefs terbiyesi ile elde edilen merhaleleri şöyle de ifâde edebiliriz:
Manevi yolcu bu makamda âhiret mükâfâtından da vazgeçerek yalnız Allah’ın muhabbetini ister. Bu makam da manevi yolcu bütün varlığın zikir ve tesbîhlerini duyar, kalbleri ve sırları keşf eder. Onda Allah’ın isimlerinin ve fiillerinin tecellîsi zuhur eder ki bu gerçek ilk keşftir. Bu makamda onun yakin derecesi ayn’e ait yakindir. Bu makamda artık her işin yapıcısının Allah olduğuna inanılarak tam bir itmînân hâsıl olur.
Bu makamda manevi yolcunun gönlünde dünya ve dünyaya ait hiç bir şey kalmaz. Onda hâkim olan ancak Hakk’ın fiillerinin tecellîsidir. Dolayısıyla bu makamda manevi yolcunun kalbi gittikçe hassaslaşır, ilâhî aşk günden güne artar, Allah her şeyden tecellîye başlar ve manevi yolcu bütün varını yoğunu hattâ canını bile Allah yolunda harcamaktan çekinmez. Fakat bununla beraber, manevi yolcunun nazarından eşya denen perde henüz kalkmamıştır. Bu sebeple de manevi yolcu dost izinde koşup feryat ile gözyaşları döker. Bu makamda manevi yolcu varlıktaki şeylerin çoğunu hâl ile anlamaya ve bazı keşiflere de ulaşabilmeye muvaffak olur. Bu suretle de gerçek ikinci keşfe kavuşur ki buna “Feth-i Mübîn” derler. Ancak bu makamda tenâsüh inancına saplanmak gibi bir tehlike baş gösterir.
Manevi yolcu bu makamda sıfatlardan tamamen soyunduğundan artık ona vâridât ve sânihât (hiç düşünmeden akla kendiliğinden gelen fikirler) olmaz, her şey yalnız zevk ile bilinir. Manevi yolcunun bu makamda zikri: “Allah’tan başka mevcut, maksut, mahbûb yoktur”dur. Bu makamda olan manevi yolcu, Allah nazarında da insanlar nazarında da sevgili ve saygılıdır.
Bu makamdaki manevi yolcu eşyanın hakikatlerini ve sırlarını Allah’ın ilmi ile bilir ve ona Hakk yolu makamlarının en yükseği olan “Âdeme Mahsus Suret” keşf olunur ki bu suretin gerçeği “Hakikat-ı Muhammediyye, Lâtîfe-i Rabbâniyye, Sırr-ı A’zam, Hu, Hüve”dir.
Bu altıncı makama kadar manevi yolcu, makamları mücâhede ile elde eder fakat altıncı makamdan yedinci makama geçebilmek için mutlaka Hakk’ın cezbesi yani manevi yolcuyu bizzat Hakk’ın kendine çekip kavuşturması gerekir.
Bu makama gelen manevi yolcunun sıfatları hep güzel sıfatlardır. Bu makamda artık mücâhede bitmiş, riyâzete ihtiyaç kalmamış, iç saltanatı başlamıştır. Bu sebeple bu makam, diğer bütün makamların üstündedir. Bu makama ulaşan manevi yolcunun bütün hareketleri ve hareketsizlikleri iyilikler, hayırlar ve ibâdet sayılır. Nefesi, kudret ve inâyet; sözleri, hikmet; yüzü, huzur ve sürûrdur. Kendisini görenler ona karşı saygı ve sevgi hissi duyarlar. Bu makamdaki manevi yolcunun Hakk’ın rızasından başka bir şeye ihtiyacı kalmamıştır.
Allah’a ulaşma yolundaki bu manevi seyr ve sefer veya Hac mertebelerini genel olarak sadece dört seyr ile göstermek de Sufilerce kabul edilmiştir. Bu sınıflamaya göre bu dört seyr de şunlardır:
Bu seyr, isimlerin tecellîlerinin mebde’idir ve bu ilk seyrin sonu görünüş yüzünden ve suretten çokluk perdelerinin kaldırılmasıdır.12
Bu ikinci seyr vâhidiyyet hazretinin sonudur. İlmî çokluk yüzlerinden perdeyi kaldırmaktır.13
Başka bir deyişle, bu üçüncü seyr manevi yolcunun “Ayn-ı Cem’”e, “Ahâdiyyet Hazreti”ne yükselmesidir. Eğer ikilik şâibesi tamamıyla ortadan kalkmazsa “Makam-ı Kâbe Kavseyn” derler. Eğer ikilik şâibesi tamamıyla ortadan kalkarsa “Makam-ı Ev Ednâ” denir ki velâyetin sonudur. Bu üçüncü seyr, ahâdiyyet hazreti olan “Ayn-ül-Cem’” mertebesinde, hem dıştan hem içten, zıtların ve kayıtların tamamıyla son bulmasıdır.14
Başka bir deyişle bu mertebe, taliplerin kemâle eriştikleri ve Hakk yoluna gitmek isteyenlere rehber oldukları mertebedir. Bu seyrin sonu Hakk’tan halka istikamet ve adâlet ile geri dönüp çoklukta birliği, birlikte çokluğu müşâhede, kalbleri halkta Hakk ile tecellî etmiş ve Hakk’ı da halkta tamamıyla erimiş görmektir 15.
Şimdi, bu üç seferi de nefsinde tamamlayan kâmil insan nefsine ve Rabbine de tamamıyla ârif olacağından artık kendini özel bir inançla kayıtlandırmaz. İbn Arabî yine şöyle der: “bu makamda ârif öyle bir toplu gerçeğe, toplu ‘Ayn’a ârif olmuştur ki o her şeyi toplamış olan gerçeğin her inançta bir yüzü vardır, çünkü o mutlak gerçektir, mutlak ayn’dır. Hiç bir mutlak 16 yoktur ki onun kayıtlanmış olanda bir yüzü olmasın.” Dolayısıyla ibâdet neye edilirse edilsin, gerçekte yine o mutlak vücûda edilmiş olur. Bunun böyle olduğunu ibâdet ve i’tikad edenin bilip bilmemesinin de önemi yoktur.17 Şeyh Irakî de bu konuda şöyle der: “Allah, kendisini bütün eşyanın aynı eyledi ki kendinden başkasına ibâdet ve muhabbet olmasın. Allah’ın izzeti ve kudsîliği böyle gerektirmiştir.” Bu konuya şu âyeti misâl verebiliriz: “Ya Muhammed! Senin Rabbin, kendisinden başkasına ibâdet etmemeni hükm ve takdîr etmiştir”.18 İbâdet, muhabbet, övme bütün bunlar hiç bir suretle Allah’tan başkasına olmaz.19 Hattâ ibâdetini puta yapanların bile gerçekte ibâdetleri yine Allah’adır. Çünkü putun varlığı da Allah’tandır. Varlık, yalnız Hakk’ın olduğunu bilene hâl açıktır. Bundan ötürü, ârif bu anlamı kavrayınca ne kendisi kayıtlanmış bir inanç üzere olur ne de başkasının inancına karışır ve onu yalanlar. Zira hepsinin tek bir emre 20 bağlı olduğunu ve yine arada emirden başka kimse bulunmadığını bilir “Lâ Mevcude İllâ Huu!” ve herkesin mazhar olduğu isim cihetiyle inancını ve hâllerini edep ile yerli yerine kor.
