Varlık Allah’ın Rahmetindendir, Yokluk ve Ölüm Yoktur

Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe

Varlık Allah’ın Rahmetindendir, Yokluk ve Ölüm Yoktur

Ek Notlar

l- Dış anlam bakımından Allah’ın rahmeti ve gazabı bütün eşyaya dahilmiş gibi anlaşılır. Hâlbuki hakikatte gazap yine o şeyin kendi hükmünden çıkar. Zâten, ayrı bir gazap düşünülemez çünkü Allah rahmet üzerindedir yani varlık üzerindedir. Onun gazap olması nisbette kendi hükmüne göredir.

Rahmetin de gazabın da Hakk’a ispatına gelince: hocalar derler ki rahmet de gazap da Allah’tandır. Hâlbuki rahmet de gazap da nisbette tikel ruhlar arasındadır. Fakat bu tikel ruhlar da tümel ruhun parçaları olmakla daha doğrusu tümel ruh, çeşitli tikel ruhlar görünüşünde hareket etmekle bu bakımdan merhamet de gazap da Allah’tandır sözü de doğrudur. Fakat bu söz ancak vahdet bakımından doğrudur. Çünkü ne varsa hep o Al­lah’ın vücûdudur, ondandır.

Her şeyin tabii seyrinde gitmesi rahmettir ve bundan ötürü de “Allah’ın rahmet derya­sı büyüktür.” derler. Gazap da şer gibi, nisbetlerdeki zıtlardan doğar ve hayâlden başka bir şey değildir.

İlâhî rahmetin vücûtça ve hükümce eşyaya yayılması da mutlak vücûdun farka gelmesidir ki eşya sonradan olmuştur, gerçek vücûda nisbetle hadîstir. Bundan ötürü şekiller bakımından meydana gelen i’tibârî gazap, şer, arazlar da hadîstir ve bundan dolayı da asıl olmayıp fânîdir, hayâldir. Esas nurdur, ondan hâlis nâr (ateş), ondan da sırasıyla unsurlar, onlardan da milyarlarla şekiller meydana geldi ve her gelen şekil, kendinden öncekine bir zıt oldu, bir gazap oldu, bir şer oldu. Fakat nurdan çıkan ve ona zıt olan bu şekiller tahavvül ve istihâle dolayısıyla kesâfetten letâfete doğru geri giderek yine hâlis ateş olacak ve nihayet yine nur olacaktır. Demek ki nurun zıtları yine nurdur ancak nurun başka şekiller­de görünmesidir, hayâl yapmasıdır. Nur, her an mevcuttur, onu yok edemeyiz. Çünkü var­lık yok olamaz. İşte, o nur ilâhî rahmettir ve asıldır.

Her şeyin hisse ait vücûtta âlemlere ait irâde ile sıfatlanması da hareketle yani devranla sıfatlanmasıdır. Hissî vücûttan maksat da her şeyin devrandaki mevcudiyetidir. Her şeyin mevcudiyeti, devranda olan iktizâ’sıdır. Hissî mevcutlar, mümkünler âlemidir.

İlâhî rahmet farka yani âlemlere yayılmasa ve fark da en sonda yokluğa yayılmasa, yani râcî’ olmasa ne varlık ne de yokluk bilinirdi. Vâkıâ, zât deryası ilâhî rahmettir fakat bilinmesi için fark lâzımdır. İlâhî rahmet farka geldiği ândan itibaren de kendi zıtları olan gazap, şer, nisbet üzere mevcut olur. Şu hâlde var olan, mevcut olan ilâhî rahmet olup gazap, şer, kesâfet…v.s. rahmeti meydana çıkaran ve rahmetin kendinden hâsıl olan zıtlardan başka değildir. Öyle ise, menfî olan bu şeyler yoktur. Var olan hep o zât, hep o derya, hep o nurdur ki “el’ân kemâ kân”dır.

2- Yazıdan da anlaşılacağı vech ile gazabın mevcudiyeti rahmetin mevcudiyetini gerektirir. Easasta, hareket bir harekettir. Hat, noktadan çıkar ve doğru bir hattır. O doğru hattın kendi gidişinde, devrinde küçük bir eğilmesi ve doğruluğunu kaybetmesi zıtları teşkil eder. Rahmete nisbetle düz hat rahmet ise, eğri hat da gazaptır.

Bir kimse için rahmet olan bir şey, diğer bir kimse için gazaptır; bir kimse için gazap olan bir şey de diğer bir kimse için rahmet olabilir ki hayr ve şer, celâl ve cemâl de hep bu misâl üzere gider. Kısaca, hareket bir harekettir ve zıtlar o hareketten meydana çıkan fânî şeylerdir. Fakat bu fânî zıtların, aslı farka getirmek için, nisbette mevcudiyetleri elzemdir.

Rahmet, hayattır. Hayat veren her şey rahmettir. Nitekim “hava rahmetli” sözünden asıl maksat da budur. Çünkü yağmur hayat vericidir. Hayata engel olan her şey de nisbet­te gazaptır, şerdir.

3- Rahmetin bilinmesi bakımından gazap rahmetten önce gelir. Gazabın zuhuru bakımından da rahmet gazaptan önce gelir. Hakikatte ise asıl olan, zâtî olan, rahmettir.

4- Vücûd aslında rahmettir çünkü nurdur. Fark da aslında rahmet olan nurdan meydana gelmiştir.

Her zerre kendi doğru yolunda rahmet olduğu gibi bir kaç zerrenin ayni bir fiilde müşterek hareket etmeleri de rahmettir. İnsanlar için de bu böyledir. Fikirlerde iştirâk olsa da fiilde ayrılık olursa o ortaklık rahmet olmaktan çıkar. Çünkü fiil bakımından o rahmet der­hâl bozulacaktır.

Rahmet hazineleri her mertebeye göre rahmet olmuştur. Ondan meydana gelen gazap da o nisbettedir. O vücûd daima feyz vericidir çünkü nurdur. Var olan o nur da rahmettir.

Nisbette her birlik rahmet, her ayrılık da gazaptır.

5- Hakk’ın rahmeti gerek ayân olan vücuda gerekse ademe, yokluğa yayılmıştır. Çünkü yokluğun bilinmesi varlıkla, varlığın bilinmesi de yoklukladır. Var olma keyfiyeti de böyledir. Nur olmasa, nuru gören olmaz. Nuru gören olmazsa nur mevcut değildir, yoktur. Şu hâlde, biz mevcut olmadığımız zaman, nuru görmediğimiz zaman, nur yoktur. Biz mevcut olduğumuz zaman da nur vardır, varlık vardır.

Bu suretle, fark bakımıyla görünen nur her zerrenin, her suretin kendi görüşü nisbetindedir. Bir insan kâinâtı kendi nisbetine göre görür ve idrâk eder. Bir karınca da kendi nisbetine göre görür ve idrâk eder. Mademki suretler dolayısıyla kâinât, varlık dediğimiz şey de­ğişiyor şu hâlde kâinât yokluktan başka bir şey değildir.

Burada şu noktaya işaret edelim ki yokluk (adem) başka, Allah’ta fânî olmak (fenâfillah) başkadır. Allah’ta fânî olmak gerçekte suretten surete geçmek ve en sonda suretsiz kalmaktır, suretlerin dönüm noktasıdır.

Kısaca bizim nisbî varlığımızla fark, varlık söz konusudur. Bizim nisbî yokluğu­muzla da yokluk söz konusudur. Varlık ve yokluk da ayni şeydir. Çünkü nisbî görüş ve id­râke göre değişir.

Şimdi, varlık dediğimiz şey her suretin görüşüne ve idrâkine göre değişiyorsa mutlak olan hakikati acaba hangi tikel suret, hangi tikel varlık tam olarak algılayabilir? diye bir soru hatıra gelebilir ki bu soruya biz şöyle cevap verebiliriz:

Mutlak olan vücûd, hakikat o vücûttur ki onun bilgiye de ihtiyacı yoktur. O, ancak, farka gelmesi suretiyle yani çokluğa ve zıtlara bürünmesi dolayısıyla her zerreden kendini başka türlü bilir ve başka suretlerde sever. Mademki suretlerin gördüğü şekiller gerçekte yoktur ve mademki o suretler de fânîdir, şu hâlde suretlerden çıkarılacak mutlak bir haki­kat olamaz. Çünkü her suret ancak kendi görüşüne ve idrâkine göre var veya yok veya böyle veya şöyle diyor. Suretlerde olan bu benzemeyiş, görünen şeyin mutlak böyle veya şöy­le olmasına ihtimal bırakmaz ki bizde her hangi bir suretin dediğini kabul edelim. Onun için şekilden, görünüşten önce yokluk nedir, fark nedir, varlık nedir ve nasıl zuhur eder ve nasıl fenâ’ bulur, bütün bunları bilmek ve esas olan şeyin bir devran ve bir sevgiden ibaret olup gö­rünen şekillerin aslında birer hiç olduğunu gerçeği gibi idrâk etmek farzdır. Ruhun, vücuttan çıkıp tümel ruha karıştığında gereği gibi bileceği bu hakikatleri, daha bedende iken de bil­mesi mümkündür. Şu şartla ki bütün bilgileri elde etmeli ve bütün suretlerden üstün olan insan zekâ’sıyla o bilgilere dayanarak gerçeği kavramalı. Çünkü Hakk, insanda tecellî eder. Kur’ân’daki birçok âyet de ârif ve kâmil insanın Hakk olduğunu ve idrâkinin de bu hakikat­leri kavrayabileceğini içermektedir.

6- Rahmetin gazaba yayılması, rahmetin azabı kaplamasıdır. Zâten, gazap rahmetten çıkmıştır. Kuvvet bir kuvvettir ve rahmettir. O kuvvetin bazı mevzi’lerde gazap olması mevzi’ ve cüz’ i’tibârıyladır. Zâten, gazabı ve rahmeti de çıkaran bizleriz.

7- Bütün ârızî olan, sonradan olan şeyler yokluğa ait olduğu gibi gazap da sonradan olduğundan o da yokluğa aittir.

Şer de sırf yokluktur çünkü vücûdu yoktur; zâten vücûdu olsaydı hayr olurdu.

Suyun esas vasfı akıcılıktır. Onun bu esas vasfı karşısında onun donması havanın soğuğunun suya dâhil olmasıdır, yani ârızî bir şeydir, sonradan olan bir şeydir. Suyun renklenmesi de başka bir yerde bulunan renklerin suya dâhil olmasıdır. Eğer, başka sıfat­lar bir şeye dâhil olmasalar o şey olduğu gibi kalır. Meselâ, su hep su olarak kalır. Hava, hep hava olarak kalır. Fakat devran daima şe’niyyet doğurmaktadır ki biz buna tahavvül ve istihâle diyoruz. Her gelen ârıza başka bir sıfat, yeni bir şekil yapar ve böy­lece bir araya gelen sıfatlar birer vücut meydana getirirler ki bu vücut da ârızîdir, yok­luğa aittir. Çünkü o vücudu meydana getiren sıfatlar, madde yokluğa aittir.

Esas, letâfettir, ruhtur; mevcut olan odur ve bunun içindir ki ruh ne görülür, ne kapılır. Fakat bu görülmez ve tutulmaz olan ruh kesâfetle, madde suretiyle görülür ve tutulur olur. Biz ruhu ancak kesâfetle, ârızî sıfatlarla vücuda büründüğü zaman görüp tutabiliriz. Çünkü bizim vücudumuz da ârızîdir. Eğer, biz ârızîlikten, madde­den çıkarsak o zaman ruhu görmek için hiç de vücuda ihtiyacımız olmaz. Dolayısıyla bilgiye de ihtiyacımız olmaz. Çünkü biz o oluruz, o biz olur. Kısaca, her şekilde gö­rünen ve bilinen o ruh, o zâttır, ondan gayri bütün şekiller fânîdir, yoktur.

Ruhun tam kemâli tümellik bakımıyladır. Tam kemâl tümelliktedir. Ruh, tümelliğinden cüz’lere yayılınca her cüz’de ancak o cüz’e nisbetle bulunacağından, o cüz’deki kemâli de o nisbette olur. Ne zaman ki o cüz’ kesâfeti atıp tamamıyla lâtif olur, o zaman o da tam kemâle varmış, tam bilgiye ulaşmış olur. Şu hâlde, insan ne kadar bilgili olursa yani ruh o insanda ne derece yayılır ve kendini gösterirse, o insanda ruhun kemâli o derece çok meydana çıkar. Bu da o insanın kabiliyetine bağlıdır.

Rahîm tümel kudrettir, nurdur. Onun feyzi de dünyadır, hayattır yani devrandır, harekettir. Feyz bulmamış bir şekil hareketten kalacağı cihetle o, yokluktandır, yok­tur. Bütün bu devran, bu hareket tüm varlık için süreklidir. Çünkü şekil bakımından yok olan bir madde başka tarafta, başka şekilde yine mevcuttur. Her bir şeklin mey­dana çıkışına dünya dersek, kayboluşuna da âhiret diyebiliriz. İşte ruh, maddesi ba­kımıyla böyle kâh dünya, kâh âhiret yani kâh varlıkta ve kâh yoklukta seyr eder durur ve kemâl de ona aittir.

8- Esas olan, her şeyi muhît olan ve her zerrede o zerreye nisbetle zâhir olan ruhtur, nurdur, zâttır, feyzdir, varlıktır, hayattır, harekettir. Yokluğun vücûdu yoktur. Çünkü her şey varlıkla bilinir, varlıkla vardır. Zevk, sevgi, …vs. hep varlıkla bilinir.

9- Rahmet devranın, hayatın ahenk üzere gitmesidir. Ahenk bozulduğu nisbette elemler, kederler, eziyetler, marazlar ortaya çıkar, yani bütün bunlar rahmetin nisbî yokluğunun deyimlerinden başka değillerdir.

10- Mümkünlerin vücûtları kusurlu ve noksandır. Çünkü bütün arazlar, dolayısıyla elemler, kederler… zâten rahmetin vücûdu ile kaim ve rahmetin mevcudiyetiyle mevcuttur. Şu hâlde arazların her çeşidi nisbîdir dolayısıyla yoktur. Var olan hare­kettir, o da rahmettir.

11- Hadîs. Ayrıca bk. Âl-i İmran: 26.

Her şey hayırdır, çünkü vücûd bir vücûttur. Fakat nasıl ki vücutta bulunan ellerden biri sağ ve biri sol ise ve bunlar birbirine zıt gibi görünürlerse işte hayr ve şer de tıpkı böyledir. Hâlbuki o eller ayni vücuttandır ve sağlık, solluk nisbî ve izafidir. Bunun gibi şer de nisbîdir, vücûdu yoktur, hayrın nisbetlerde yokluğundan başka değildir.

12- Kabiliyetten önce istidat şarttır. Kabiliyet istidada göre aranır. Bir şeyin istida­dı ne ise onun yapabileceği şeyler o istidadı üzerine olur. İşte hayr da şer de bu suretle ayn’larda istidat dolayısıyla, kabiliyet ve kabiliyetsizlik üzere giderler.

13- (Hadîs). Hayr ve şer meselesini şimdiye kadar tabiat açısından ve tabiatçı bir görüşle açıkladık. Fakat bu nisbetleri kimin yaptığı meselesine gelince burada ulûhiyyet alanına gir­meye mecburuz. Çünkü bu mesele tümel kudret meselesidir ve bütün bunları yapan Hakk’ın iki elidir. İki elden maksat, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, hayr ve şer elleridir ki fark gereğidir. İki el birbirine vurmazsa ses çıkmaz dedikleri de budur. Yani ses, farktır; ses çıkmasa fark olmaz. Her ikilik birlik içindir. Hakk, yaptığını ezelden yapmıştır ve yaptı­ğını zaman içinde iki yüzle, iki nazarla, yani hayr ve şer nisbeti ile tafsîle getirmektedir.

14- Şer, sırf yokluktur. Çünkü Hakk bakımından, tümellik bakımından vücûd bir vücûttur. Şer olabilmesi için birkaç tane ayrı ayrı vücûd olması gerekir. Böyle de olsaydı, yani şerrin vücûdu olsaydı o zaman da hayr olurdu. Onun içindir ki şerrin Hakk’a nisbeti ola­maz ve şer yoktur.

15- Hidayet visâl yoludur, Hakk’ın doğru yoludur (sırât-ı müstakim). Cüz’lerde iki türlü doğru yol vardır: biri, her cüz’ün kendi nisbetindeki doğru yolu, diğeri de Hakk bakımın­dan, hakikat bakımından olan doğru yoldur. Hakk doğru yoluna yönelen kişilerin maddi ve manevi kabiliyetleri olması şarttır. Her şeyi doğru düşünebilmeleri, bilgilerini bu gaye­ye yöneltmeleri, maddi ve manevi bütün güçleriyle bu hakikatin gelişip tamamlanmasına çalışmaları şarttır. Yoksa feyz, bir feyzdir. O feyzi gerektiği şekilde feyzlendirmek ve ona bağlı olarak gerçek feyze varmak kabiliyete bağlıdır. Bu iki türlü yoldan maksat da gidişle­rin ayrı olması dolayısıyla şekillerin ve görüşlerin çeşitli olması bu suretle de çeşitli şekiller, suretler ve hareketlerle Hakk’ın kendini sevmesidir. Yoksa bütün şekillerde görünen hep o olduğu gibi hareketler de bir hareket olup onun hareketinden başka bir şey değildir.

İşte insan, kabiliyeti derecesinde gerçeği bu suretle kavrayıp bu yolu bulmalı ve bu yoldan visâle ulaşmalıdır. Hakk ile Hakk olmalıdır. Hakk ile Hakk olduktan sonra her şey onda ve o da her şeyde eriyip yok olduğundan (fânî) tabiatıyla şerrin vücûdundan eser kalmaz. Şer, sırf yokluktur.

16- Sırf yokluk olan şerri kabul ancak cüz’lerde olup o da kabiliyetsizlikten doğar. Kabiliyet ve kabiliyetsizlik keyfiyeti de yine cüz’ler arasında söz konusu olabileceğinden cüz’ler arasındaki şerden de ancak i’tibârî olarak söz edilebilir ve şer Hakk’a isnat edilemez. Bu sebeple “hayr ve şer Allah’tandır” sözü dış anlamıyla doğru olamaz. Çünkü Hakk tam vücûd, tam kemâldir. Onda bütün kabiliyetler mevcuttur ve onun hareketi de birdir, vücûdu da birdir. Dolayısıyla şer olamaz, aksi hâlde şerri gösterecek zıtları teşkil edecek diğer bir vücûd bulunması gerekir. Hâlbuki Hakk’ın vücûdundan başka vücûd yoktur ve olamaz. Şu hâlde, şer de olamaz. O ancak cüz’ler arasında i’tibârî bir hâlden ibarettir.

17- Nisbetler bakımından ayrı bir yokluk gibi söz ettiğimiz “Yokluk” da “Vücûtta” dâhildir. Kabiliyet dolayısıyla var olan, hayata gelen sırf imkân yani fark bakımıyla olan ezelî ve ebedî vücûd da o sırf vücûtta, Hakk’ta dâhildir. Var olmak ve yok olmak, ayni vücudun kendi cüz’leri arasında olan farktan ibarettir. Burada kaybolan öbür tarafta yine başka bir kabiliyetle var oluyor. Şu hâlde bu iki yüz, üçüncü yüz olan sırf vücûtta dâhildir ve o sırf vücûd için fark veya yokluk yoktur, o daimîdir. Ancak, o sırf vücûd da ayrı bir varlık değil, farkıyla ve yokluğu ile olan vücûttur, varlıktır.

18- Âlemde her cüz’ ayni birer âlemdir. Bir yönü ile zâhire ve bir yönü ile bâtına bakan her şey âlemdir. Âlemde her suret, yokluğa yönelmiştir çünkü yok olucudur. Fakat suret yokluğa yönelmekle yani şeklini değiştirmekle yeni bir şekilde meydana çıkacağından, yok­luktan da vücûda yönelmiş olur. O vücûd, zâtın vücûdu ile mevcuttur.

19- Tabiat, tabii olan şeydir ki maddedir, maddelerin birbirleriyle birleşmeleriyle meydana gelen varlıktır. İşte tabiat dediğimiz bu madde âlemi de zulmettir, gölgedir, hayâldir. Madde nurdan çıkmış, tekâsüf yoluyla nura gölge teşkil etmiştir ve nura nisbetle şer olmuştur. Asıl olan nurdur ki ilâhî nefstir. Var olan odur. Mademki madde zulmettir, hayâldir, yokluktur, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yokluğun vücûda yönelmesi de zorunludur. Dolayısıyla bu suretle, zâtın vücûdu da ispat edilmiş olur ki işte o nur ruhtur, zât deryasıdır.

O vücûd, vücûd olduğu, mevcut olduğu bakımıyla hayırdır. Zulmet, ondan hâsıl ol­muş zıtlardır ki vücûdu olmayan şerdir ve çünkü cüz’lere nisbetledir. Var olan hayırdır, çünkü nurdur, sırf vücûttur.

20- Zât, ahâdiyyettir. Vâhidiyyet de mutlak vücûttur. Mutlak vücûtta nisbet olamaz. Nisbet ancak mutlak vücûtta dâhil olan ve kendinden çıkan cüz’leri arasında söz konusu olabilir ve cüz’ler arasındaki nisbete göre de varlık, yokluk, hayr, şer… mevcut olur.

Vâhidiyyet, zâttan çıktığından, zâtta eriyip yok olucudur. Fakat zât, ayrı bir şeymiş gibi, onda dâhil olan fark’ı da ayrı bir şeymiş gibi ve fark’ta dâhil cüz’leri ve aralarındaki nisbetleri de ayrı birer şeymiş gibi düşünmek doğru değildir. Zât, kendinden çıkan bütün bu şeylerle zâttır, o şeyler de kendisinden çıktıkları zât ile o şeylerdir.

Zât deryasına nasıl bir sınır çizemezsek mutlak vücûda da bir sınır çizemeyiz ve dolayısıyla cüz’lerin de sınırı yoktur. Cümle bakımından hepsi zâttır, görünüş bakımından da mertebeler, nisbetler söz konusu olur.

Zât, her şeyden münezzehtir, nisbetten, zıtlardan münezzehtir. Çünkü ondan başka vücûd ondan başka varlık yoktur. Ondan başka bir vücûd kabul edersek, o zaman onun da nisbetini, zıtlarını, sınırını yapmak gerekir ki bu imkânsızdır. Şu hâlde vücûd hep o vücûttur, her ne varsa onda dâhildir, sınır yine kendidir.

21- Allah’ı tenzih keyfiyeti gayet ince olduğundan bazıları Allah’ı sadece suretten tenzih ederler, mekândan tenzih ederler ve daha bazı tenzihlerde bulunurlarsa da yine kendi görüşlerine, hislerine, düşünüşlerine göre Allah’a bir varlık verirler ki bu vehimden başka bir şey değildir.

Tenzih yapabilmek için her şeye zât gözü ile bakmak lâzımdır. Zât gözü, Allah gözü ise bilgi gözüdür. Gerçeğe ulaşabilmek için insanın her cüz’de, her makam ve mertebede ona göre düşünebilmek kuvvet ve kudretine sahip olması ve insanın kendisini her bir varlıkta o varlık gibi görüp hissedebilmesi ve o varlıklar gözüyle âleme bakması gerekir. İnsan, kendi nisbetinde ve kendi kıyasında kalır da diğer cüz’lerdeki tabii olan seyri o cüz’ nazarıyla görüp bilemezse hakikati bulamaz. Ancak, bütün bu görüşler de yine nisbetlerdedir, cüz’ler arasındadır. Bu sebeple insan aslı, esası, Allah’ın tenzih keyfiyetini gereği gibi anlayamaz. Çünkü onda ne şöylelik, ne böylelik, ne eğrilik ne de doğruluk vardır.

Allah’ı tenzih makamında bazı kere Allah’ın nur olduğu söylenebilirse de bunda da kayıt vardır. Çünkü nurun bir sınırı bulunmak ve senin de ondan ayrı bir şey olmaklığın gerekir ki o zaman da fark olur, dolayısıyla da tenzih olmaz. Tam bir tenzih yapabilmek için ne nuru, ne farkı, ne vücûdu, ne yokluğu kısaca hiç bir şeyi görmemek, düşünmemek ve İnsan da yok olmak gerekir yahut da bütün bunlar, sen olman gerekir ki o zaman da görmek, düşünmek, kıyaslamak, bilmek diye de bir şey olamaz. Bu sebeple hakikati arayanlar, bir bakıma kör olmalıdırlar. Var olan hakikat farkta da, yoklukta da yok olan zulmetten başka değildir.

Her şeyden tenzih ettiğimiz Allah’ı acaba nerede görebiliriz? Onu, her şeyden önce kendimizde sonra da her şeyde görebiliriz. Allah’ı şeylerde, cüz’lerde görmek, cüz’lük bakımındandır; insanda görmek de tümellik (külliyyet) bakımındandır. Allah, cüz’lerden kendi kendini görür, her kafadan her bilgiden de kendini bilir, düşünür. Ama onun için cüz’lere bölünmek dolayısıyla sırâttan geçmek yoktur. Çünkü her şey odur. Sırât demek de tahavvül ve istihâle ile şekilden şekle geçmek demektir ki her şeklin başkalığı dolayısıyla birinin sırâtı diğerinin sırâtına benzemez ve her birinin sırâtı kendi nisbetinde doğru olur. Her şey, her yer Allah olunca değiştirilecek şekil mi kalır, geçilecek sırât mı kalır?

22- Gerçek tenzihten ve Allah’ın suretlerde tecellî ettiğinden haberi olmayan akılsız­lar ilâhî şeriatlarda açıkça bildirilen “İnsan, rahmân suretinde yaratılmıştır” meâlindeki âyetlerden ve hadîslerden de ders almayarak ve kendi bâtıl vehminde inat ederek her yer­de ve her şeyle görünen Allah’ı inkâra giderler. Çünkü onların, Allah’ın bu yolla tecellî­sine şuûrları yoktur.

Şuûrun gerçek anlamı ahenktir. Ahenk de bu noktada birçok zıtları ve zıt olmayan­ları bilip hakikati meydana çıkarmaktır. Hakikat için şuûr, hakikat ilmidir. Eğer, bir kimse hakikat ilmini bilmezse söylenen bir sözün nereye varacağını, hangi sözün hangi sözü cerh edeceğini, arkadaki hakikatin neden ibaret olacağını bilgisizlik yüzünden düşün­meyeceği ve dolayısıyla bunlar arasında ahengi sağlayamayacağı cihetle bir yerde sapla­nıp kalır ve o vehimle fikir yürütmeye kalkışır. Eğer, bir ârif “Ben Hakk’ım” dese o adam derhâl Allah’ı tenzihe ve savunmaya kalkar. Çünkü kendi bâtıl vehmiyle tamamıyla teşbihte kalır, tutulur. Hâlbuki o sözün hangi suretle söylendiğini ve insanın ne suretle Allah olacağını bilgisizlikten düşünemez ve fikirlerini mukayese edip ahengi, şuûru yara­tamadığı cihetle Hakk üzerine eski evhamıyla hükmeder. Hâlbuki kendi mevcudiyetinin de, tenzihini iddia ettiği ayni vücûd olduğundan gafildir. Şayet o kimse kendi nefsine ârif olsaydı kendi bozuk vehmiyle değil, doğru vehimle yani hakikat ilminin bütün incelikle­riyle yarattığı ahenk, şuûr ile Hakk’ı görür, bilir ve doğru olarak hükmederdi. Aklın hük­mü nasıl aklın kendi sıfatlarına uymaya ve o sıfatların hükmü altında olmaya mecbursa Rab de ancak insan sıfatlarıyla sıfatlanır ve insan suretiyle görünür. Çünkü varlık, in­sanladır; zâhire çıkaran, yapan hep odur.

23- Mümin: 60. Bakara: 186.

Şeriat, hayat kanunundan başka değildir, bundan ötürü de bütün bir kitleye açık olarak hitap eder. İşaret ettiğimiz âyette Allah bize: “dua edenlerin dualarını biz kabul ede­riz” diyor. Ki bu da halkın anlayabileceği bir sözdür. Çünkü onlar, kendi vehimlerine göre Allah’ı bir yerde farz edip ona vücut verip ettikleri duaların onun nezdinde kabul olunduğunu ya da olunmadığını söylerler. Çünkü onlar, “Mukadderât”tan habersizdirler. Onlar, mukadderâtlarında olacak bir şeyin oluşunu ettikleri duaların kabulüne, mukadderâtların­da olamayacak bir şeyin olmayışını da ettikleri duaların kabul edilmediğine atfederler.

Onların Allah’ı bu suretle düşünüşleri, onu kendilerinden uzaklayışları, hakikati bilmediklerindendir. Bir insan hakikat ilmine ne derece vâkıfsa Allah’a da o derece yaklaşmış olur ve ne derece bu ilimden uzaksa Âllah da ondan o derece uzaktır. Hakikat ilmine vâkıf olmayan insan düşünemez ki kendisinden gören, düşünen Allah’tır. Akıl dediğimiz cüz’î ruh da küllî ruhtan ibarettir. O akıl ki sıfatları olan hâfıza, muhakeme, fikir ile öğrenir, bilir. Bütün bu sıfatlar onun olduğu gibi intibalar da, kıyaslar da kısaca diğer şeyler de ondan başka değildir. Şu hâlde, her şey Allah’tır. İş böyle olunca gerçekte, Allah ayrı kul ayrı olamaz, dua ile de mukadderât bozulmaz. Fakat câhil bir kimse hakikatten uzak olduğun­dan düşündüğü, kıyası, muhakemesi yanlış da olsa aklı onu o suretle kabul eder. Çünkü okumamış, öğrenmemiştir ya da ona yapılan telkinler yanlıştır. Bu da zât gereğidir. Her fert, kendi mevcudiyetine göre düşünür, bilir. Varlık, onun nazarına göredir. Bu sebeple Hz. Muhammed: “Halka akılları derecesinde söz söyleyin-kellemun nâsalâ kaderi ukûlihim” demiştir. Çünkü fazla da söylense, hakikat de söylense akılları almaz.

Hakikate vâkıf bir insan kendi ruhu ile kendine yaptığı telkinlerle nasıl birçok organlarını oynatabiliyorsa dıştaki eşyayı da, ayni vücudu gibi, harekete getirebilir. Hint fakirleri­nin bu yoldaki gösterileri söze değer. Velhâsıl, Allah insandadır. Çünkü o kudret, o kuvvet insanda tecellî eder. Ancak, bunun böyle olduğunu bilmek şarttır. Bildikten sonra da, o kuvvet ve kudrete sahip olduktan sonra da böyle bir kimse istediği şeyi yapmaya muktedir olur.

Esefle söylemek gerekir ki bazı ârifler bile Hakk’ı kendilerinden ayırırlar ve meselâ, “her şey Hakk’tır, ben de Hakk’ım, o bana ben ona bakıyoruz” diyerek araya gayrilik sokarlar. Mademki her şey Hakk’tır ve sen de Hakk’sın görmeye bilmeye ihtiyaç kalır mı? Gördüğün şey başka bir vücûd olabilmelidir ki görebilesin. O hâlde sözde şirk vardır. Şu hâlde, Hakk’ı, cüz’iyyetle değil külliyyetle, tümel olarak idrâk etmelidir.