Başka bir deyişle bu mertebede ârife: “Dışta da içte de her nereye dönerseniz orada Hakk’ın bir yüzü vardır” 21 âyetinin anlamı açıklanmış olur ki gerçekte hepsi bir yüzdür lâkin “Her yeni günde O başka bir şe’ndedir” 22 sözünce, mertebeler ve makamlar vardır. Her bir makamda başka türlü ve her mertebede başka bir çeşit yüz gösterir. Her bir yüzde başka bir güzellik ve her güzellikte bir çeşit aşk ve her aşkta bir türlü göz süzerek bakma ve her göz süzerek bakmada bir türlü şîve ve her şîvede bir türlü cilve ve her cilvede bir türlü naz ve her yerde de bir türlü terennüm gösterir. Bunun içindir ki deliye dönmüş perişan âşıklar türlü türlü hâllere uğrar. Bazen sıkıntıya ve kahra mazhar olur, bazen zevk ve şevk ve ferahla genişler, bazen da naz ve bazen da niyaz üzere olur; çeşit çeşit şîve ve cilvelerle âşıkın nazarında daima şîveler ve cilveler gösterir. Böyle olunca ârif nasıl kendisini bir inançla ve hâlle kayıtlandırsın? Sevgili hangi yüz, hangi sıfat, hangi örtü ve hangi şîve ile kendisini gösterirse göstersin, ne türlü cilveler ederse etsin ârif gaflet etmeyip kendisini bir yüzle kayıtlandırmaz ve sevgiliyi bir yüzden değil, her yüzden görür. O, kendilerini birer yüzle kayıtlandıranları da hoş görür. Çünkü ârifin manevi çevresi geniştir; bilir ki kayıtlanmak da ilâhî hâllerden bir hâldir ve ilâhî isimlerden bir ismin gereğidir. Bu gerçeğe Kur’ân’da Hz. Hud dilinden söylenen şu âyeti gösterebiliriz: “Yeryüzünde hareket eden bir nesne 23 yoktur ki Allah kudret eliyle onu nâsıyesinden tutmamış olsun, Cenâb-ı Hakk nice dilerse öyle tasarruf eder. Şüphesiz benim Rabbim doğru yol üzeredir 24.”
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu ve boyunduruğu altındadır; ister Celâl, ister Cemâl, ister Mudill, ister Hâdî 25 ne olursa olsun o şey, o ismin doğru yoludur (sırât-ı müstakim)26. İşte inançlar da tıpkı bunun gibidir. Bir kişinin inancı başka bir kişinin inancına göre eğri görünürse de kişinin, zâtında mazhar olduğu ismin i’tibârına göre onun doğru yolu o inançtır. Meselâ yayın doğruluğu eğriliğindedir. “Sapıklık” da “Doğru Yolu gösteren (Hâdî)” ismine nisbet eğri görünürse de “Doğru Yoldan Saptıran (Mudill)” ismine nisbet doğrudur. Ârif olan kişi bu anlamı kavradığı için kimsenin dinine karışmaz. Fakat bu noktada şöyle bir soru sorulabilir ki bunu “Kader” sırrına ulaşmayan cevaplandıramaz: Eğer bütün ibâdetler ve diğer hâller Allah’ın isimlerinin gerektirdikleri ise bunlarda kulun ihtiyârı olamaz. Böyle olunca da herkes kendi hâline mecbur olmak gerekir; cebir 27 ise zulümdür! Bu sorunun açıklanması gerçekte iki asla dayanır: bunlardan biri mâhiyyetlerin 28 yaratılmış olmaması diğeri de bilginin bilinene bağlı olmasıdır 29. İşte bu iki aslı kavrayan insan bir dereceye kadar “Kader” sırrını Allah’ın inâyeti ile kavrayabilir. Çünkü bu iki asıl kader sırrının anahtarıdır.
Birinci asıla yani mâhiyyetler meselesine gelince: mâhiyyetler diye bütün eşyanın Allah’ın ilminde olan suretlerine derler ki bunlar, şimdi bile ilimden ayn’a gelmiş değillerdir. Bu mâhiyyetlere ayni zamanda “A’yân-ı Sâbite” de derler ki Hakk’ın zâtına ait ilminin 30 aynidir. Kâmil insan da tıpkı öyledir ve bir bakıma, zâta ait ilmin aynasıdır 31. Bu mâhiyyetlere Allah’tan gelen feyz de o mâhiyyetlerin kendi zâtlarında olan istidat 32, kabiliyete göre olur. İnancı ve diğer hâlleri ister isyan ve küfür, ister iman ve tâat ve inkıyâd kısaca ne olursa olsun, o mâhiyyetler istidat dili ile33 kabiliyetine göre Ezel-i Âzâlde34 Hakk’tan ne istedi ise ona o feyz olunmuştur. Meselâ buğday tohumunun istidadı yine buğday yetirmektir, arpanın da arpa, darının da darı yetirmektir. Arpa tohumundan buğday, buğday tohumundan arpa ummak budalalıktır. Bunun gibi, her nesnenin mâhiyyeti ve sâbit ayn’ı ezelde Allah’ın kâdim ilminde ne hâl ve ne kuvvet ve etki üzere bulundu ise ve ne ismin mazharı düştü ise, zuhura geldiğinde her birisi kendisinin ezeldeki sıfatları ile açığa çıkar, Allah’ın ilminin 35 onda etkisi yoktur. “Fel müdebbirât-ı emren: işleri çevirip düzeltenleri şahit tutarım Nâziât: 5” sözüne ârif olanlar bu sırrı bilirler ki kendi zâtında o bilinen şey ne hâl üzere ise Allah’ın ilmi de o vech üzere ilişkidedir, isimlerin ve sıfatların gerektirdiği budur. Bilgi, bilinene bağlıdır demekten murâd da budur.