24- Aslında dua eden de duaya icâbet eden de ayni varlık olmakla beraber yine de bir dua edene ve bir de icâbet edene lüzum vardır. Çünkü biliyoruz ki her şey Hakk’tır; cüz’ bakımıyla, küll bakımıyla her şey onda yok olucudur. Fakat külliyyet, tümellik dolayısıyla cüz’lere nisbetle bir mümtazlık, bir üstünlük vardır ve Allah ilâhî zâtını cüz’lerinden bu suretle bir üstünlükle ayırmıştır. Nasıl ki bütün vücûda karşı her hangi bir uzuv akalliyyette ve kuvvet ekseriyyette ise ve bütün uzuvlar da ayni vücûtta ise, o vücûdu hep onlar teşkil ediyorsa işte külliyyet ve cüz’iyyet de ayni böyle olup, cüz’ bakımıyla dua eden, küll bakımıyla da icâbet edendir. Nasıl ki cemiyet ve fert de böyledir. Cemiyeti teşkil eden fertlerdir, fakat fert cemiyete uymaya, onun kanunlarına boyun eğmeye mecburdur. Bütün maddi ve manevi hayatta gördüğümüz de aynidir yani galip olan icâbet eden gibi ve zayıf olan da dua eden gibidir. Bir hükümette Millet Meclisi icâbet eden ve halk dua eden, dilekte bulunan gibidir. Bir akıllı icâbet eden, bir câhil de dua eden gibidir.

25- Dua eden kimsenin iki türlü nazar etmesi gerekir: birisi küll bakımıyladır ki küllde fark olamayacağı cihetle duanın da yeri yoktur, dua yoktur. Diğer nazar ise görü­nüşlerin yani bütün mertebelerin ayni Hakk olduğunu bilip bir mertebede dua edenin diğer bir mertebeden de icâbet eden olduğunu bilerek dua etmektir. Bu suretle o kimse her şeyi yine külle ircâ’ ile kendi kendine hem dua eden hem de icâbet eden olmuş olur ki küll bakımıyla da cüz’ bakımıyla da ayni şeydir yani küllde cüz’, cüz’de küll nazar edilmiş olur. Çünkü gerçekte dua edenin hüviyyeti ile icâbet edenin hüviyyeti aynidir yani icâbet eden de dua eden de aynidir. Aradaki fark, mertebeler bakımıyla bir görünüşten başka değildir.

26- Suretlerde aykırılık yoktur. Çünkü onlar Hakk üzerine zâhirdirler, Hakk vücûdu­durlar, Hakk’tan gelir Hakk’a giderler. Zâhire gelmeleri fark, gitmeleri de yani şekil de­ğiştirmeleri de, kaybolmaları da visâldır. Dua eden ile icâbet eden de bir vücûdun iki suretidir. Sîret birdir, o da küllî ruh, zât deryasıdır. Zâhire gelen maddi varlık da birdir. Yalnız, bu maddi varlıkta bir suret diğer bir surete, nisbet bakımından bir aykırılık gösterir ki bu da hayâldir. Bütün suretlerin hepsi Hakk’ın uzuvları gibidir ve mutlak vü­cûdun zübdesi de insandır.

27- İnsan birçok uzuvlardan meydana gelen içtimaî bir hey’etten başka bir şey de­ğildir. Uzuvlar da insandan başka bir şey değildir yani onlar da o vücuttan ayrı şeyler değildir, her bir parça, ayn o insandır.

Nitekim bütün âlemler de böyledir. Meselâ, dünyada milyarlarla suret, şekil yani âlem vardır. O âlemlerin içinde de yüz binlerle âlem vardır. Dünya da bütünlüğü ile boş­luktaki âlemlere nisbetle tek bir âlemdir. Ve nihayet, boşlukta bulunan bütün âlemler hepsi bir âlemdir ve mutlak vücûd dediğimiz şeydir. Mutlak vücûd da zâttan farka gelen bir noktadır ve zât deryası, mutlak vücûdu ile ve bütün görünen âlemleriyle zât deryasıdır yani zât deryası ayrı ve mutlak vücûd, fark ayrı değildir. Hepsi, her şey yine odur, ondan başka değildir; başkalık ancak uzuvların çokluğunda ve nisbetindedir.

28- Vücûd, bütün uzuvlarıyla bir vücûd olunca aradaki fark da bir uzvun diğer bir uzva benzememesidir yani uzuvların suretleri dolayısıyla arada olan başkalıktır.

Gerçi, bütün suretler Hakk suretidir ve Hakk, suretiyle çoktur ve bütün bunların toplamı tektir. Çünkü toptan bir bakışta hep Hakk görünür ve Hakk, ahâdiyyettir çünkü her şeyden müstağnidir. Hakk, ahâdiyyetle tektir çünkü bütün suretler odur. Çokluk ve başkalık ise suretlerde, nisbettedir.

İşte, bu başka başka olan suretler dolayısıyla isimler ve sıfatlar da başka başkadır ve bundan ötürü de tecelliyât ve zuhur da başka başka görünür. Hâlbuki tecellî bir tecel­lîdir, kuvvet ayni kuvvettir. Fakat zuhur başka başka olduğundan tecellî de başka baş­kadır sanılır. Bundan ötürü de yani çokluk ve nisbetten ötürü de tecellîler ve zuhur da olaylar ve hâller kabilindendir denilir.

Hakk, kendi suretleriyle ve isimleriyle çok olduğu gibi bu sıfatların birbirleriyle ilişkileri ve yeni nisbetler ve varlıklar dolayısıyla izâfetlerle de çoktur. Fakat bütün bu çokluğa genel bir bakışla bakarsak Hakk tektir.

29- Dua eden ve icâbet eden gerçekte ayni varlık olduğuna göre ârif olan bir kimse Allah’ı, câmi’den ve Kâ’be’den önce kendi zâtında bulur. Yeter ki kendi zâtını örten sıfatları, perdeleri aradan kaldırsın, bunun bilgisine ulaşsın. Eğer, bu bilgiye ulaşmamışsa taş toprak kabilinden kalır ki halkın hâli budur. İşte, ağacın Musa’ya “Ben Allah’ım” demesi de budur. Nasıl ki insan, kendi nev’inin bütün fertlerini kendinde toplayan tek bir ayn ise, bir ağaç da öyledir. Kısaca, ağaç da Allah’tan başka değildir. Her zerre odur, külliyyet odur.

30- Bir dua eden ve bir icâbet eden olduğu gibi bir görünen var o görüneni de bir gören var. O göreni de görünen görüyor. Hâlbuki o da Hakk, o da Hakk’tır. Aradaki bu gören ve görünen farkı ayna makamında olan çokluktan ileri gelmektedir.

Kırık bir ayna karşısında insan kendini birçok şekillerde görür, çünkü her parça baş­ka başkadır ve insan da o parçalara göre görünür ve tabii başka başka görünür. Fakat gö­ren ayni insan olduğu gibi çeşitli suretlerde görünen de ayni insandır. İşte, çokluğu bu aynaya misâl yaparsak her şey, herkes Hakk’tır, fakat aynadaki parçalara göre başka baş­ka görünürler. Vahdet bakışıyla hepsi birden o tek vücûd olan Hakk’tır. Çünkü vücûd olma­sa mevcut olmaz, varlık olmaz.

Fenâfillah demek, cüz’lerin, kendi cüz’î varlıklarını zât deryasında yok edip zât olmaları demektir. Bu suretle fenâfillah mertebesinde bulunan kimse kendi suretine ve diğer suretlere baksa onları kendi sureti olarak görür yani yine kendini görür. Çünkü fenâfillah mer­tebesinde bulunan kimse nefsine, Hakk’a ârif olmuş bir kimsedir ve bundan ötürü de bu kimse bütün cüz’leri Hakk’a yaklaştırır ve en sonda da her şeyin tek bir ayn, ayni Hakk oldu­ğunu kavrar. Ârif olmayan bir kimse de her sureti başlı başına birer suret olarak görür ve suretlerde kalarak Hakk’a, hakikate varamaz. Bu suretle de yanlış bir i’tikad ile bu suret Hakk değildir der ve Hakk’a, Allah’a başka bir suret vererek onu ayırır ve Allah’ı mekânla, zamanla ve suretle kayıt altına alır.

Bu suretle, ayrı görülen suret yalnız maddede de değildir. Suret, ma’nâya da şamildir. Hayâlde tasavvur edilen her hangi bir şey bir surettir ve maddi olan suretle hayâlî olan suret arasında hiç bir fark yoktur. Bir yığın taştan, tuğladan yaptığımız bir bina yıkıldığı zaman hayâl olur ve o taşlar ve tuğlalar yıkılan binaya nazaran asıl olur. Hâlbuki o taşlar ve tuğ­lalar da teşekkül ettikleri toprak zerrelerine nazaran hayâldirler ve toprak zerreleri asıldır­lar. Böylece toprak suya, su havaya, hava ateşe, ateş de nura nazaran, nura nisbetle, hayâldir. Esasen, bütünlüğü ile fark, hayâldir ve farka gelen, lâtiften, kesîften, ne varsa hepsi de hayâl­dir. Fark da ruha nazaran hayâldir. Zâten fark, ruhun bir tasavvurundan başka bir şey değil­dir. Madde âlemi, Şühûd âlemi dediğimiz âlem, Melekût âleminin, hayâlin bir tasavvurudur ve biz Şahâdet âlemini, maddeyi Melekût âlemi ile idrâk ediyoruz. Nitekim hiç bir şey düşünülmeden yapılmıyor, meydana gelmiyor.

31- Yukarıda da söylediğimiz gibi bütün maddi suretler birbirinden başka olduğu gi­bi düşünceler, i’tikadlar da birbirinden başkadır. Çünkü her hangi bir düşünce ve i’tikad görülen, duyulan şeye göre olur. Görülen, duyulan maddi suretler de çeşitli olduğundan düşünce ve i’tikadlar da çeşit çeşittir. İşte, bu suretleri toplayabilen ârif her surette Hakk’ın suretini görür; yalnız surette kalan ise bütün suretlere ayrı ayrı birer varlık verir.

Suretleri birer aynaya benzetmiştik. Bu suretlerde ve bulunduğu suret üzere görünen, tecellî eden Hakk da ruhtur. Bu keyfiyeti insana uygularsak şöyle diyebiliriz: İnsanın beyni bir ayna, beyindeki girinti ve çıkıntılar da bu aynanın parçalarıdır, ruh da bu girinti ve çıkıntılara göre kâinâtı algılar. Çünkü her girinti ve çıkıntı tecrübeye dayanan birer ilimdir. Çünkü o girinti ve çıkıntı olabilmek için bir kimsenin tecrübeler geçirmiş olması ve o tecrübelerden de birer ilim tahassul etmesi ve bu ilimlere göre de girinti ve çıkıntıların hâsıl ol­ması gerekir. Şu hâlde bir kimsenin varlık, yokluk hulâsa kâinât hakkındaki görüşleri, dü­şünüşleri, beyninin girinti ve çıkıntılarına göre olur yani onun ruhi kâinâtı, ayna parçalarına benzettiğimiz beyninin girinti ve çıkıntılarına göredir ki bunlar beyinde başka başka oldu­ğundan o kimsenin gördüğü şeyler de ait olduğu parçalara yani girinti ve çıkıntılara göre başka başkadır. Her insanın beyninin girinti ve çıkıntısı, bütünlüğü ile de başka başka ol­duğundan her şahıs diğer şahıstan ayrı görür, ayrı düşünür.

Bir kimse bu parçalar arasında bir ahenk sağlarsa, yani şuûru ile hareket ederse bütün parçaların ayni vücûdun parçası olduğunu ve nihayet ayni vücûd olduğunu anlar ve Hakk’a, hakikate ulaşır. Eğer ahenk, şuûr sağlayamazsa her parçayı ayrı ayrı görür ve bu suretle de surette kalmış olur.

Başka bir deyişle, farz edelim ki ayna bir olsun yani parçasız dümdüz bir ayna olsun ve ona bakanın vücudu da kırk bin parça olsun, bu surette de aynada o kimseden başka bir vücut görmek imkânsızdır. Kırk bin parça da olsa, aynada o vücut yine bir vücut görünür. Çünkü gerçekte bir vücuttur. İşte, böyle görüş de Hakk ile Hakk olmaktır, zât deryasına ulaş­maktır.

Dikkat edilirse bir çocuk, ilk doğduğunda her şeyi bir görür ve meselâ suya dalmak, ateşi yakalamak ister. Çünkü onun beyni henüz dümdüzdür, daha girinti ve çıkıntı hâsıl etmemiştir. Ne zaman ki girinti ve çıkıntı hâsıl etmeye başlar o zaman her şey hakkında baş­ka düşünmeye, başka görmeye başlar. Çünkü o girinti çıkıntılar ayna parçalarıdır, dolayısıyla görüş de düşünüş de o parçalara göre olacağından her şeyde değişiklik vuku bulur ve bu parçalar da çocuğa birer ders, birer ilim olur.

İşte, bu çocuğun dümdüz beynini parçasız, cilâlı bir ayna farz edersek nasıl kırk bin parçalı bir vücut bu pürüzsüz aynada tek bir vücut olarak görünmek zorunda ise ve nasıl ki çocuk, ilk doğduğunda her şeyi bir olarak görüyorsa, bu kâinât aynasında da bütün parçaların bir olarak görünmesi gerekir, daha doğrusu ârifin böyle görmesi mutlaktır, elzem­dir. Tabii, içgüdü ile değil, şuûr ile. İşte, o zaman hakikate varır, Hakk’ı bulur.

Bütün bu parçalar da birlikler de ayni vücûttadır. Sonuç bakımından, parçalar da bü­tün de ayni vücûttur. Aradaki fark bir devrandan, tahavvül ve istihâleden başka bir şey değildir. Bu da, o tek vücûdun kendini sevmek ve bilmek için çeşitli suretler göstermesinden ve bunun için de tahavvül ve istihâlede bulunmasından başka bir şey değildir.

32- Tecellî bir tecellîdir ve süreklidir. Tecellînin şu surette veya bu surette görünmesi, zuhuru, herkesin i’tikadına göredir. Allah, “Ben kulumun zannı üzereyim” diye buyurmuştur.

Telkinin esası da bundan doğar. Hint fakirlerinin gösterdikleri hayret verici gösteriler, etrafa yapmış oldukları telkin eseridir. Çünkü madde de tahrik edilebilir ve çünkü ruh her şeyi ihata etmiştir ve onun için her şey harekettedir. Mademki her şeyi ruh ihata etmiştir, öyle ise insan ne düşünürse, kuvvetli bir telkin ile ona muvaffak olabilir. Ruh, Melekût âlemindendir fakat Şühûd âlemini, fark âlemini yapan da odur. Şu hâlde, farka gelende o ruhtur, madde de odur, hareket de odur. Çünkü kuvvet bir kuvvettir ve devir eden de yal­nız o kuvvettir. Onun şekil göstermesi hayâl olup maddelerin birbirlerine nisbetleri eseridir.

33- Aynaya bakan kimse onda kendini görür çünkü baktığı ayna da kendi vücûdudur. Ve mademki ayna da odur, ayni vücûttur, o aynada nisbî görüş bakımından aykırı görünen suret de ayna bakımıyla, birlik bakımıyla yine kendidir. Toplu bir bakış yaparsak tek bir vücûttan başka bir şey görünmez. Hattâ o zaman görünmeye de ihtiyaç kalmaz.

34- Aynada görünen suretler gerçekte mevcut değildirler. Nitekim sen aynanın önünden çekildiğin vakit suretin de aynadan çekilmiş olur.

İşte, Hakk da böyle olup çoklukta görünen suretler gerçek suretler değildir, onlar Hakk’kın görünen suretleridir. Ayna odur, ayna parçalarında görünen binlerle suret de onun su­retidir, çünkü var olan yalnız Hakk’tır.