Bütün eşyanın Allah’ın ilminde ne vech ile ve ne hâl ile bulundu ise, toplu olarak o vech ile hükmolunuşa “Kazâ’” denir. Allah’ın ilminde toplu olarak bulunan eşyanın, istidatları hasebiyle tek tek tafsîl üzere ve Şahâdet Âleminde zuhur etmesine de “Kader” denir. Bu tek tek şeylerin zuhurlarının zamanları 36 da o şeylerin istidatları hasebi ile gerekir.
Bu noktada şöyle bir soru da hâtıra gelebilir: ister iman ve inanç, ister küfür, ister hayır ve şer her kişinin bütün hâllerinin ne zamanda zuhur edeceği o kişinin istidat ve kabiliyetine göre hâl dili ile Hakk’tan istemesine göredir, zâti istidat ve kabiliyetine göredir demek bile Hakk’ın yarattığı ve meydana getirdiğidir. Çünkü istidadı da veren Hakk’tır demektir; iş böyle olunca yine cebir olmaz mı?
Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Bütün hakikat ehlince, istidat yaratılmış ve meydana getirilmiş değildir, Çünkü mâhiyyetler yaratılmış ve meydana getirilmiş olmadığına göre o mâhiyyetlerin istidadı ve kabiliyeti ve bütün hâlleri de yaratılmış ve meydana getirilmiş olmamak gerekir. Mâhiyyetler ilmî suretlerdir ki onlarda henüz yaratılma ve meydana gelme yoktur. Herkesin sâbit a’yânı neyi gerektirirse, o kimse o kendi sâbit a’yânının zorunluluğu altındadır, kader sırrı böyle gerektirmiştir. Şu hâlde her şey istidada bağlıdır ve kendisinin mâhiyyeti ve sâbit ayn’ı ve istidadı vechinden ayrılmaz ve başkalaşmaz ve kaybolmaz ve zamanda önce şu şey sonra da bu şey olarak zuhur eder. Bundan ötürü bir şeyin istidat ve kabiliyetinin noksanlığı söze değer bir şey olmamalıdır. Demek ki işin aslında hiç de cebir yoktur.
Cebir de iki kısımdır: biri istenen diğeri de istenmeyendir 37. İstenen cebir odur ki bütün ilâhî emirlere uyup nehy edilen şeylerden kaçınmak şartıyla 38 kendisi için bir fiil ve bir kudret ispat etmeyip hepsini Hakk’tan bilmektir. İstenmeyen cebir de kulun her türlü günahı işlemekten çekinmediği, emirlere uymadığı hâlde sırf kendinin yapmış olduğu fesâdı ve şerri Hakk’a isnat etmesidir. Bu makamda soru ve cevap pek çok ise de bunları ârifler bilir. Bir ârife: “Hakk’ı zulümden nasıl kurtardın?” demişler, o da: “Mülkünde kendisinden başka mevcut bırakmadım” diye cevap vermiş. Çünkü bu takdîrde ne zulümden ne de zulüm yapılacak kimseden söz edilebilir.
Peygamberimiz, kader sırrına tamamıyla vâkıf olduğundan kendisine on sene hizmette bulunan Enes b. Mâlik’e bir gün olsun: “Neden şöyle veya böyle yaptın?” dememiştir.
İbn Arabî’ye göre Allah bazı sırları davet esnasında Nebilerinden gizlemiştir ki bu sırlardan biri de kader sırrıdır. Çünkü eğer istidadı küfre ve fâsıklığa olana, davet fayda etmeyeceğini bilirse davet emrinden acizlik getirir. Bu sebeple Allah, bu gibi sırları Nebilerine davet emri tamamlanıp kâfirler, münâfıklar, müminler ve sâlih olanlar belli olduktan sonra bildirmiştir ki bu da ezelde talip oldukları hâller ve istidatların ve mazhariyetlerin o ânda zuhura ve a’yâna gelmesidir. 39
İşte bütün bu şeyleri bildikten sonra da bir ârif eğer bütün inançları içinde toplayan ayn ile duracak olursa, yine korkulur ki inancını bu mertebeye yetiştirmişken, bunun inancı “Rab ile kayıtlı” bir inanç olmuş olmasın. Zira o kişi öyle sanır ki kendisi mutlak Rab iledir. Hâlbuki o kişi mutlak Rab ile değil, sırf kendi zannı iledir.40 Yani kendi tasavvurunda peydahladığı Rabbi iledir, mutlak Rab ile değildir. Mutlak Rab ise Rablerin Rabbidir. İşte ârifin açıklık ve seçiklikte ve genelleştirmede (ıtlak)41 ve kayıtsızlamada bu noktaya kadar yetişmişken yine de kayıtlanmış bir Rabbe ibâdet etme korkusu vardır. Çünkü her ne kadar ıtlak ile kayıtlanırsa da yine de korkudan kurtulunmuş olamaz. Korkudan tamamıyla kurtulabilmek için “Yakin”in elde edilmesi, yani Hakk’ın meydana çıkması gereklidir.42
Yakin ehli yakini üçe ayırmışlardır:
a- İlm-el-yakin (Bilmek).
b- Ayn-el-yakin (Görmek).
c- Hakk-el-yakin (Olmak).
Bilime ait yakin, eserlerden eseri Yaratana (Müessire) istidlâldir.
Görmeye ait yakin, eser ve istidlâl perdesi olmaksızın doğrudan doğruya ve gören ve görünen vasfından sıyrılmış büyük bir zevk içinde, eseri yapanı görmek ve görünen varlıklarda yok olmaktır.
Hakk’a ait yakin de bilme ve görme ile yakin hâsıl edilen ile mütehakkık olmaktır ki bu makam beka ve şuûr makamıdır.
Meselâ, cesaretin varlığını bilmek birinci yakine, başkasının cesaretini görmek ikinci yakine, cesaretin insanın bizzat kendisinden zuhur etmesi de üçüncü yakine benzetilebilir.
Şimdi, bilme ile görme birbirine perdedir. Çünkü henüz bilim olan yerde görmek yok demektir. Ve çünkü bir şey görüldüğünde bilim gitmiş olur yani bilime lüzum kalmaz. Zira kaybolup yok olucu olan hayret ve cehâlet ile vasıflanmıştır ve bu ise bilime aykırıdır.