Aynada, parçalar i’tibârıyla, bir vücudun milyarlarla surette görünmesi veya aynanın parçalanması sebebi letâfet ve kesâfet nisbetlerinden başka değildir. Parçaların birbirlerine olan bu nisbetlerinden de bir vücûd milyarla surette görünür. Eğer, varlık sırf letâfetten ibaret olsa hiç bir şey göremeyiz. Nitekim her şey sırf kesâfetten ibaret olduğu takdîrde de durum ayni olacaktır.

İnsan vücudu da lâtif ve kesîften ibarettir ve her insanda bu letâfet ve kesâfet dereceleri ayrı ayrı olmakla her insan etrafındaki şeyleri ve nihayet bütünlüğü ile kâinâtı baş­ka türlü görür, başka türlü hisseder ve dolayısıyla her bir insanın düşünüşü de başka başka olur.

Ve yine, aynaya akseden bir gölge nasıl bâkî olmayıp gelip geçici ise bir ayna makamında olan kâinâtta gördüğümüz şekiller de, madde de zâtın bir intibakından başka bir şey değildir ve tıpkı aynada görünen bir kimsenin intibasına benzer. Şu hâlde zâtın, her şey­den münezzeh olduğunu bu suretle de ispatlayabiliriz. Gaybî’nin:

“Sana âlem görünen hakikatte Allah’tır” dediği de budur. Kısaca zâhir, bâtının bir intibasından başka değildir. Zâhirde görünen şekiller, suretler Allah değildirler, çünkü fânîdirler. Zâhirde yalnız bir görünüş vardır ve o da, söylediğimiz gibi, bâtının bir intibasından başka bir şey değildir.

35- Ayna için suretlerde eser olmadığını biraz önce intiba keyfiyeti ile açıkladık. Hattâ öldükten sonra dönüp arkamıza baksak hayatımızda bütün yaptığımız şeyleri görürüz ki bu da intibadan başka bir şey değildir. İşte ayna pürüzsüz, dümdüz olduğu için önüne gelen kesîf bir şeyi aksettirir, intiba ettirir. Nitekim fotoğraf makinelerinde de hattâ beynimizde de durum böyledir, İntiba meselesi de letâfet ve kesâfet meselesinden ve nisbetlerinden ibarettir. İşte ayna için eser ancak intiba dolayısıyla hâsıldır yoksa aynaya akseden suret, gerçekte mevcut değildir.

36- Aynanın sureti aksettirmesi işinin bir letâfet ve kesâfet nisbeti işi olduğuna yukarıda işaret ettik. Şimdi de şuna işaret edelim ki lâtif ve kesîf mutlak bir tertip ve dü­zen içinde devir etmekte, bunun için de her yerde birer şekil, birer suret meydana ge­tirmekte ve bu şekiller ve suretler de lâtif ve kesîfi tertip ve düzen içinde döndüren ve her şeyi çevrelemiş olan ruhun, idrâkin birer yazısı olmaktadırlar.

Bir insanın güzelliğinde veya bir diğerinin çirkinliğinde veya bir şeyin meydana çıkışında ya da yok oluşunda ve her şeyde bu letâfet ve kesâfetin devir nisbetini görmemek, algılamamak mümkün değildir. Esasen her şey, her an letâfetten kesâfete ve kesâfetten letâfete gidip gelmektedir ki biz buna doğum ve ölüm veya varlık ve yokluk adını veriyoruz. Gençlik ve ihtiyarlık da bunun gibidir. İhtiyarlık, her an bir ölümdür. Gençlik, geçmiş bir hayattır ve bir ihtiyar için ölü olan bir zamandır. İnsan, her an lâtif ve kesîf bakımından tahavvül ve istihâleye uğramakta ve vücut günden güne değişmektedir ve bu değişmedir ki “Hâl”i ölüm yapar ve “Gelecek” için başka bir hayat doğurur. Bu sebepledir ki hiç kimse ölümden kurtulamaz. Eğer, bütün dünyaya gelen insanlar yaşa­mış olsalardı kâinât yaşanmaz bir hâle gelir, ahenk bozulurdu. Kâinâtın ilk ânından itibaren bu âna kadar vücûdu tartılsa bir zerre fazla veya noksan bulunamaz. Ancak, mevzi’ bakımından bir yerde daha fazla ve bir yerde daha az olabilir ki bu da ahengin, düzenin sağlanmasından başka bir şey değildir.

37- Görünen suret aynaya göre olur, fakat bütün bu görünüşler o vücudun hakiki görünüşü değildir. Beynimiz de bir ayna olduğundan insanların görüşü ve düşünüşü de başka başkadır ve gerçek görüş değildir. Eğer, o tek vücûdu tam görebilmek istersek ya bütün ayna parçalarını bir araya getirerek tek bir ayna yaparız ya da parçalarda görünen suretlerin çeşitliliğinin o parçaların aralarındaki nisbetten doğduğunu, gerçekte ise bu nisbetlerin mevcut olmadığını, görünenin ayni vücûd olduğunu ve yalnız onun var olduğunu ilmî yakin ile biliriz. Bu takdîrde, parçalara ve nisbetlerine nazar etmeyerek hem görüşümüzle hem de düşünüşümüzle tam vücûda ulaşırız ve gerçeği tam olarak algılarız ki bu da ancak âriflerin kârıdır.

38- Aynaya hâss niceliğin, miktarın mevcudiyeti letâfet ve kesâfetten doğar. Miktar hâsıl olunca aynaya bakan tek suretin şekli de değişmiş olur. Miktar, aynaya nisbetledir, vücûd bakımından miktar yoktur, değişme yoktur. Ağaç da insan da derya da hepsi bir vücûttur fakat kâinât bütün şekilleri ile bir ayna olunca şekiller aynanın kırık parçala­rında görünen bir vücûdun çeşitli suretleri olur. Nasıl ki ana rahmi de bir ayna gibidir ve çocuk da onun bir eseridir; çocuk rahmin nisbetine göre ve meninin letâfet ve kesâfetine göre doğar.

Kâinât aynasının başka başka olan her parçasını, her şeklini alfabenin birer harfi gibi kabullenirsek hem harflerin başkalıklarını anlamış hem de o harfleri gereği gibi bitiştirmek suretiyle kâinâtı okumuş oluruz. İşte, bu açıdan bakılan bir kâinâta tasavvuf dilinde “Kitâb-ül-Mübîn” denir.

Kâinât dediğimiz bu maddi şekillerin, harflerin asıllarının göründüğü yer misâl âlemidir ki aynadır. Ayna, Melekût âleminden tecellî etmekte olan o bir vücûdu gösterir. Şekiller ki hayâldir, sâbit değildir demek ki hakiki vücûd onlar değildir. Hakiki vücûd, aynaya ak­seden bir vücûttur. Fakat o vücûd, aynanın parçalarına göre göründüğünden her parça bakımından aynaya nisbetle bir eser hâsıldır ve bu eser de aynaya aittir, zâta ait değildir. Dolayısıyla eser olamaz.

39- Aynalarda çeşitli suretlerde görünen suretlerin çeşitliliği aynalara, aynaların miktarına ait olup suret sahibine ait değildir, yani zâta ait değildir. Gerçi, kâinâtta her şekil birbirinin aynası ve o aynalarda görünen de ilk aynadaki suretten başka değil ise de, yani vücûd bir vücûd ise de aynaların başkalığı nisbetinde o suret de başkalaşır. Aynalı’daki bir hayvân sidiğinin insan ve karınca gözleriyle ne derece başka başka görüldüğü keyfiyeti buna güzel bir misâldir (Bak. Şehbender Zâde Ahmet Hilmi, A’mâk-ı Hayâl, İstanbul, 1926). Râcî, karınca gözüyle bakınca yani o ayna ile bakınca hayvân sidiğini bir sel gibi gördü fakat kendi insan gözüyle bakınca bir sidik olduğunu anladı. Bu ikinci bakış yani insan gözüyle bakış, hakka ve hakikate daha yakındır. Karınca görüşü, insan görüşünden uzak olmakla hak ve hakikatten de uzaktır. Hakka ve hakikate ulaşmak için daima ilk aynaya bakmalı ve ondaki sureti, vücûdu görmeli.

Bizim ilk aynadan kastımız da insandır. Çünkü zât ancak insanda tecellî eder, diğer aynalarda zât tecellî edemez, onlar kendilerinde zâtı bulamazlar. Birçok yerlerde insanın Hakk ile halk arasında bir köprü (berzah) olduğuna işaret etmiştik. Burada da insanın Hakk ile halk arasında bir ayna olduğuna işaret ediyoruz. Çünkü zât ancak insanda görünür ve kesret de insan vücûdunun teferruatından ibarettir.

40- Aynaya bakan aynaya baktığından dolayı etkileyendir ve aynada kendi eserini hâsıl eder, yani kendini aksettirir. Aynaya bakan, bir yol ile de etkilenendir. Çünkü ayna da aldığı sureti ona aksettirir ve bu sefer ayna etkileyen ve aynaya bakan etkilenen olur. Bir insan, yemek yediğinde yediği şeylere nisbetle etkileyen ve yenen şeyler de etkilenen olur. Fakat yenen yemekler de o insana gıda verdiğinden bu sefer o insan etkilenen ve yemekler etkileyen olur.

Şu hâlde, her şey geldiği yere geri dönüyor demektir ve bu bakımdan yaratıklar, yaratan oluyor demektir. Başka bir deyişle Misâl âlemi aynadır ve ona akseden suretler de Şühûd âleminde görünen şekillerdir. Ve nasıl, aynada hiç bir suretin mevcudiyeti yoksa Şühûd âleminde de hiç bir şeklin mevcudiyeti yoktur yalnız zâtın bir görünüşün­den ibarettir. İşte, Kur’ân’daki “Her şey fânîdir yalnız Allah’ın yüzü bâkîdir-küllemen aleyha fânin ve yebka vechü Rabbike zülcelâli vel ikram” “Rahmân: 26-27” âyetinin anlamı da budur.

Burada şu noktaya da önemle işaret edelim ki ahlâk alanında pek geçerli olan “Ne yaparsan onu bulursun” vecizesi de bu esasa dayanır. Yukarıda açıkladık ki aynaya bakan insan hem etkileyen hem de etkilenendir. İşte, insan ne yaparsa yapması bakımından etkile­yen yaptığı şeyin yine kendisine aksetmesi bakımından da etkilenendir. Şu hâlde, insanın yaptığı yine kendisine geri dönecektir. Kur’ân’daki: “insan iyilik ettiği derecede iyilik ve kötülük ettiği derecede de kötülük görecektir- miskale zerretin hayren yereh ve miskale zerretin şerren yereh” (Zilzâl: 7) âyeti de bu gerçeği deyimlemektedir.

Bu etkileme ve etkilenme işini daha içinden inceleyecek olursak görürüz ki etkileme ve etkilenme ancak madde bakımından söz konusudur. Bunları yapan da hiç bir şeyle kayıtlı ve sınırlı olmayan ruhtur. Ruh, ne etkileyen ne de etkilenendir. O, her şeyden müstağni olan zâttır. Yaratan ve yaratılan (Hâlik ve Mahlûk), ruhun misâl âleminde, Şühûd âlemin­de gösterdiği şekillerden, hareketten başka bir şey değildir. Şu hâlde, Allah kelimesi de anlatmak için kullandığımız bir sözdür, fark açısından kullandığımız bir sözdür. Şu hâlde, Allah’ a bir şekil veya bir vücut verip Allah Allah diye çağıranlar veya böyle bir mevcudiyeti inkâr edenler tam gerçeğe ulaşmış sayılamazlar. Tam gerçeğe ulaşabilmek için ruhun içine girmeli ruhun ne olduğunu anlamalıdır, başka bir deyişle ruh olmalıdır, zât ol­malıdır. O zaman insan ne onun ne de ötekinin mevcut olmadığını ve yine onların ve her şeyin ondan çıktığını onun ile mevcudiyet kazandığını anlar ve bütün düşünüş ve hareketlerinde tamamıyla hakikate uyabilir. Aksi hâlde, bu gibi boş sözlerle ömrünü boşa harcamış olur.

41- Her şeyden müstâğni olan zât, gaybe ait tecellîler ve şuûnlar vasıtasıyla, yani madde ile zâhirdir.

Madde de ruh gibi birdir. Ancak, suretler çeşitli ve başka başka olmakla her zerrede tecelliyât başka başka olmakta ve bu sebeple de senlik ve benlik ortaya çıkmakta, dolayısıyla âlemlerin suretleri için de Hakk’ın vücûdunda eser meydana gelmektedir.

Bütün suretler, Hakk’tan çıktıkları cihetle etkilendiler, yaratık oldular. Fakat bü­tün bu suretler, yine Hakk’a râcî olduğu, Hakk olduğu cihetle demek ki Hakk’ın mevcudi­yeti suretlerin mevcudiyetidir. Bu suretle de suretler, etkileyen yani Hâlik; Hakk da etkilenen yani Mahlûk sayılır. “Allah’ı insanlar yaratmıştır” sözünün gerçek anlamı ve te’vîli bu olmalıdır. Ancak, bütün suretler fark i’tibârıyla, şuûnlar i’tibârıyladır. Farkta, şuûnatta suretlerin mevcudiyeti de Hakk’ın kendini çeşitli suretlerde bilmesi için­dir. Zâten, bilmek için de her suretin başka başka olması lâzımdır. Bu başkalık dolayısıyla Hakk kendini bildiği gibi sever de, çünkü sevgi de başkalık ister. Kısaca, Hakk kendini bilmek ve sevmek için bu başka başka suretleri yaptı, farkı meydana getirdi. Fakat zâtı bakımından onun sureti yoktur, çünkü o her şeyden münezzehtir.

Akîdelerin başkalığı da görüşün başkalığından ötürüdür. Çünkü bir insan, nasıl görürse gördüğüne göre inanır ve istidadı ne derecede ise gördüğü şeyi de o derecede görür ve görüşüne göre de onun hakkında bir fikir peyda eder. Bu sebeple herkes için kendi görüş ve düşünüşünden başka görüş ve düşünüşler daima yanlıştır. Kaldı ki görüş ve düşünüşler de sâbit olmayıp her an değişmektedir. Çünkü istidatlar da tecrübelerle daima değişip artar.

Kısaca insanlar, istidatlarının dolayısıyla görüş ve düşünüşlerinin başkalığı yüzün­den çeşitli akîdelere bağlanmışlardır ki bu keyfiyeti “insanlar yetmiş iki fırkadır, yetmiş üçüncüsü de Fırka-i Nâciye’dir” sözüyle deyimlerler. Birbirlerine yakın görüş ve düşü­nüşte olan zümreler de birer din altında toplanmışlardır.

42- Bir ârif her şeyin, o her yerde hazır ve nâzır olan zâttan geldiğini ve yine ona döndüğünü bilmeli ve daima böyle düşünmelidir.

43- Kâinâttaki bütün aynalara ayrı ayrı bakarsan hepsini ayrı sanıp dalâlete düşersin. Hâlbuki bütün aynaların aksettirdiği şey, tek bir surettir. Dolayısıyla, ârif bütün aynaları da tek bir aynada görmelidir.

Âlemde, insandan başka bir şey yoktur. Milyarlarla çeşitli suretler aynaların çeşitliliğinden ötürüdür. Bütün o aynalar birleştirilip bakıldığı zaman yine insandan başka bir mevcut olmadığı görülür.

Zâtın isimleri de ayna parçaları gibidir. Eğer, isimlere yönelirsen her isimde zâtı başka türlü görürsün ki o isimler ayni zâtın birer mertebesinden başka değildir. Ancak, bütün bu mertebeleri birleştirdiğin takdîrde tek bir ayna yapmış olabilirsin ki o aynaya Allah denir ve zât da ancak bu tek aynada müşâhede edilebilir.

44- Ârif, isterse her aynaya ayrı ayrı bakar ve her aynada o bir olan zâtı görür ve isterse bütün aynaları birleştirir ki o zaman da kendi ayna olur ve bu ayna artık ahad olan zât aynasıdır. Ârif, bu aynada sırf zâtı görür. İnsan kendini ayna yapınca vâhidiyyet aynasını ahâdiyyet aynasında görmek de mümkün olur. Aynaları birleştirip bir görmek demek, vahdeti sağlamak ve bir vücûd olmak demektir ki bu takdîrde tek bir vücûd görünür. Fakat ârif için çeşitli aynalara bakmak da tek aynaya bakmak da ayni şey­dir, çünkü o her iki şekilde de yine zâtını görür. Çünkü gören ve görünen daima birdir ve kendidir. Ârif, hiç bir bakışta tutulup kalmaz, hiç bir bakışla kayıtlanmaz.

45- Âl-i İmrân: 97. Ankebût: 6.

46- Suretlerde Hakk’ın göründüğü zannedilmemelidir. Suretler ancak Hakk’ın suretleridir, kendisi değildir. Çünkü zât âlemlerden ganîdir. İnsanın ruhu zâttır, onun bütün hareketleri, mevcudiyeti maddededir. Ruh, bir şey isteyince onu madde vasıtasıyla yapar. Fakat ruh suretlere girmekle zâtından, kayıtsızlığından hiç bir şey kaybetmez yani ruh, suret olmuş değildir. Suretler Hakk’ta zâhir fakat Hakk suretlerde zâhir değildir yani suretler Hakk değildir. Âlemlerin sureti de onda ancak zâtın isimleri bakımından zâhir olur. O da bize nisbetle yani maddenin maddeye nisbeti dolayısıyladır; zât ki madde­den münezzehtir, biz onu göremeyiz.

Bütün unsurlar, suretler Sultânî Ruhun bir “Ol!” emrinden başka bir şey değildir; hattâ hayvânî ruh bile. Çünkü bütün şekiller, suretler, olaylar lâtif ve kesîfin birbirine vuruşmasın­dan başka bir şey değildir. Hâlbuki zât, maddeden münezzehtir. Şu hâlde o, sadece zât i’tibârıyla vardır. Hattâ “var” diye söylediğimiz söz bile zât bakımıyla yoktur, çünkü lâf da maddedir. Yokluk dediğimiz de bizim varlığımıza nisbetle söylenen bir sözdür. Adem dediğimiz şey bir varlıktır fakat bizim tasavvurumuz gibi değildir. İşte, her şeyden müstağni dediği­miz zât da vardır fakat nasıl olduğunu tasavvur edemeyiz. Yalnız, onun bir arzusu olan mi­sâl âlemini, hayâl âlemini bütün suretleri ve şekilleriyle nisbetimizde görebiliriz.

47- Her bir isim Hakk’ın vücûdunu gösteren birer ayna parçası gibidir.

İsimlerden maksat da müsemmâdır. İsimler Hakk’ın mertebeleridir ve her mertebenin bilinmesi birer isme bağlıdır. Yani, fark âlemi birer isimle anılır. Farka gelen her şey bir isim almak mecburiyetindedir. Her ismin bir müsemmâsı vardır, fakat bu müsemmâ o ismin kendine mahsustur, o isimle delâlet olunan zâta mahsus değildir. Bütün bu çeşitli isimler ve müsemmâlar bize en sonda tek vücûdu, Hakk’ın vücûdunu gösterir.

Tekrar edelim ki bütün bu isimler ve bu isimlerle zâhir olan bu isimlere mahsus hakikatler ancak bizler içindir, Hakk için değildir. Çünkü o kuvvet mertebeleri, isimleri, şekilleri yapan bir tek kuvvet olup onun için şu veya bu yoktur; çünkü o kuvvet zâttır. Nisbetler ancak bize göredir, çünkü bizler mertebelerde bulunmaktayız. Fakat zât için hiç bir nisbet kabul olunamaz çünkü o vücûd lâyezâldir, yalnız o vardır. O, kendinden başka olmayan bir kuvvettir ve bu sebeple de her şeyden münezzehtir. Onun için o ismin delâlet ettiği şey zât olamaz aksi hâlde zâta bir sınır çizmemiz ve zâtı o sınır içinde ayrı bir varlık gibi görmemiz gerekir ki o zaman da vahdet ortadan kalkar. Kısaca, bütün isimler birbirine aykırı iseler de onlar ayni bir vücûdun mertebelerinden başka değildir­ler. Onun için aradaki nisbetler de mertebelerin birbirlerine olan nisbetlerinden başka değildirler. Bu şeyler ise zâtı hiç bir suretle ilgilendirmez, dolayısıyla o her şeyden münez­zeh ve müberrâdır.

48- İsimler bizi müsemmâyı dolayısıyla zâtı bulmaya götürür.

İsimleri biz insanlar koyduk. Daha doğrusu insan suretinde her şeye bir isim takan da Allah’tır. Allah’ın Âdem’e esmayı talim etmesi keyfiyeti de insanların Allah’ın birer cüz’ü olmaları ve fânî bulunmaları dolayısıyla insan suretinde kendi vücûduna isimler veren yine Allah olduğunu deyimlemek içindir. Yani Allah, insan suretinde kendi şekillerine, suretlerine, müsemmâsına yine kendi isim takıyor demektir, yoksa Allah insanı karşısına almış da ona isimler öğretmiş demek değildir. Eğer, isimleri insanların kendileri takmış olsalardı o zaman isimleri insanlar taktı denirdi, isimleri Âdeme Allah talim etti denmezdi.

Bu isimler yoluyla müsemmâya, zâta varırken de her kayıt ve tahsisten sakınmamız gerekir. Çünkü her kayıt ve tahsis mutlak vücûtta yok olucudur. Her mertebe, her isim ve müsemmâ o mutlak vücûtta eriyicidir. Bunların hepsini mutlak vücûd kendinde toplar ve bunun için de mutlak vücûtta kayıt yoktur. Ancak, mutlak vücûd da görünüş i’tibârıyla zâta nisbetle kayıtlıdır; mutlak vücûd da zâtta yok olucudur.

Mutlak vücûd bakımından yapacağımız ince bir düşünce bizi kayıtlı akîdelerimizden de kurtarır. Çünkü akîdeler her insanın kendine mahsustur ve dolayısıyla başka başkadır. Cüz’iyyâttan, kişilikten çıkıp zâta varmak isteyen kişi, kişiliğinin doğurduğu kişisel inançla­rından da sıyrılmak zorundadır.

Bu suretle zât yolu, zât sevdası bizi gerek kesîf suretten ve gerek lâtif ma’nâdan, isimlerden kurtarır ve yalnız Allah yolunda olmaya ve zâtı bulmaya götürür. Böylelikle de daha önce isimler ve sıfatlar bakımından ayrı ayrı incelediğimiz şeyleri, kayıtlı ve sınırlı inançla­rımız da dâhil olmak üzere, toptan elden bırakmaya bizi cesaretlendirir. Başka bir deyişle her şeyden münezzeh olan zâtı algıladığımız ân, çeşitli isim ve suretlerle farka gelen mevcûdâtın toplu olarak Hakk’ın suretleri olduğunu; isimlerin onun mevzi’ ve mahal bakımın­dan aldığı birer isim olduğunu; mertebelerin onun vücûdundan ve onun mertebeleri oldu­ğunu bilmeli, bu suretle de zâtı da fark âlemini de inkâr etmemeli, hepsini yerinde kabul ve mantıki sebepleriyle açıklayıp algılamalıyız. Hakk ve hakikate ulaşmak ancak bu suretle olur.

49- Hakikat yolcusu, yakinî ilm ile perdeleri kaldırıp var olan ve bâkî olanın her yerde birer yüzle görünen O Allah, o zât olduğunu bilmeli ve hattâ kaldırdığı perdelerin de ondan başka bir şey olmadığını düşünmeli ve kendini de yok edip her baktığı yerde sırf Hakk’ı gör­meli, gören de görünen de kendi olmalıdır..

Hakk yolcusu, gören de görünen de kendi olduğu zaman, her ne bakışla olursa olsun ne­reye ve neye baksa kendini, Hakk’ı görecektir. Karınca gözüyle, insan gözüyle, gözsüz, kalb gözüyle, tefekkürle, tefekkürsüz velhâsıl ne suretle bakarsa baksın her cüz’den kendi istidat ve mevcudiyetine göre hep kendini, hep Hakk’ı görecektir.

İşte insan, bilgisi dolayısıyla, kendini çeşitli gözlerle görür, çeşitli hislerle hisseder ve çeşitli bilgilerle bilirse ve bütün bu görüşlerin ve görünüşlerin ayni bir şey olduğunu anlayabilirse o zaman Hakk ve hakikate ulaşmış olur.

50- Ârif, bilgisi dolayısıyla isterse lâ taayyünde isterse taayyünde kalır, zira o her ikisi­ni de nefsinde toplamıştır.

Ârif, lâ taayyüne vardığı zaman bütün perdeleri, sıfatları, şekilleri atar ve hiç bir ha­yâl bırakmaz ki o takdîrde sırf Hakk olur. O zaman onda ne suret ne şekil ne de suretleri anlatmak için dış hassaları tenbîh için söylenen söz kalır. Bu makamda nefs için söz de söz konusu olamaz. Çünkü söz, suretler içindir. Suretler kalkınca sözün lüzumu neye, kime ve niçindir?

Fakat ârif isterse, taayyüne gelir Hakk’ın vücûdu olur ve her şekil ve suretten görünen ve var olan yalnız Hakk’tır der. Ârif, o zaman da surete gelmiş olduğundan, söz de mevcut­tur. Çünkü Rabbânî şân yani terbiye edicinin şânı da bunu gerektirir.

Şuna da dikkat etmelidir ki lâ taayyünde de taayyünde de benliği ortadan kaldırmak gerekir. Çünkü “Benim” demek yani kendine vücûd vermek cehâlet eseridir. Zira taayyünde görünen varlıklar Hakk’ın vücûdundan başka olmadığı gibi lâ taayyünde de zâten şekil ve suret diye bir şey düşünülemez.

Yukarıdaki sebepten dolayı hiç bir zaman benim dememeli, ben yaptım dememeli. Bil­meli ki bütün suretler senindir ve sen bütün suretlersin. Her mertebede o mertebenin gereği olan hareketi yap ve sözü söyle, fakat bir mertebede, bir sözde saplanıp kalma.

Hallâc-ı Mansur’un “Enelhakk” sözü de surete tenezzül ile söylenmiş bir sözdür ki haki­katte bu sözün de yeri yoktur. Çünkü suret yoktur, fânîdir. Her şey sen ve sen her şey olun­ca, gerçekte senden başka bir şey yok demektir. Bu sebeple, ben şuyum veya buyum demek gayrilik gütmek veya sözle de olsa bir gayrilik ifâde etmek demektir. Bu ise bir ârif için hoş görülebilirse de çoğu kere doğru görülemez. Var olan, bütün şekilleriyle, sıfatlarıyla, isim­leriyle, müsemmâsıyla birdir, Hakk’tır ve o da sende tecellî eder.

51- Zât aynası, a’yân-ı sâbitedir. A’yân-ı sâbite hareketten, şekilden, her şeyden münezzehtir. Orda “Kün” emrinde gerek manevi gerek maddi olacak şeyler olmuştur, biz şimdi misâl âleminde unsurlarla onun hayâlini, gölgesini görüyoruz. Başka bir deyişle, biz bir aynayı sağa sola hareket ettirsek, ayna karşısında bulunan bir suret de hareket ediyor gibi görünür, hâlbuki hakikatte hareket eden şekil değil aynadır. Ayna unsurlardır ki a’yân-ı sâbitede dâhildir. Yani “Kün” emrinde olan şeyleri şimdi biz unsurlar vasıtasıyla görüyoruz ve yeniden meydana geliyor gibi farz ediyoruz ki yanlıştır. Öldükten sonra da hayatta geçirdiğimiz bütün şeyleri görürüz dediğimizden maksat da işte bu a’yân-ı sâbitedir, yoksa unsurlar vasıtasıyla geçirdiğimiz maddi şeyler değil. A’yân-ı sâbitede, “Kün” emrinde olmuş olan şey ezelî ve ebe­dîdir, hiç bir değişikliğe uğramaz; unsurlar ise daimî bir tahavvül ve istihâleye maruzdur.

Ölümden sonra ayni şekilde bir daha misâl âlemine gelmek yoktur, yani unsurlar bir daha a’yân-ı sâbitede olan ayni şekli aksettirmez. Vâkıâ, madde başka suretlerde gelecektir, fakat bu suretler eski suretler olmayacaktır. Yani insan ölmekle, insanlık yok olmuş değildir, ana hatlarıyla insan a’yân-ı sâbitede mahfuzdur, dolayısıyla insanlar gelmekte devam edecekler­dir, şu kadar ki madde âlemindeki görünüşleri başka başka olacaktır. Ölen bir insanın mad­di unsurları hemen yeni bir insan şekli meydana getiremeyeceğinden, yeni bir insan şekli meydana gelinceye kadar arada geçecek olan diğer suretler de nisbî bir ceza gibi görülebilir. Bizim bu söylediklerimiz tesnâsüh görüşüne benzerse de asla onunla karıştırılmamalıdır. İşte, insanın gerek nefsi gerek sureti zât aynasında, yani a’yân-ı sâbitede görünen sâbit ayn’ın suretidir.

İnsan, zât aynasına baktığında kendi vücûdu ve nefsi suretini gördüğü gibi insan aynasına baktığında da orada Hakk’ın suretini görür. Başka bir deyişle, Hakk’a bakarsan halkı, halka bakarsan Hakk’ı görürsün. Hakk da halk da ayni bir şey olduğuna göre aradaki fark bir bakış nisbetinden başka bir şey değildir. İstediği şekilde bakmak da ancak âriflere mah­sustur.

52- İnsanın görüşü ve dolayısıyla düşünüşü görünüşler âleminde cüz’ler arasında birer nisbetten ileri geçemeyeceğinden zât için misâl aramak boştur. Çünkü her şey onda eriyip yok olucudur. Onun gibi daha bir varlık olmalı ki onun misli olsun. Şu hâlde bizim misâl, yani şühûd âleminde tecrübe ile edindiğimiz bütün bilgiler zâtın hakikati bakımından bir hiçtir. Bu sebeple biz zât hakkında mutlak olarak şöyledir veya böyledir diyemeyiz yani zâtın misli yoktur, ona ancak misâl olabilir ki o da misâl âleminde bulunan bizler için zâtı mümkün olduğu kadar söz ile anlatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Hakk, görünmekten ganî olduğuna göre onun hakkında misil bulmak mümkün olmadığı gibi misâlleri­miz de yine nisbî görüş ve bilişi geçemez.

Zât, her şeyden ganîdir demek, zâtın varlığından başka varlık yoktur demektir. Bu sebeple “Ganî” kelimesi yerine “Berî” kelimesi kullanılmamalıdır. Çünkü zât her şeyden berî­dir dersek o zaman zâttan başka ayrı varlıklar var da zât da onlardan ayrıdır gibi bir deyim­de bulunmuş oluruz ki bu da bir gayrilik olur.