Hakka ait yakin mertebesinde ise bu perde olma keyfiyeti artık ortadan kalkmıştır ve bilim ile görme birbiriyle birleşmiştir. Bundan ötürü de bu yakin beka ve şuûrun vatanı olmuştur.
Ancak hakikat yolculuğu velâyet makamı ile ilgili bulunmakla ve gelişme de aşağıdan yukarıya olmakla bu yakinlerin her üçü de ancak kendi mertebelerinde yerindedir. Çünkü aşağıdan yukarıya yükselip sırf basîtlik mertebesi zuhur edince bu fenâ’ ve beka mertebelerinden söz etmeye de artık lüzum kalmaz. Daha başka bir deyişle Hakk’a ait yakin mertebesine dâhil olduktan sonra da onunla da kayıtlanmamalı ve namsız, nişansız, sözsüz, şuûrsuz olan mertebede, (Ve men dahalehu kâne âmenâ) mertebesinde, zâtta karar kılmalıdır.
Veliliğe hâss ilim de “Ledün” ilmidir.
Veliliğin kendisi fenâ’ ve bekadan yani ayrılma (inkıtâ’) ve birleşmeden (ittisâl) ibarettir. Veliliğin sıfatı ise gurur ve kibri terk etmek ve karar diyarına yani zâta meyledip bağlanmaktır. Böyle olunca da her türlü hayırlar ve kemâller o kutsal olana, her türlü şerler ve noksanlıklar da mümkün olan varlığa râcî olur. Burada şu âyete işaret edebiliriz: “Sana hayırdan isabet eden şey Allah’tandır ve sana şerden isabet eden şey senin kendindendir (Nisâ: 78)”.
İşte Allah bilgisi de tıpkı yukarıda açıklanan yol üzeredir, anlayan anlar. Ancak, bu noktada korkudan kurtulup yakine ulaşmak için o her şeyi kendinde toplamış gerçeğin ıtlakının ve kayıtlılığının nasıl olduğunu ve nasıl mutlak i’tikad olunmak gerektiğini iyice bilmek zorunludur.
İbn Arabî’nin işaret ettiği o her şeyi kendinde toplamış olan gerçek (Hakikat-ı Câmia) birçok adlarla adlanmıştır. Şeyh Irakî ve ona bağlı olan onun gibiler onu aşk ile İbn Arabî ve Sadreddin Konevî gibi bazıları da onu ezelî kuvvet ve nutk ile ta’bîr etmişlerdir. Fakat hepsinin murâdı bir tek zât ve bir tek gerçektir. Buna Arapçada “Vücûd”, Türkçede “Varlık”, başka dillerde de başka şeyler derler ki gerçekte o, bütün bunlardan arınmıştır (münezzeh). Onu vücûd, aşk, nur, rahmân nefsi 43 diye adlamaları ancak onu anlatabilmek içindir. Bütün bunlar bir tek zâtın ismidir ve o Hakk’tır.44 Mutlak vücûdu ta’bîr edenler onu mutlaklığın her türlü kaydından ve arınmaktan da mutlak saymışlar ve hattâ arınmaktan da arıtmışlardır (tenzihten de tenzih etmişler) ve hattâ bu kayıttan bile arıtmak gerektir demişlerdir. Bu hâl ise ancak, zevkle kavranabilir. Bu hâlde öyle bir şerîf zât düşünülür ki o zât sınırsız genişliği ve kaplayıcılığı ile hem bütün bu açıklanan mertebelerin aynıdır hem de ayni zamanda bu mertebelerden yine de arınmıştır. İşte bu suretle o zât hem kayıtlanmış, hem mutlak, hem her şeyi kendinde toplamış, hem de her şeyden arınmış olur. Itlak gereğince izzet ve istiğnanın kemâli ile izzetli ve müstağni olup ona ne naz ne de niyaz erişir. Bu hususta Kur’ân’dan şu âyetlere ve ayrıca şu hadîse işaret edebiliriz:
“Allah bütün âlemlerden ganîdir………………………………. “,45
“Allah vardı ve onunla birlikte hiç bir şey yoktu………… “,46
“Göklerin ve yerin Tanrısı onların bütün isnatlarından tamamıyla münezzehtir”.47
Bu makamda o ismin, resmin (şekil, suret), na’tın (methetmek suretiyle vasıflama) ve sıfatların hepsinden sıyrılmış ve arınmış sayılır. Fakat bütün bu mertebelerinde seyr eden ve cilve gösteren, bu her şeyden arınmış olan zâtın yine kendisidir ve o her mertebenin ayni olup her şeyi kendinde toplamış olmakla da her isimle isimlenmiş, her resmle resmlenmiş ve her na’t ve sıfatla na’tlanmış ve sıfatlanmış olarak her mertebeye iner. Fakat onun bu inişi de ayni kemâldir. Bu hususta şu kudsî hadîse işaret edebiliriz: “Hasta oldum sormadın, aç oldum doyurmadın.” O, bu inişinde sıfatların, inişlerin ve mertebelerin zıtlarını da kabul eder ki onlar onun için zıt sayılmazlar.48 Ancak, bir sıfat yoktur ki zıddı ile de sıfatlanmış olmasın. Bu sözün anlamını da ancak erenler bilir. (O baştır, sondur, dıştır, içtir ve o her şeyle bilicidir).49
Buraya kadar ıtlak ve kayıtlamanın ne olduğunu anlatmaya çalıştık. Eğer, bu iki nokta gereği gibi bilindi ise ıtlak ile kayıtlamanın da ayni kayıtlama gibi olduğu da bilinecektir. Çünkü Hakk bütün mertebeleri çevrelemiş olduğundan “Her nereye dönerseniz orada onun bir yüzü vardır”50 âyetince onun her mertebede bir yüzü vardır. Hâl böyle iken bir yüze iman edip diğer yüzleri yalanlamakla Hakk örtülmüş, küfre nisbet edilmiş olur. Meselâ puta tapan ibâdetini sadece o puta hasr ve o putla kayıtladığı ve o puttan başkasını yalanladığı için küfre nisbet olunur. Müslümanlıkta da hâl odur ki eğer bir Müslüman bütün görünen varlıklardan tek bir görünen varlıkta bile Hakk’ın varlığını yalanlarsa şeriatça da o Müslüman sayılmaz. Bu husus için de şu âyete işaret edebiliriz: “Tanrın buyurdu ki ondan başkasına tapmayın'”.51
ltlakın gerçeğini kavramış olana Allah ârifi (Ârif-i Billâh), Allah velisi (Veliyyullah) ve Allah ehli (Ehlullah) derler. Bu gerçeğe Kur’ân’da şu âyeti işaret edebiliriz: “Allah’ın evliyaları sınıfına girenler korku ve tehlikelerden kurtulurlar, onlar için hüzün de yoktur”.52
İbn Arabî’ye göre Rablerin Rabbine ârif olanlar en sonunda mutlak olan Hakk’a ibâdet ederler. Kayıtlanmış Rabbe ibâdet edenler ise sadece kendi tasavvurlarında peydahladıkları mabuda i’tikad ve ibâdet etmiş olurlar ki bunlara ayırıcılar (Müteferrikun) derler. Ve şüphesiz ki vâhid-ül-kahhâr olan Allah ayırıcılardan hayırlıdır. Çünkü mülkünde kendisinden başka kimse yoktur (Yusuf: 39).