İnsan, vücûd mertebelerinde zât ve vücûdu üzere yok olmaktan korkmamalı, yani insan ölümden korkmamalıdır. Çünkü insan, görünüşte ölse de zâtıyla ve sıfatıyla levh-i mahfûzda damgalanmıştır. Ölümde kaybolan insanın suretidir, şeklidir yoksa insan, gerek ruh bakı­mından gerek madde bakımından lâyemûttur. Çünkü insan, kâmil olan Hakk’ın vücûdu ile vardır. İnsanın kâmil olabilmesi için de bütün mertebelerden geçmesi ve onları kendinde toplaması gerekir. Yani, insanın kâmil olabilmesi için her mertebede kendi olduğunu, mer­tebe bakımından mevcut bulunduğunu ve bütün mertebelerin de kendinde tamamlandığını bilmiş olmalı ve böylelikle de bütün mertebeleri kendinde toplamış olmalıdır. İşte, insan böyle bir kemâle erişince de Hakk olmuş olur yani onun varlığı artık Hakk’ın varlığı olmuş olur.

Mertebelerdeki mevcudiyet, suret birer hayâldir yani mevcut olan, hakiki varlığın birer sureti, birer hayâlidir. İnsan, kendi mertebesinde diğer suretleri gördüğü için mademki onlar vardır o hâlde ben de varım diye hükmeder. Hâlbuki bu varlık nisbî bir varlıktır ve hayâlden ibarettir. Çünkü bütün suretler yok olucudur.

İnsan, gerçekten var olmak isterse o suretleri de kendinde toplayan ve hayâllerin hakikati ve aslı olan mevcudiyet olmalı yani her şey olan Hakk olmalı, bu suretle de lâyezâl ol­malıdır.

İnsan aslını, zâtını bulmak isterse kendisine perde olan nisbî vücûdunu gerçek vücûtta yok etmelidir. Bu perdeyi kaldırmak ve gerçek vücûtta yok olmak demek de ölmek demek değildir yani maddeten bilfiil ölmek demek değildir. Hakikati bilip bilgi bakımından ölmek yani varlık diye övündüğün maddi vücûdunun hiç olduğunu bilip, bütün mertebeleri ve mertebelerdeki şekilleri ve suretleri mertebelerinde bırakarak, onların gerçekte yok olduklarını düşünerek aslına, zâtına ruhen yükselmek, ruhunla baş başa kalmak demektir. Hayâlden, perdeden sıyrılıp ruhunla baş başa kaldığın zaman da sende, sen de kalmazsın yalnız Hakk kalır çünkü mevcut olan odur.

İşte, görenin de görünenin de Hakk’tan başka olmadığını bilen ve her yerde ve her şeyde Hakk’ı görüp hisseden insan da Hakk-el-yakin mertebesine ulaşmış, Hakk ile Hakk olmuş olur.

Burada sözümüzü bitirmeden şu noktaya tekrar önemle işaret edelim ki vücûdu yok etmek demek, mahvetmek demek değildir; ondan soyunup arınmak demektir, perdeyi kaldırmak demektir. Yoksa hiç bir suret ve şekil mahvedilemez. Çünkü her suret, a’yân-ı sâbitede saklıdır. İnsanın nefsi a’yân-ı sâbitede saklı olan şekillerin hepsinden geçecektir ve bu şekilleri yok etmek mümkün değildir. Ancak, şekillerde kalmamalı, şekilleri varlık sanmamalıdır. Var olan, mevcut olan insanın nefsidir.

53- Suret nefse bağlıdır, nefsin istidadı ne ise ona göre suret yapar. Onun içindir ki bütün suretler başka başkadır. Meselâ, bir yılanın sureti onun nefisinin istidadı olan sokuculuğuna göre uygun düşmüştür ve hakikati de hayvânî ruhtur.

Suret, zâhirde değişir fakat hakikat hiç bir zaman değişmez. Her şey, ezelî taksimde ne aldıysa onun sâbit ayn’ı odur.

54- Her şey şekliyle de nefsiyle de mevcuttur, hattâ hayâliyle de mevcuttur. Çünkü her şey, Hakk’ın mevcudiyeti ile vardır ve Hakk’ın görünmesi ile görünürler.

Her şey, Hakk’ın vücûdundandır, Hakk’tır. Aradaki şekil başkalıkları A’yân-ı Sâbite dâhilindeki suretlerin nisbetlerinden başka bir şey değildir ki bu da esfel ve a’lâyı, hayr ve şerri bildirmek içindir. Gerçekte, hayr ve şer, esfel ve a’lâ da yoktur, bunlar nisbette birer derecedir. Bunlardan maksat da zıtlar olsun ve zıtlarla da her şey meydana gelsin içindir, her şey zıtlarla meydana gelir. Velhâsıl, her ikilik birlik içindir, ikilik olmasa birliği görüp al­gılayamayız. Bundan ötürü de her suret yerinde Hakk’tır ve lâyezâldır.

Suretler ve nefsler Hakk olduğuna göre hiç bir suretle kaybolmaları söz konusu olamaz. Çünkü onlar kaybolursa Hakk’ın da kaybolması gerekir. Kısaca her şey nefsiyle, sure­tiyle ve hattâ hayâliyle mevcuttur. Madde, aşağı yukarı her şekilde birdir yani azot, karbon v.s. den ibarettir. Çeşitli olan surettir ki o da nefsin ayâna gelmesinden başka bir şey değildir. O nefs ki mevcuttur demek ki onun şekli de hayâli de mevcuttur, kaybolmaz. Nerede olursa olsun o nefs kendi istidadına göre olan sureti meydana getirir, hayâlini gösterir.

55- Hiç bir şeyin yok olmasına imkân yoktur. Çünkü vücûd, Hakk’ın vücûdudur. Bütün cüz’ler Hakk’ın vücûdu onların suretleri de Hakk’ın birer yüzüdür. Hakk’ı kaldırmalı­dır ki cüz’ler ve suretler de kaybolsun. Dolayısıyla nefs, nefsiyle; madde, maddesiyle; hayâl, hayâliyle daima mevcuttur.

56- İnsan hiç bir şeyin sınırını, hududunu kaldırmaya kadir değildir, hattâ kendi sınırını bile kaldıramaz. Çünkü insan bir cüz’dür. Kaybolan yalnız aradaki nisbî bir surettir ki o da hayâlde mevcuttur. Bütün cüz’ler Allah’ın vücûdu olduğuna göre hiç bir sınır, hiç­bir yüz yok edilemez.

Kadir olan ancak Allah’tır ki o da ilâhî ilmi ile kadirdir. İlâhî ilmin bizim gibi beyne, düşünüşe ihtiyacı yoktur. O, nasıl isterse tahavvül ve istihâle yoluyla bin bir çeşit suret vücûda getirir ki zâtı ve nefsi kendidir. Kendi mevcut oldukça maddesi, sureti ve nefsi ile her şey de, her âlem de mevcuttur.

57- Her şeyin hakikati bütün âlemlerde bütün şekilleriyle bâkîdir. Çünkü ruh odur, nefs odur, zât odur. O âlemden âleme geçişinde her âleme göre bir örtü örtünür ve birer surette görünür. O, sâbit ayn’lar bakımından mutlak vücûttur ve âlemler ki mutlak vücûtta dâhildir şu hâlde maddeler, suretler, hayâller hep mevcutturlar, çünkü mutlak vücûdun için­dedirler.

58- Gerçekte ne ölen ne öldüren vardır yalnız hisse ait suretler değişmiştir. Burada kaybolan bir suret başka bir yerde başka bir suretle meydana çıkacaktır. Çünkü madde mevcut, nefs mevcut, vücûd mevcuttur. İşte, bu gerçeği ancak doğru bir akıl ve algılayıcı bir vehim algılar. Burada şu âyete işaret edelim: “Attığında sen atmadın, lâkin Allah attı (Enfâl: 17)”.

59- Her cüz’den her işi yapan Hakk’tır ama her cüz’ yalnız bir işe mazhardır. Fakat hakikatte ölen de öldüren de Hakk olunca yani sen ben olmayınca ne ölen ne de öldüren olur; bütün bu isim ve sıfatlar ancak mazâhirdedir. Zâhirde bir öldüren bir de ölen iki ayrı insan görülür, hisse ait görünüşte bu böyledir ve hüküm de bu hisse ait görünüşe göre verilir. İşte, bu sebepledir ki Şeriatlar ve Kanunlar hissî görünüş üzerine kurulmuşlardır. Fakat gerçekte ölen de öldüren de ve bu olayı seyr eden de o tek vücûd olan Allah’tan başka değildir. Hissî suretler, nisbetler yani cüz’ler ise fânîdir.

60- Haber veren de haber verilen de ayni Hakk’tır yalnız suretler değişir. Hakk haber ver­me dolayısıyla etkileyen, haber alma dolayısıyla etkilenendir. Birinci şekilde Hakk, ikinci şe­kilde de Halk’tır. Bunun böyle oluşu kendini bilsin ve sevsin içindir. Yoksa Hakk da Halk da kendidir.

Bu dünyada kâfir küfründe ısrar eder, hakikatperest de hakikati yaymak için çalışır. Hakikate varmak pek güç olduğundan zevki de pek yüksektir. Eğer, hakikati herkes bilmiş olsaydı o zaman onun da bir kıymeti kalmazdı. Çünkü hakikat, küllî varlık ve kudrete sahip olmak demektir. Bunu da Allah pek az kullarına ihsan etmiştir. Bu hakikat yolundaki görüşlerin ve düşünüşlerin başkalığı sebebiyle de bu dünya bir boğazlaşma sahnesi olmuştur ve olmakta da devam edecektir.

(Cümlenin maksûdu bir amma rivâyât muhtelif)

61- Burada belirtmek istediğimiz şey maddenin ve ma’nânın ezelî ve ebedî olduğu, madde bölünebilmekle beraber genel olarak tek bir madde bulunduğu, “Ben ona ruhumdan nefh ettim” sözü ile de ruhun güya her cesede, her surete ayrı ayrı nefh edildiği fakat gerçekte ruhun madde gibi bölünmeyeceği meselesidir. Suret ise beş duyu organımızla algıladığımız şühûd âleminde yani fark âleminde mevcuttur ki o suretin kaybolmasıyla o şeyin yok olması gerekmez. Çünkü şühûd âlemi, ma’nâ âlemindeki düşünce ve tasavvurların suret, şekil bakımından zuhura, ayâna gelmesi demektir ki bu bakımdan esas âlem melekût âlemi, mi­sâl âlemidir. Yani, bir şekil veya suret şühûd âleminde kaybolmakla misâl âleminden de, melekût âleminden de kaldırılmış olmaz. O suret veya şekil misâl âleminde gerçeği yani aslı üzere mevcuttur. O şeklin fotoğrafı levh-i mahfûzdan silinmez. Bu bakım­dan her şeyin aslı yani şühûd âleminde görünen ve şekiller suretinde tecellî eden maddenin aslı, ma’nâdır çünkü melekût âlemi gaybdandır, ma’nâdandır. Bir şeyin hakikati ma’nâda olan esas ve aslıdır. Burada yılan hakkındaki sözlerimiz iyice düşünülsün.

Hiç bir kuvvet bir şeyin hakikatini yok edemez. Zâten, yokluk ancak nisbî olan bu fark âleminde bize göre olan bir şeydir. Her şekil ve suret hakikati ile şu veya budur. Mese­lâ, yılanın hakikati hayvânî ruhtur. Burada önemle işaret etmek gerekir ki bir şey ezelde han­gi şekil ve suret üzere yaratılmış ise o hep öyle gidecektir, o şekil veya suretin değişmesine imkân yoktur. Gerçi, biz birçok yerlerde şekiller ve maddelerin ruhun seyranında birer kaptan, birer merhaleden başka bir şey olmadığını ve ruhun devranda, bütün mertebe ve makamları dolaşacağını söyledikse de bu keyfiyet bizim yukarıdaki sözümüzü yalanlamış olmaz. Çünkü her şekil ve suret devran bakımından ve kendi ferdî seyirlerinde nice başka şekillere ve suretlere girseler, nice mertebe ve makamlardan geçseler de her şekil ve suret ezelî ilmi ve hakikati bakımından, ismi ve sureti bakımından şühûd âleminde hiç bir zaman eksik olmaz. Fertler yok olsa da cinsler ve nev’ler daima mevcuttur. Bir şey, hakikati bakımından ne idiyse o hep odur, başka bir şey olamaz. Bir şey ezelî ilminde nasılsa döne dolaşa yine o olacaktır. Bu noktada, devran bakımından olan değişme ve inkılâp ile her şeyin yine de aslı üzere bulunacağı keyfiyetinin birbirine karıştırılmamasına dik­kat etmelidir.

62- Yılan veya her hangi bir suret olursa olsun ezelde hakikati bakımından mevcuttur. Bizim, şühûd âleminde o suretleri görmemiz mertebeler bakımından teâkubdan başka bir şey değildir ve bu ezelî ilmi de farka getiren, şühûda getiren de unsurlarıdır. Unsurlar, asıl­da müşterek oldukları hâlde birbirinin zıddıdır. Bundan ötürü de onlardan meydana gelen milyarlarla şekiller, varlıklar da birbirinin zıddıdırlar. Bütün hareketler en nihayet, madde­nin mevcudiyetine göre olacağı, bilineceği ve i’tikad edileceği cihetle bizim her hangi bir şek­li, bir varlığı görmemiz, bilmemiz nefsimiz bakımındandır ki o da yok olucudur. Nefsimiz de hissiyyâtımızdır. Bir çocuk ana karnında iken yılandan da, başka şeylerden de habersizdir. Çocuk ancak hissiyyâtı geliştiğinde ve hissetmeye başladığında ve hissettiği derecede yılanın veya şunun bunun mevcudiyetini algılayabilir. Hâlbuki yılan veya şu ve bu, çocuk doğma­dan da vardır ve çocuk da yılanın, şunun veya bunun yavruları doğmadan da vardır. Bütün bu değişip başkalaşmalardan, inkılâplardan maksat da ezelde yazılmış olanın fiile gelmesi­dir, devran bakımından nihayet o surette karar kılmasıdır. Meselâ, insan suretinin geçirdiği değişme ve gelişme gibi.

Biz, yılanın veya her hangi bir şeyin mevcudiyetini nefsimiz, yani hissiyyâtımız bakı­mından i’tikad ettiğimiz gibi her hangi bir şeyin öldürülmesiyle onun yok olduğunu da yine hissimizle i’tikad ederiz. Hâlbuki yılan veya her hangi başka bir hayvân nefsiyle yılandır, şu veya budur. Nefs ki ayni zamanda hayvânî ruhtur, şu hâlde yılanın veya başka bir hay­vânın hakikati odur. Bundan ötürü de yılanın sureti ortadan kalksa da yılan büsbütün orta­dan kalkmış, yok olmuş olmaz.

Ve nihayet, Hakk’ın hayatı ile yine Hakk’ın hakikatinde ve yine Hakk’la görünmesi hay­siyeti ile de yılan ezelî ve ebedîdir, yok olmaz. Başka bir deyişle, yılanın sureti de Hakk’ın kendi mertebelerinde ve yine kendinin bir suretidir ve Hakk’tan başka bir şey değildir. Ma­demki Hakk vardır, mevcuttur hakikati de zorunludur. Yılan da Hakk olmakla onun da ha­kikat bakımından öldürülmüş olması mümkün değildir. Yılanın öldürüldüğünü ve yok edil­diğini sanmamız bir hayâl işidir. Zâten, suretler hayâl olduğundan o suretin varlığını veya yokluğunu bizim nisbî olarak algılamamız da hayâldir.

Daha başka bir deyişle, hiç bir şey kendi nefsinden öldürülüp yok edilemez. Çünkü nefsi yapan unsurlardır, fakat onu izhar eden, onu sıfatlandıran ruhtur. Kaldı ki bir şeyin maddesi bile ancak suret açısından yok edilebilir. Ama ruh hiç bir zaman yok edilemez. Çünkü nefs, küllî nefstir. Vücûd mutlaktır. Kalksa kalksa ancak hissiyyât ortadan kalkabi­lir yani taayyün, görünüş olmayabilir. Fakat taayyün, görünüş olmamakla mutlak vücûdun da ortadan kalkması gerekmez. Gerekse de bu vücûttan başka bir vücûd yoktur ki mutlak vücûd orada yok olsun. Şu hâlde hocaların küllî ölüm, küllî yokluk dedikleri de cüz’î ölüm, cüz’î yokluktur. Çünkü ölüm, yokluk, cüz’lerin suret değiştirmesidir fakat cüz’ler madde bakımından mevcutturlar. Kısaca Hakk her şeyle mevcuttur, her şeyle vardır, gayb ve şühûd hep odur.

Burada “Haysiyet” kelimesinin anlamına da kısaca işaret etmeyi uygun gördük. Haysiyet kelimesi bazen “Sebep” karşılığı olarak kullanılmakta ise de bu kelime “Sebebin” tam karşılığı değildir. Zira sebep olmak için başka bir şeyin vücûdu gerekir, hâlbuki “Haysiyet”te o şeyin yalnız kendi mevcudiyeti söz konusudur. Meselâ “Hakk’ın taayyünü haysiyeti ile…” dediğimizde anlatmak istediğimiz şey taayyün eden ve taayyüne sebep olanın yine bizzat Hakk olduğu ve başka bir şey olmadığıdır. Bu sebeple kitabımızın birçok yerlerinde terimleri Türkçeleştirmeyip olduğu gibi veya sinonimleriyle birlikte kullanmak zorunda kaldık. Terim anlamlarına özellikle dikkat edile.

63- Küllî ölüm yoktur. Ölme ve öldürme ancak cüz’lerin birbirlerine olan nisbetindedir, şekilde ve surettedir. Gerçekte ise ölenin veya öldürülenin hayâli öleni veya öldürüleni saklayıcıdır. Defalarca söylediğimiz gibi dıştaki, afâktaki hiç bir şekil veya suret gerçekte kaybolmaz. Zira her suret ve şekil levh-i mahfûzda mündemiçtir, fotoğraf gibi oraya aksetmiştir. Afâkta bu böyle olduğu gibi enfüste de böyledir. Enfüste de bir levh-i mahfûz vardır ki biz ona “Beyin” adını vermişiz. Beynimiz yalnız görünen bir şeye ait hayâli değil fakat meselâ sesi de, tadı da kısaca bütün hissiyyâtı, beş duyu organımızla aldığımız bütün duyumları saklayıcıdır. Meselâ, bir tanıdığımızın görmeden sesini duyduğumuzda ve yine gözü kapalı bir şey yediğimizde veya elle dokunduğumuzda, duyduğumuz, yediğimiz ve dokunduğumuz şeylerin neler olduklarını biliriz.

Beynimizde bütün hissiyyâtı saklayan ve hayâlleri resmeden bizim ruhumuzdur. Metinde, öldürülenin hayâli onun suretini saklayıcıdır şeklindeki deyimimizden yani saklayıcı diye vasıflandırdığımız hayâlden maksadımız da ruhtur. Ruhun vücûdu olmadığı cihetle hayâl kelimesi ona izâfetle kullanılmıştır.

Ruhumuz bedenimize girdiğinde yani şühûd âleminde mertebelerde gezerken yine mertebeler bakımından her şeyi külliyyet üzere görüp bildiği gibi bedenimizden çıktıktan sonra da her şeyi külliyyet üzere bilir. Birçok yerlerde, öldükten sonra dönüp arkamıza baksak dünya hayatında geçirdiğimiz bütün şeyleri olduğu gibi görebileceğimize işaret etmiştik ki bu işaretimiz bu gerçeğe dayanmaktadır. Afâkî olan levh-i mahfûzda bizim en küçük bir hareketimiz bile saklı bulunduğundan, ruh da her şeyi bilici olduğundan (çün­kü her şey ezelî olan ilâhî ilimde belirlenmiştir, bizim şühûd âlemindeki görüşlerimiz ve bilişlerimiz sırf bir teâkub eseridir) her şeyi görür ve bilir. Ancak ruh, şühûd âleminde yani mertebelerde her şeyi ismiyle, vasfıyla teker teker bildiği hâlde ölümden sonra ru­hun bilgisi mutluk vücûd bakımındandır. Şu noktaya da tekrar önemle işaret edelim ki ruhun her şeyi külliyyet üzere mutluk vücûd bakımından bilişi, sadece bedenden çıktıktan sonraya mahsus değildir. Ruh, bedende iken de her şeyi, mertebesine göre ayrı ayrı ve tafsîlâtıyla bildiği gibi, her şeyi külliyyeti üzere, mutlak vücûd bakımından da bilir. Çünkü tekrar tekrar işaret ettik ki ezelî ilimden, lâhut âlemi dediğimiz görünmez varlıktan şühûd âlemine yani ayâna gelişe kadar olan gayb âlemleri ve nihayet bu şühûd âlemi tek bir âlemden ibarettir ve yine bu şühûd âlemindedir. Bu tek âlemin ayrı ayrı adlarla adlan­ması mertebe bakımındandır ve anlatım içindir.

Kısaca, afâkî olan levh-i mahfûz da en sonda dört unsura dayanır. Çünkü bütün şekiller dört unsurdan çıkarlar, bundan ötürü de şekillerin asılları ve levhleri de unsurlardır. Enfüsî levh ise işaret ettiğimiz gibi, beynimizden ibarettir.

64- Nefs kelimesi, terim olarak vücûdun genelliğine yani madde ve ma’nâsına nisbetle söylenir bir sözdür. İnsanın kendi nefsini öldürmekle görevli olması da dışa ait bir söz­dür. Ölüm de gerçek anlamda, unsurlardan alıp yaptığımız vücûdun zerrelerini yine unsur­lara vermekle, bulunulan suretten başka bir surete intikal etmektir ve bu da birçok şekiller­de olabilir. Ve en nihayet, her şeyde ruh ayni ve bir olduğundan dolayısıyla öldürülen ve öldüren de ayni bulunduğundan öldürme işi, yalnız nefse ait olur ve o da suret ile deyimlenir. Nefsi öldürmeden sonra hakiki hayatın hâsıl olması da ruhun saflığı üzere sırf ruh kalma­dan ibarettir. Ruhun vücûdu yoktur ki fenâ’ bulsun, yok olsun. Bu sebeple o; aslı üzere bâkî­dir, lâyezâldır, ebedîdir. Dolayısıyla hakiki hayat da ruhtadır, odur.

65- İnsanın nefsini öldürmesini nisbî ve izafi ma’nâda anlamak gerekir. Nefs gerçekte, hiç bir suretle yok edilemez. Çünkü had, sınır onu alıkor ve hayâl de onu ortadan kaldır­maz. Daha açıkça söylersek insan; suretini, şeklini, vücûdunu, velhâsıl kendisini unsurları bir araya getirerek ve ırsî tohumuna göre yine kendisi yapar ve geliştirir ve yine o unsurların meydana getirdiği organlarla yani beş duyu organı ile kendi yaptığı vücûdunu yine kendi görüp, bilir. Ancak bu görüş ve biliş zâhirîdir, histedir. His ki unsurların o an için o vücûtta gösterdikleri tezâhürdür ve o vücûd da o unsurlardandır ve her an değişmektedir. Vü­cûdun değişmesi de girdiği kalıba göre olur. Meselâ bir çay, bir dere taşıdığı taş topraklarla seyri bakımından, kendisine bir yerde bir şekil ve başka bir yerde başka bir şekil yani delta­lar, körfezler, limanlar yapabilir ve seyri bakımından bu şekilleri değiştirebilir. Bu suretle de o çay veya dere her girdiği şekilde kendini başka başka gösterir ve görür. İşte öldürme işi de bunun gibi ancak dış hissimize göredir ve vücudumuza nisbetledir. Hâlbuki gerçekte, mad­de bakımından da ma’nâ bakımından da öldürme yoktur. Çünkü ilk önce, dış görünüşte öldürülen adamın ki unsurlardan, maddelerden teşekkül etmiş idi, hiç bir maddesi kaybol­muş değildir. Onun maddeleri devranda başka şekillerde devir etmektedir yani şu veya bu yok olan madde, o veya başka bir şekilde vardır, mevcuttur.

İkinci olarak, ruh bakımından da öldürme olamaz. Çünkü ruh ne tutulur, ne görülür ne de hissedilir, yani biz ruhu duyu organlarımızla algılayamayız. Hissiyyâtımıza hitap etmeyen bir şekil ve sureti ise daima değişen hissiyyâtımızla görüp bilmek mümkün değildir. Biz ancak, ruhun eserini görebiliyoruz ki o da maddedir ve maddeyi de; zâhirde olduğu i’tibârla, hissiyyâtımızla algılayabildiğimiz cihetle ve nihayet hissiyyâtımız da bulunduğu vücuda, maddeye göre daima değiştiği cihetle, fânîlikle vasıflandırırız ve bundan ötürü de “Madde ölümlü, ruh ölümsüzdür” iddiasında bulunuruz.

Yok olma sadece, surettedir ki o da maddenin değişmesinden ibarettir. Fakat had, sınır bakımından maddenin yok olmasına imkân yoktur ve çünkü maddenin kendinden başka bir varlık yoktur ki madde yok olsun. Had, hudud hep o maddedir. Bu böyle olmakla beraber hayâl da onu yok etmez. Zira dışta, o suret yok olsa da onun hayâli afâkta ve enfüste onu zapt etmiştir, başka bir deyişle o, a’yân-ı sâbitede nakş edilmiştir. Bundan ötürü de eşyanın gerçekleri ve zâtları yok olmaz. Çünkü her şey aslı üzeredir ve sâbittir. Değişen ancak, suretlerdir ve bu da yine bizim duyu organlarımıza, aklî melekelerimize göre olan bir keyfiyettir. Gerçekte ise bundan da söz edilemez. Yok olma, fesâd bulma bir şeyin bulunduğu su­reti değiştirmesi demektir ve bu ancak şekiller hakkında geçerli olabilecek bir ta’bîrdir. Yok olma, fesâd bulma bir şekil değiştirme olunca bir şeyin geçersiz ve hükümsüz olması da yine ancak şekil ve suret bakımından söz konusu olabilir. Çünkü bir şeklin yok olması onun baş­ka bir şekle inkılâbından ibarettir. Fakat gerçekte yokluktan, fesattan, hükümsüz ol­maktan söz edilemez. Çünkü gerçek, hakikat, zâtı ve hakikati üzere mevcuttur, şekiller de onun şekilleridir. İşte, bütün bu söylediklerimizden ötürüde ne had de ne de hayâlde öldürme yoktur. Zira had ve hayâl o sureti alıkoyar.

Surette, şekilde bu böyle olmakla beraber ilâhî ilimde de ayn ile yani hakikati bakımıyla bâkîdir. Hayâlde de misâl ile bâkîdir. Hayâl ki melekût âlemidir, lâhuttan, ceberûttan gele­ni vücûdî olan şühûd âleminde ayna gibi çokluğu üzere aksettirir. Bütün çokluk hakikatte bir vücûttur, vâhittir. Yalnız, nasıl ki bir insan ayna karşısında aldığı çeşitli vaziyetlerden, güya başka başka birer insan olarak görünürse, bunun gibi ayni hakikatin bizâtihi kendi inkılâbından hâsıl olan dört unsur ve bu dört unsurun da birbirlerine olan başkalıklarından doğan tabii şekiller de bu ayni vücûdu başka başka şekillerde gösterir. Esasta, gösteren ayna da ayni vücûttur, aynada görünen şekiller de ayni vücûttur. Çünkü madde ayni maddedir. Nasıl ki Tâvus kuşunun vücûdundan çıkan renkler ayni vücûd bakımından bir­dir fakat görünüşleri, hissiyyâta arz edilişleri dolayısıyla çeşitli isimler alır ki bu ayni vü­cudun isimlere ve sıfatlara inişi (tenezzülü) keyfiyetidir. İsimlere ve sıfatlara iniş keyfi­yetinde de yek diğere nisbet söz konusudur.

Hiç bir suretle insanın yok edilmesine yol yoktur. Hangi bir yol ile hangi bir yüzden ve hangi bir vasıta ile olursa olsun insanın yok edilmesi mümkün değildir. Çünkü insan gerek hayâliyle, gerek şekliyle, gerek maddesiyle ve gerek ruhu ile bâkîdir, daimîdir, ezelî­dir, ebedîdir.

İnsanın yok olması hususunda hangi yöne dönersek dönelim her bir yön, tersine, insanın varlığını ispatlar. Zira yok olma yoktur ve olamaz.

Yok olma, ölüm demektir. Ölüm de hareketsizlik demektir. Hareketsizlik üzere dur­mak ise mümkün değildir. Çünkü hayat, sürekli değişme ve başkalaşmadan ibarettir.

Varlık, yokluk bizim dışa ait hislerimize nisbetledir. Varlığın zuhuru, başlangıcı saydığımız “Adem” ancak bize nisbetle olan bir kavramdır. Gerçekte adem yoktur. Biz, aslımızı oradan çıkmış, varlığımızı onda mündemiç kılmış olmak düşüncesiyle ve bu düşüncenin de ancak zâhirî algısı ile o varlığa adem dedik ve o ademden çıkıp dışta görünen vücûda da varlık dedik ki ikisi de bizim nisbetimize göredir. Yoksa gerçekte, ne yokluk ne de varlık vardır ve ne de bunlar söz konusu olabilir. Bütün bu dediklerimizi gerçekten algılamak ve her yüzden ispatlamak da ancak Hakk yolunda Hakk ile Hakk olmakla olabilir.

Hiç bir şey kendi başına bir varlık değildir. Her şey bir varlıktır, bir vücûttur ve o vücûd da mutlak vücûttur, Hakk’tır. Mademki vücûd mutlaktır, Hakk’tır şu hâlde hiç bir şeyin ne kaybolması ve ne de yeniden var olması mümkündür. Maddi âlemde maddi olan dışa ait hissiyyâtımız bize varlık, yokluk, zuhur… gibi bir takım kavramlar veriyor fakat bunlar nisbî ve i’tibârîdir ve en nihayet bizim mevcudiyetimize nisbetledir. Bizce burada yok gibi görünen şey başka bir yerde mevcuttur. Kendimiz, yani enfüs bakımından bu böyle olduğu gibi afâk bakımından da durum aynidir. Yani kâinât bütünlüğü ile tek bir kâinâttır ve her ânda bütünlüğü üzeredir. Dışta, burada eksik gibi görünen bir şey bir başka tarafta fazla gibi bulunan şeydir. Çünkü vücûd mutlak vücûd olması, Hakk olması, ezelî ve ebedî olması bakımıyla ne eksilir ne de fazlalaşır.

En nihayet bütün bu keşmekeşler, görünüşler insanın mevcudiyetine ve o mevcudiyetten meydana gelen hislere ve aklî meleklere göredir. O vücûd ayni Hakk olmakla bera­ber o vücûdun tümü olan ve o vücûdu gerek külliyyeti ve gerek cüz’iyyeti bakımıyla hisseden, idrâk eden ve her bir suretle ve surette zevk eden ve bütün bu fark âleminde bu suretle hüküm ve saltanat süren bu vücûdun hâkimi zâta, ruha, sahip bulunan insan da ayni Hakk’tan başka değildir.

Ruh, lâtiftir ve madde kesîftir. Hâlbuki kesîf lâtiften çıkmıştır yani madde, ma’nâdan, ruhtan çıkmıştır. Aslında, madde ve ruhun ikisi de birdir. Demek, bütün bu gö­rünüşler, yalnız o varlığın lâtif ve kesîf suretlerinde devranından, seyranından, şekilleşmelerinden ve nihayet bu nisbet âleminde zevkinden başka bir şey değildir. İşte, bu kavra­mın isimler ve sıfatlar mertebesine inişinden de celâl ve cemâl, hayr ve şer… gibi bu esasa dayanan ikilikler çıkmıştır ki bütün bunlar her yönden ayni vahdete, ayni varlığa varmak için birer yoldur. Ve en nihayet, her şey bir hayâl, bir görünüş, gerçeği üzere hayâlde bir zevkten ibarettir.