Bu noktada şu gerçeğe de işaret edelim ki vâhid-i kahhâr olan Allah bir kuluna kahhâr sıfatı ile tecellî etse onun nazarında bütün eşya yok olur ve “her şey yok olucudur ancak Allah’ın yüzü bâkîdir”53 ve “Nereye dönseniz Allah’ın yüzü ordadır” 54 sözünce irâdî ölüm ile ölüp Hakk’tan başka bütün eşyayı yok görür ve hattâ kendisi bile yok olup tüm (küllî) fenâ’ ile fenâ’ (Fenâfillah) hâsıl olur 55 ve Allah’ın cemâlinden başka bir şey kalmaz. Böyle bir kimsenin bu cezbe hâlindeki fânîliği şudur ki, artık onun için zaman ve mekân diye bir şey kalmaz ve felek ve melek diye bir şey de söz konusu olamaz. O vâhid-i kahhâr olan Allah, kendisine: “O gün mülk kimindir?”56 diye hitap eder fakat cevap verecek başka bir kimse olmadığından yine kendisi bütün azameti ile: “Vâhid-ül-kahhâr olan Allah’ındır” 57 diye cevap verir. Ârif bu cezbe hâli içinde bütün bütün yok olup gitmişken Allah kendi varlığından ona yeni bir varlık ve hayat verir onu kendi boyası (Sıbgatullah)58 ile boyar. Bundan ötürü de o kimsenin dışında (zâhir) ve içinde (bâtın) olan bütün vasıfları değiştirir “O gün arz ve semalar değişip başkalaşacak” 59, Allah o kimseye, kendiliksiz yokluktan varlığa (mahvdan sahv’a)60 geldiği zaman görüp işitsin, sorup anlasın ve bilsin diye artık hakkanî göz, kulak ve dil verir. Fakat bu kimsede o tecellî hâlinde bulunduğu müddetçe ne ilim, ne ma’rifet ve ne de şuûr vardır. Zira o tecellî hâli, mutlak yokluk hâlidir. O kimse ancak uyanıp kendine geldiğinde (sahva geldiğinde) anlayabilir ve bilebilir. Bu daireye ulaşanlar artık kulaksız işitirler, dilsiz okurlar. Zira bu daire artık ilmî yakin dairesi değil, ayn’a ve Hakk’a ait yakin dairesidir. Bu daireye ulaşanlar artık korku ve ümitten (havf ve reca) kurtulurlar.
Ve yine İbn Arabî’nin bildirdiğine göre keşf 61 ehlinin bütün mezheplere, gerek kâinâta ve gerek ulûhiyyete ait bütün mülk ve makamlara bilgileri vardır. Onların ilmi her şeyi kaplamış olup hiç bir şeyin câhili değildirler. Tam keşf sahibi olanlar kâinât veya Allah hakkında söylenen her bir sözün hangi makam ve mertebeden alınıp söylendiğini bilir ve söyleyeni de ayıplamayıp hoş görürler. Zira bilirler ki Allah boş (abes) bir şey yaratmamıştır. Ârif, Allah’ın bütün isimlerini gereği gibi bildiği için bütün makamların ve mertebelerin Allah’ın isimlerinin gereği olduğunu ve bütün eşyanın Allah’ın isimlerinin meydana çıkıp görünmelerinden ibaret bulunduğunu ve Allah’ın isimlerinin bu görünenlerin yüzündeki zuhurlarının da o meydana çıkıp görünenlerin istidat ve kabiliyetleri dışında olamayacağını da bilir. Bu derece ârif olanlara Allah bütün isimleri toplayıcılığı (Câmi’-ül-Esmâ’) bahşetmiştir ki o her şeyi içermiştir, dairesi geniş ve kaplayıcıdır. Nitekim Peygamberimiz de “Cevâmi’-ul-Kelim” sahibi idi.62 İşte, böyle olan bir ârif de Ümmî Nebî’nin mirasçısıdır ve Muhammed’in hakikatine ulaşmıştır.
Ve yine İbn Arabî buyurmuştur ki kemâl sahibi her ne zaman “Huu!” lâfzını dile getirse kendisi Huu olur ve Huu dediği zamanda artık kendi bulunmaz. Bu nokta Allah bilgisi sırlarındandır, bunu herkes bilemez. Bu noktaya Allah ehlinden hiç bir kimse, ya kıskançlığından ya da korkusundan, tenbîh ve işaret etmemiştir. Çünkü bu noktada kul Hu dediği zamanda kuldan Allah’ın yaratılışı zâhir olur ve çünkü bu vakitte kulunun dilinden söyleyen Allah’tır. İşte, Huu kelimesinde gizli olan ma’nâ budur. Lâkin bu makamda anlatılmak istenen şudur ki kemâl sahibi ne zaman Huu dese, Huu dediği zamanda kendi varlığını tamamıyla yok edip “ölmeden önce ölünüz” 63 gereğince irâdî ölüm ile ölür. Dışta ve içte kendi vücûdundan eser bırakmaz; kendisini tamamıyla Hu deryasına salar ve orada boğulup hiç bir nam ve nişanı kalmaz; kendisi Huu olur 64. Çünkü damla deryaya düştüğünde ayni derya olur.
Huu deryasından murâd vahdet deryası, aşk deryası, mutlak vücûd deryası ve nur deryasıdır. Kendisini “Huuuu”ya veren ayni nur olur. Bundan ötürü Peygamberimiz bizleri irşâd için daima “Ya Rab! Beni nur eyle!” diye dua ederdi. Şüphe yoktur ki Peygamberimizin kendisi nurdur; böyle demesi sırf belletme içindir. İşte irâdî ölüm ile ölüp kendisini “Huuu!” deryasına bırakanlar “Huuuu!” olurlar, nur olurlar, hoş ve temiz olurlar 65. Huu, Türkçede “o kimse” demektir ama asıl murâd Hakk’ın zâtıdır. Başka bir deyişle “Huuuu!” demek bütün varlığın, hattâ insanın kendi varlığının da Hakk’ın varlığı olduğunu düşünüp bütün varlığı ve kendisini zât deryasına salmak ve zâttan başka hiç bir şey kalmamak demektir 66. Bunun için “Huuuu!” ismini dile getirenler “Huuu!”dan murâd müsemmâ olduğunu bilmelidirler ki “Huuu!” dedikleri zamanda ne isim, ne resm, ne zaman ne mekân ve ne nişan, kısaca hiç bir şey bırakmayıp “Huuuu!”nun zâtında yani müsemmâda bütün varlığı ve kendilerini yok edebilsinler. Kulun dilinde “Huuuu!” diyenin yine kendisi, “Huuuu!” olmak gerekir.
Bu anlam anlaşıldıktan sonra kul ister “Huuuu!” desin, ister “Ben” desin, ister “Biz” desin, ister “Siz” desin, hepsinden murâd “Huuuu!”nun zâtı olur yani “Huuuu!”nun kendisi olur. Yine İbn Arabî âriflerin bu anlama işaret etmediklerini bildirmektedir. Çünkü ona göre bunun sebebi tehlike mevcut olduğundandır ve tehlike de şudur ki, bunda kul Hakk’ı yaratmış olur. “Huuuu!” dediğin vakitte tekvin, halk, vaz’ gibi lâfzlar ayni anlamı taşırlar. Başka bir deyişle “Huuuu!” diyen kimse kâmil bir uyarıcıya yetişip kâmil olmamışsa yani aşk şarabını içip Allah’ta yok olmamışsa “Huuuu!” dediği zamanda Hakk’ı kendi tasavvuru ve inancı ve kayıtlaması üzere tahayyül ve tasavvur eder. Çünkü o henüz ıtlaka erişmemiştir. Bu sebepten Kendi tasavvuruna göre kayıtlı ve sınırlı bir Hakk peyda eder yani Hakk’ı kendi yaratmış ve îcâd etmiş olur ve kendi îcâd etmiş olduğu Hakk’a tapmış olur. Gerçi “Ben kulumun zannı üzereyim” sözünce Hakk’ın kulun zannında da bir yüzü vardır fakat kulun kendi yaratışına ve zannına göre zuhur edip yüz gösterir. Çünkü hiç bir kayıtlanmış yoktur ki mutlak’ın onda bir yüzü olmasın ve bir mutlak da yoktur ki kayıtlanmış o mutlak’ın bir yüzü olmasın. Şimdi bütün bunların hepsinde, kendisini yaratan ve îcâd eden yine kendisidir; ancak bu yaratış ve îcâd kulun inancına göredir. Kulun îcâdı olan mabut da kayıtlanmış bir mabut olur, mutlak mabut olmaz dolayısıyla sakınmak gerekir.67 Kemâl budur ki, kul “Huuuu!” dediği zamanda kendi varlığından tamamıyla sıyrılıp, yok olup hiç bir özel zan, kayd ve inanç ile kendisini kayıtlandırmayıp hiç bir suretle özelleştirme ve kayıtlandırmada bulunmamak gerektir ve ancak böyle olursa o kul, mutlak olan ilâha ve Rablerin Rabbine tapmış ve ibâdet etmiş olur. Fakat eğer, özelleştirir ve kayıtlarsa o zaman kendisinin yarattığı mabuda ibâdet etmiş olur ve “Hevâ ve hevesini kendine mabut edinen kimseyi gördün mü?” 68 âyetince sakınca gerekir.
Bu, “Huu!” demesini bilen kâmil insanı ve Hakk’ın yaratış ve yaratılışı konusunu öneminden ötürü biraz daha açıklayalım. Kâmil insan, nefeslerinden zevklenen ve onlara bekçi olup gönül hazinesinin kapısında oturan ve Hakk’tan başka fikirlere Hakk’ın kitaplığına girmeye yol vermeyen insandır. “Yaratılmışların her bir nefesinde Hakk’a yol vardır” sözünce bu her nefesi bizzat alıp ve Hakk’tan alıp yine Hakk’a vermektir. Bilinen şeydir ki insandan nefes çıktığı vakit bu nefes kendiliğinde heyûlânî olup hiç bir renkle renklenmiş değil iken kulun inancı, ameli ve fikri ne ise nefes o renge boyanır ve o örtüye bürünüp çıkar.
Şimdi gönlü, Hakk’ın rızasına karşıt olan tehlikelerden korumak gerekir. Zira kulun kalbi Hakk’ın hazinesi ve kitaplığıdır ve insan da bu hazinenin bekçisidir. Kötü fikirlerin yani Hakk fikrinden başka olan dolayısıyla hırsız ve çapulcu olan fikirlerin gönle girmesine yol vermemelidir. Bu konuda da şu hadîs gösterilebilir: “Müminin kalbi Allah’ın evidir; Müminin kalbi Allah’ın Arşıdır; Müminin kalbi Allah’ın hazineleridir ve Müminin kalbi Allah’ın aynasıdır ”69. Şu halde, hazine bekçisi ihmal edipte Hakk’ın hazinesini hırsızlara yağma ettirirse hâli kötü olur; zira hâin olmuş olur. Allah ise hainleri sevmez. Murakâbe ehlince, zâhir ehlinin hâtıraları da dışta ceryan eden sözler ve işler gibidir. Murakâbe ehli, Hakk’ın rızasına aykırı düşen hatıralardan sorumludurlar. 70 Bu noktada da: “İyilerin iyilikleri Allah’a yakın olanlar için kötülüktür” 71 denilmiştir.
Gerçekte Allah’ın kendi fikrinden başka fikirlerin kulun gönlüne girmesine rızası yoktur. Çünkü kulun gönlü onun kendi evidir. Bir hadîse göre de bir kimse gönlünde Hakk’a ait fikirlerden başka olan fikirlere yol verirse Allah’ın Kâ’be’sini putlarla doldurmuş gibi ve put hane yapmış gibi olur. Gerçi, kalbde o hatıraları yaratan Allah’tır, lâkin kul o hatıraları kalbinden çıkarmayıp ve onların yerine Hakk fikrini koymayıp Hakk’tan gaflet ederse 72 ve bu gaflette inat edip dayanırsa sorumlu düşer. Bu noktayı biraz daha açıklayalım: Allah, “O, her gün başka bir şe’ndedir” 73 âyetince, daimî ve ebedî olarak tecellî üzeredir. O tecellîden Hakk emri 74 meydana çıkar ve Allah’ın kulu üzerine iner 75 ve Allah kulunun gönlünü ziyarete gelmek üzere bulunur. O Hakk emri, gayba ait bir misafirdir ve Hakk’ın huzurundan yolculuğa çıkıp hiç bir renkle renklenmeksizin 76 mümin kulun kalbine indikte eğer kul, gafil olmayıp Hakk ile ise o gayba ait misafir olan Hakk emri gönülde olan Hakk’a kavuşur. Bu yolda şu kudsî hadîse işaret edebiliriz: “Yerlerime ve göklerime sığmadım yalnız mümin kulumun kalbine sığdım”. Gayba ait misafir olan Hakk emri gönülde olan Hakk’a kavuşunca da Rabbe ait emirle birleşmesinden güzel, kutsal bir suret hâsıl olur 77 ve nicelikten ve nitelikten sıyrılmış olarak yine Hakk’a geri dönüp Hakk’a ulaşır. 78 Nasıl, ruhlar yolundan değil de her şeyden sıyrılmış bir iniş (nüzûl) ile indi ise yine her şeyden sıyrılmış (münezzeh) bir yükseliş (urûc) 79 ile yükselir ki onu ne melekler (ruhlar) ne de felekler bilebilir. Melekler ve felekler ancak her şeyden sıyrılmış bir nur görürler fakat ondan ilerisini bilemezler. Eğer gönül Hakk’ın zikrinde ve fikrinde olursa o kul o gayba ait misafire gereken riâyeti gösterip hakkını yerine getirmiş olur. Eğer Hakk emri kulun kalbine indiğinde Hakk’a ulaşamaz da ancak meleğe ulaşabilirse bu birleşmeden meleğe ait bir suret hâsıl olur ve ruhların yükseldiği 80 yoldan yükselir (urûc) ve Sidre’ye 81 kadar uçup orada durur. Eğer o Hakk emri indiğinde insanın göğsünde ve kanında Şeytan’a ulaşırsa o zaman da yine ateşe ait ruhsal bir suret hâsıl olur ve bir siyah kuş 82 suretinde Şeytana ait yükselişlerden (mi’râc) Ay feleği altına kadar yükselip ondan yukarı gidemez ve kıyâmete kadar orada kalır. Eğer, kalbinde nefse ulaşırsa nefis bir suret hâsıl olur ve güzellik kuşu suretinde yükselip Cennete varır ve sahibi gelinceye kadar o suretin mizacına uygun yukarıdan inen (nâzil) nimet ile nimetlenir 83. Bunların birleşmelerinden de türlü türlü suretler hâsıl olur. Ancak insan kendiliğinde ilâhî bir faaliyet yeridir ki ona daima Allah tecellî 84 eder ve Hakk emri iner ve bu emir renksiz ve niteliksiz iken onu insan rengi ile bir eder dolayısıyla insanın inancına, işine ve zannına göre türlü türlü ve renk renk suretler îcâd ve tekvin eder 85. Fakat kâmil insan bütün bu hallerde gaflet göstermeyip insana niceliksiz, niteliksiz ve renksiz inen Hakk emrine o da niceliksiz, niteliksiz ve renksiz olarak kavuşmalı bu suretle de Hakk emri hukukuna riâyet edip, kendisine renksiz gelen bu emri yine renksiz olarak göndermelidir.
İnsanın, dışında ve içinde (zâhir ve bâtınında) olan fiilleri, fikirleri, inançları, hareketleri, tasavvurları ve nefeslerinin tek bir zerresi bile kaybolmayıp iyi veya kötü kabiliyet ve istidadına göre türlü türlü örtüler ve suretlerle meydana çıkar. Âhirette de insanlar bu saydıklarımızdan sahip olduklarına göre nimetlenip lezzet duyarlar ve yahut azap ve elem çekerler, yani buradaki hâlleri orada âşikâr olur. Bu konu için de şu âyete işaret edebiliriz: “Miskal kadar hayr işleyen işlediğini görür, miskal kadar şer işleyen de işlediğini görür”.86
İbn Arabî yine işaret eder ki bir hadîste Allah’ın kendi nefsini yarattığı bildirilmiştir, akıllar da bunu reddetmiştir. Fakat akılların bunu reddetmesi algılarında kısır oldukları içindir. Çünkü tikel akıl (akl-ı maâş) bunu algılayamaz, bu niteliği algılamaya maâd aklı gerektir. Zira kendisini yaratır demek dıştan çirkin görünür ama anlam bakımından gerçekte pek güzeldir, kendine hâss yepyeni bir anlamdır. Bu keyfiyeti yalanlayan akıllar anlamamışlardır ki her kim Allah hakkında bir söz söylerse o kendi nefsinde Hakk’ı bir suret tasavvur etmiştir ve o kimsenin tasavvur edip ibâdet ettiği Allah’ın ta kendisidir, başkası değildir. Çünkü Allah kulun tasavvuruna, inancına ve zannına göre kalb aynasında yüz gösterir. Burada mutlak olan Hakk, kulun tasavvuruna göre zuhur eden Hakk’ı değil ancak kendi kendini yaratmış olur. Her şeyin yaratıcısı Allah’tır, ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun inancına göre meydana çıkan da eşya cümlesindendir. Bu bakımdan da onu da yaratan Hakk’tır. İşte anlaşılması gereken anlam budur. Bilinmelidir ki “Halk”, “Ca’l”, “îcâd”, “Sun’ ”, “Tekvin” bütün bunlar bu yerde hep tek bir anlamadır ve bunlardan murâd da zuhur ve celâ (Hakk’ın, zâtı için zâtında zuhurudur ki asıldır, ebedîdir) ve izhar ve isticlâdır (Hakk’ın taayyünâtta kendi zâtı için zuhuru). Hakk, kendisini yaratır demekten murâd tasavvur eden kulun tasavvuruna ve zannına göre kendisini âşikâr kılar demektir. Bir kimsenin kendisini bir, aynaya bakmaksızın görmesi ve bilmesi vardır, bir de aynaya bakmak suretiyle görmesi ve bilmesi vardır. Şüphe yoktur ki aynaya bakmak suretiyle görmekte ve bilmekte başka bir safâ’ vardır. Onun içindir ki Hakk bu âlemi ve bu Âdemi yaratıp kendisine ayna yaptı. Ancak Allah âlem denen aynada kendinin aksini, insan denen aynada da kendi aynını görür ve bakıp seyreder. Âdemden murâd da insandır. Âlemi ve Âdemi yaratıp kendisine ayna yaptı demekten murâd da kendisini ayna suretinde âşikâre edip ve yine kemâl üzere olan cemâlini o aynada kendisine gösterip ve bir yüzden bakan olup ve kendisinin güzelliğini görüp âşık ve hayran olup ve niyaz üzere olup ve bir yüzden de ma’şûk olup naz ve şîve üzere olup kendi güzelliğini kendine gösterdi ve cilve etti demektir. Bu noktada gören, görünen, görme ve ayna, ayni bir şeydir ve bu kâmil insan öyle cilâlı parlak ve mutlak bir aynadır ki o mutlak cemâl bu aynada hiç kayıtlanmaksızın kendi kendisini müşâhede eder. Kâmil insanın aynası Hakk’ın tecellîsine göredir. Başkasında tecellî, kulun zannına ve kabulüne ve inancına göredir.87 Allah doğru söyler ve doğru yolu gösterir.
Bu konuyu burada kapatmak üzere kısaca İbn Arabî’nin “Fusus”unun son sözlerine işaret edelim. Onun orada dediğine göre inanılan Allah, ona nâzır olup inanan kulun kendisinin bir sanat mahsûlüdür. Ona ettiği senâ’, kendi senâ’sıdır. Onun içindir ki başkasının inancını kötüler. Eğer insâfı olsaydı bunu yapmazdı. Fakat ne çare ki o özel mabut sahibi bilgisizdir. Bu sebeple başkasının inandığını kötüler ve ona karşı gelir yani başkalarının mabutları hakkında olan inançlarına, kendi inancına aykırı göründüğü için, karşı gelir ve onları yalanlar. Eğer, Şeyh Cüneyd Hazretlerinin “Suyun rengi kabına göre olur” sözünü bilse idi hiç karşı koymaz, her inanç sahibinin inancını yine kendi sahibine teslim eder ve ârif olup Allah’ı her surete göre bilirdi. Hâss mabut sahibi ise zan sahibidir, âlim ve ârif değildir. Bunun için Allah, “Ben kuluma, ancak, inandığı surette âşikâr olurum, ister ıtlak etsin, ister kayıtlasın” 88 diye buyurmuştur.
İnançların ilâhı kayıtlıdır, sınırlıdır, sınırlamaya ve belirlemeye gelir ki kulun kalbine sığan ilâh odur. Fakat bu da başka bir ilâh demek olmayıp ayni Hakk’ın bir yüzüdür. Ancak, mutlak olan ilâh (ki ondan büyük ve başka Tanrı yoktur) hiç bir nesneye sığmadığı gibi gönle de sığmaz. Nasıl sığsın ki o bütün eşyanın aynidir ve kendisinden başka bir şey yoktur ve gönlün de aynidir. Şu hâlde, onun hakkında kendi vücûduna sığar veya sığmaz demek bu makamda 89 caiz olmaz. İşte, bu nokta böylece anlaşılmalıdır. Bunu daha açıklamak için, şöyle bir temsîl yapalım:
Bir sevgilinin yüzüne bakılsa ve onun etrafına yüz binlerce ayna konulsa o sevgili nefsinde tek bir sevgili ve tek bir yüz iken etrafına konulan aynaların kabiliyet ve istidatlarına göre kiminde parlak, kiminde sönük, kiminde doğru, kiminde eğri görünür. İşte bir kimse sevgilinin ancak bir aynada olan yüzünü görüp de diğerlerini yalanlarsa o kimse ârif olmamış olur. Ârif olan Hakk’ın her hangi bir aynada gördüğü bir yüzünü değil, diğer aynalarda gördüğü diğer yüzlerini de kabul ve teslim eder ve hattâ ârif Hakk’ı aynasız da görür. Bu noktayı daha fazla açıklamak gerekmez. Ârif, ne kadar düşünse ve zevk etse kaldırır.
Diğer bir misâl: bir insan güneş ışığını görmemiş olsa ve bir karanlık eve konulsa ve bir gün o evin içine renkli camlardan bir pencere açsalar, sabah olup güneş doğunca güneşin ışığı camların rengine göre çeşitli renklerde görünecek ve daha önce güneş ışığını görüp bilmeyen o insan da güneş ışığını meselâ sarı, yeşil, kırmızı… ilâ diye bilecek ve böyle inanacaktır. Fakat güneş ışığını görüp bilmiş bir ârif, işin aslını bilir. Bilir ki suyun rengi kabın rengine göre olur. Bütün eşyaya ışık veren de Hakk’ın nurudur. Bunun için de Kur’ân’da şu âyete işaret edebiliriz: “Allah, yerlerin ve göklerin nurudur”.90
Kısaca, ârif nazarında iki cihan aynasında görünen, tek bir yüzdür. Fakat ârif vardır ki “Hiç bir şey görmüş olmam ki onun arkasında Allah’ı görmüş olmayayım” der. Ârif vardır ki “Hiç bir şey görmüş olmam ki onda Allah’ı görmüş olmayayım” der. Ârif vardır ki “Hiç bir şey görmüş olmam ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım” der. Ve yine, ârif vardır ki “Ancak, Allah’ı görmekteyim” der. Ve yine, ârif vardır ki “Ancak, Allah görünür o da görünmeyen Allah’tır” der. İşte, bu beş hâl (Tavr) dışta (Afâk) olan hâllerdir ve kâmil insan, kâmil ârif, bu beş hâlin hepsini görüp kendinde toplamış olan insandır. Ancak, dıştaki beş hâli kendinde toplamış olan kâmil insan, kendi nefsinde de beş hâl daha görür ki bunun açıklanması doğru bulunmamış ve bu sır ancak ehlinden ehline verilmiştir ki bu dile ve kaleme gelmez ve bunu tatmayan bilmez.