Buradaki metinde ve daha birçok yerlerde insanın, öldükten sonra dönüp arka­sına baksa, dünya hayatında, yani hissî hayatta kaybolduğu sanılan bütün suretleri ve fiil­leri göreceğine de işaret ettik. Burada, his hayatı hakkında bir kaç söz daha söyleyelim.

His hayatı demek beş duyunun bize bahşettiği hayat demektir ki bu da yalnız şühûd âle­mine mahsustur. Bundan ötürü, kaybolma veya var olma zanları da bu maddi âlemin, bu şühûd âleminin gereklerindendir. Şühûd âlemini doğuran ise hayâl âlemidir. Bundan ötürü de bizler ve her şey birer hayâlden başka değiliz ve mademki hayâliz şühûd âlemindeki suretler, fiiller, hareketler ve onları görmekliğimiz de hayâldir. Bundan Ötürü de her insanın bu şühûd âleminde gördüğü, yaptığı ve bildiği şeyler ancak birer hatırlamadan ibaret olduğu gibi öldükten sonra şühûd âlemindeki kendine hâss fiil ve hareketleri hakkındaki bilgisi de yine bir hatırlamadan ibarettir. Ancak, ölümden sonra bu hayâl âleminin bir de külliyyeti üzere algılanması söz konusudur ki bu algılanma da o zâtın, o hakikatin kendi mevcudiyeti üzere, kendi aslı üzere olan ilmi ve algılanmasıdır.

Ezelî ilim dediğimiz, “Kün” emri dediğimiz şey ilim olması yüzünden farktandır, fark gereğidir, bundan ötürü de madde âleminde tezâhür eder. Hâlbuki ruh, hayâl âlemini de kaplamış bulunduğundan o âleme göre olan ihatası ve bilgisi de yine o âlem gereğince bir ha­yâldir, bir tasavvurdur, bir hâtıradan başka değildir.

Bu suretle ezel ve ebedin yine şühûda nisbetle bir söz olduğunu açıklamış olduk. Zâten, mevcut olmayan bir şey ezelî olamaz, ezelî olmayan bir varlık da ebedî olamaz.

66- Misâl âlemindeki yani hayâl âlemindeki görüşümüz madde gözü ile olmayıp hayâl gözü iledir. Çünkü orada madde yoktur. Şühûd âleminde gördüğümüz bütün şekiller ve suretler de yine hayâldir fakat onlar maddi hayâllerdir yani maddenin gösterdiği hayâllerdir. Hayâl âlemindeki hayâl ve şühûdun ve hayâl âleminin bir tamamlayıcısı olan şühûd âlemindeki hayâl ve şühûdun aslı, kudret ve kuvveti birdir, aynidir; esası da beyindir. Beynimizdeki aklî melekleri işleten ve bu suretle tasavvurda bulunan ve nihayet o tasavvuru şühûda getiren kuvvet birdir, o da elektrik kuvvetidir. Yani, beynimizdeki maddeleri düşündüren harekete getiren kuvvet, cereyân eden lâtif elektriktir ki bunun da aslı bütün varlığın men­şe’i olan güneştir. Meselâ, önümüzde duran bir kitabın yapraklarını esen rüzgâr harekete getirse ve biz de bizde olan o kuvvetle önümüzdeki kitabı kapamayı tasavvur etsek bizdeki o kuvvet daha önce tasavvurda yaptığı yani tasarladığı işi bu sefer hareket ettirici merkeze verdiği emirle derhâl fiile geçirir yani şühûd âlemine, maddeye arz eder ki bu tak­dîrde de biz elimizi kaldırır ve kitabı derhâl kaparız. İşte, elimizin kalkmasını emredici kuv­vet ile bu emri vermek için tasavvurda bulunan kuvvet ayni kuvvettir, ayni asıldır, ayni cereyândır, ayni elektriktir. Bu bakımdan, misâl âleminde görünen hayâl ile şühûd âleminde görünen hayâl de ayni asıldan ayrılıp çıkmış şeylerdir. Fakat farka gelen, şühûda gelen ayni kuvvet birçok zıtlar peyda ettiğinden daha doğrusu fark, zıtlarla kaim olduğundan o ayni kuvvet her mertebe ve mahalde ayrı ayrı görünür ve ayrı ayrı isimler ve sıfatlar alır. Bu yüz­den de çeşitli şekiller ve suretlerle görünen aynı kuvveti biz de çeşitli suretlerde görür ve çe­şitli şekilde tefsîr ederiz.

Yukarıda açıkladığımız sebeplerdir ki fark, ayni kuvvetin zıtlarıyla görünmesi, âlem de yine o kuvvetin külliyyeti bakımıyla olan varlığıdır. Cüz’ler arasındaki zıtlar o kuvvetin farkını ve bu fark’la varlığını gösterdiği gibi, ayni kuvvetten başka bir mevcut olmadığı cihetle, o kuvvetin külliyyeti üzere olan varlığı da yine onun ademini teşkil eder. Velhâsıl, yokluk ve varlık diye iki kelimede topladığımız dört âlem bütün anlamıyla insanda mevcuttur. Lâhut, ceberût, misâl ve şühûd âlemleri’nin hepsi insandadır ve hepsi ayni şeydir. Fakat biz bu dört âlemi görünüp görünmeyişine göre gayb ve şühûd diye ikiye ayırıyoruz. Gayb ve şühûd âlemlerinin algılanmaları ise ancak letâfet ve kesâfet ile mümkündür. Bunu da yapan güneş, hararet, elektriktir ki lâtif de odur, kesîf de odur.

İşte bu gerçekten dolayıdır ki tarihlerin yazdıklarına göre birçok insanlar güneşe tapmışlardır. Gerçi bu doğrudur, fakat onlar bu gerçeği algılayamadan, güneşin yalnız dışa ait kudret ve kuvvetine dayanarak güneşe tapmışlardır. Gerçekte de unsurları yapan ve dolayısıyla bu âlemi teşkil eden ve nihayet mutlak vücûd bakımından Allah dediğimiz cümle varlık işte o güneş aracılığı ile meydana gelmiştir.

Güneşin de kendi başına bir şey olmadığını ve zerreleri bakımından daima alavere ettiği­ni hepimiz biliriz. Fakat onun şekli bakımından ona bir vücûd verdiğimiz takdîrde varlığın başı güneştir dememiz yanlış olmaz. Ve nihayet hararetten, elektrikten maksat cezb’dir, câzibedir. Varlıktan maksat da aşk maddesi, aşk keyfiyetidir. Bütün varlık da bu aşk mad­desinin cüz’ler arasında birbirine geçme ve inkılâbını teşkil eder. İşte bu suretle de küllî var­lık güneş olmuş olur. Bunun fennîsi de ilmîsi de budur. Ve hattâ bundan ötürü, dünyanın güneşten kopma bir parça olduğu ve fezâ’da döne döne ve dona dona bu hâli almış olduğu hakkındaki nazariyenin doğru olmaması gerekir. Çünkü asılda güneş havayı, hava da suyu ve su da toprak olan kesâfeti yani dünyayı meydana getirmelidir ve böyle de olmuştur. Eğer, dediğimiz gibi olmayıp dünya güneşten kopma bir parça olmuş olsa o zaman dünyanın devir ettiği fezâ’nın, havanın nereden geldiğini ispatlamak gerekir ki bu da imkânsızdır.

Misâl ve hayâl âlemleriyle bütün suretler ve şekiller levh-i mahfûzda görünürler. Levh-i mahfûz dediğimiz de yine bu âlemden başka bir şey değildir. Zâten, sık sık tekrarladığımız üzere lâhut, a’yân-ı sâbite, misâl âlemi ve şühûd âlemi de hep içinde bulunduğumuz bu âlemden ibarettir. Yalnız bu âlemler, bizim fark etmemiz bakımından, fi’liyyât bakımın­dan yani maddi olan hissiyyâtımıza hitap etmeleri dereceleriyle yine bizim i’tibârımızda ayrılık gösterirler.

Levh-i mahfûzun zapt ettiği şey, letâfetle kesâfet arasındaki fark, yani letâfet ve kesâfetten meydana gelen şekiller ve suretlerdir ki o yine a’yân-ı sâbitede ve yine aynı a’yân-ı sâbitenin kendi suret ve şekillerini zapt etmesinden ibarettir. Başka bir deyişle kendinde; külliyyetinde, cüz’iyyetini görmesi, bilmesidir.

Kısaca, misâl ve hayâl âlemlerindeki görüş, madde gözü ile değil hayâl gözü iledir. Zâten, şühûd âlemi de hâyal âleminden başka bir şey değildir, hayâl âleminin madde suretinde maddi idrâkidir. Gerçi hayâl, nerede olursa olsun hayâldir ama hayâl âlemin­de kafatasımız olmadığı için oradaki hayâl görüşü başkadır yani oradaki görüş oranın kendi varlığı ve kendi bilgisi üzere olan bir görüştür. Maddi âlemdeki görüşümüz ise gözlerimizle yani maddi vasıta iledir. Ancak, maddi âlemde gördüğümüz her şey, her suret de her an değişmekte, kaybolmaktadır. İşte, bu keyfiyet de şühûd âleminin de hayâl âlemin­den başka bir şey olmadığını ispatlar. Ve nihayet, her zaman söylediğimiz gibi, bütün âlemler esasta tek bir âlemdir ancak fi’liyyâtın zâhire çıkması ve bizim de maddi ihtisâs­larımıza hitap etmesi derecesinde lâhut. ceberût ve şühûd diye ayrılmış ve gerçeği kavrata­bilmek için bu çeşitli deyimler kullanılmıştır. Çünkü gerçekte varlık birdir. Böyle olunca, onun yarattığı ve bulunduğu âlem de bir olmak gerekir ve birdir. O âlemi yapan da odur, gören de odur ve o âlemde cüz’ler hâlinde külliliğini algılamaya çalışan ve bunun için zıtlar gösteren de yine odur. Velhâsıl hep odur, hep odur.

67- Levh-i mahfûz için özel bir yer düşünmek doğru değildir. Her şey ve her yer, bir bakıma, levh-i mahfûzdur. Bunu da her şeyin kendi bir aynını meydana getirmesiyle ispatlarız. Meselâ, bir ağacın çekirdeği onun levh-i mahfûzudur. Çünkü o ağacın geçirdiği bütün değişmeler, bütün hareketler o çekirdekte kuvve hâlinde mevcuttur ki o çekirdeğin gelişmesinde bütün bunları bizzat görürüz. Bu keyfiyet her varlık için aynidir.

Letâfet ve kesâfet bakımından levh-i mahfûz olduğu gibi âhize bakımından da levh-i mahfûz vardır ki o bir ayna vazifesini görür. Meselâ dimağımız; külliyyet üzere olan levh-i mahfûzun, cüz’iyyet üzere olan bir parçasıdır ve ayna gibidir.

Levh-i mahfûz bir bakıma his ve şühûd âleminden ihtisâs, intikal ve intiba suretleriyle olur ve bu suretle olan levh-i mahfûz cüz’lük bakımından olan levh-i mahfûzdur. Bir de külliyyet üzere olan levh-i mahfûz vardır ki o, öldükten sonra geçirdiğimiz bütün fiilleri ve hareketleri görmemizden ibarettir, ruhumuzun külliyyete karışmasıdır.

Levh-i mahfûzda görebildiğimiz şeyler, yukarıda da açıkladığımız gibi, beş duyumuz vasıtasıyla her his ettiğimiz şeyin ihtisâs, intikal ve intiba suretleriyle oraya hâk edilenlerdir. İhtisâs, lâalettâ’yîn bir hissediştir. İntikal, onun, yani hissettiğimizin biraz daha derinleştirilmiş, önem verilmiş bir şeklidir. İntiba ise o hissettiğimiz şeyin levh-i mah­fûza tamamıyla hâk olmasıdır.

İhtisâs ve intikal de nihayet intibaya dayanırsa da bu ikisinin levh-i mahfûzda şekli yoktur. Şekli olan hâk olandır ve özellikle bir fotoğraf adesesi gibi olan göz adese­mizle gördüğümüz her hangi bir şeydir. Gözle görülen bir şeyin kendi levh-i mahfûzumuzdaki yani beynimizdeki aksi, intibası diğer duyu organlarımızla meydana ge­len aks veya intibalardan çok daha kuvvetlidir. Başka bir deyişle, gözden mâadâ duyu organlarımız aracı ile meydana gelen intibalar göz intibalarına nisbetle çok daha şekilsiz­dir. Hâk olma işi çok daha belirsizdir. Bu hâk olma işinde fotoğrafçıların kâğıt üzerine sürdükleri yapışkan maddelerine karşılık, bizim beynimiz için de dışarıdan gıdalarla aldı­ğımız albümin ve jelâtin gibi yapışkan yani tutucu maddelerin beynimizdeki faaliyetini, maddi açıdan bir misal olarak gösterebiliriz.

Bizim muhakemelerimiz de beynimizde saklanmış olan hayâller üzerine kurulurlar. Şu hâlde, hayâl olmasa muhakeme de olmaz. Bu hayâl keyfiyeti ne kadar iyi anlaşılırsa ilmin kıymeti de o kadar iyi anlaşılmış olur. Çünkü ilim, hayâl toplamak demektir. Bir insan ne kadar hayâl toplarsa, tahayyülde bulunursa, muhakemesi de o derece derin ve isabetli olur, âlimliği de o derece yüksek olur.

Burada şu noktaya da işaret edelim ki telkinin esası da ilimdir, hayâldir. Yapılmak istenilen her hangi bir işin gerek enfüsî gerek afâkî maddi vasıtaları ve şartları hazırlandıktan sonra insan kendi kendisine veya karşısındakine o işin mutlak surette olacağı hususunda telkinde bulunursa o işin olmamasına imkân yoktur. Telkinde, enfüs bakımından tasfiye edilmiş bir ruh ile kuvvetli bir irâde şart olmakla beraber, afâk bakımından da yıldızlarda bir takım etkiler de kabul edilmiş ve bu etkilerden faydalanma yolunda daha ilk çağlardan itibaren Astroloji ilmi geliştirilmiştir. Sihirbazlığın esası da işte bu telkin keyfiyetidir.

Kısaca, hayâlimizde yaşattığımız bir şeyi telkin ile fiilî olarak maddeye intikal ettirebilir, her istediğimizi zâhirde gösterebiliriz. Bir görüşe göre gökte dokuz yıldız ve ona karşılık da dimağımızda da dokuz hareket guddeleri, merkezleri kabul edilmiş ve dimağ denilen enfüsî levh-i mahfûzumuz afâkî levh-i mahfûzun tıpatıp bir ayni sayılmıştır.

Hâfıza meselesine gelince, dimağımızı teşkil eden şeyler vücudumuzu yapan maddeler olduğundan ve bunlar da yok olucu bulunduğundan bunların mevcudiyetleriyle kaim olan hâfıza da gelip geçicidir yani o suretin veya o maddelerin yok olacağı müddete kadardır.

68- Cüz’ler, parçalar için yokluk söz konusu ise de küll için ebediyetin kabulü zorunludur. Çünkü küll, küllde yok olduğunda o küllün yokluğundan parçanın haberdar olmasına imkân yoktur. Küll, cüz’lerden meydana geldiğinden külliyyet de başlı başına bir cüz’ veya cüz’ler tasavvur etmek mümkün değildir. Külliyyet, fark âlemindendir. Fark âlemi ise ezelî ve ebedîdir. Şu hâlde, külliyyet de ezelî ve ebedîdir. Bizim, her şeyden önce bir lâhut âlemi ve sonradan ondan çıkma bir fark âlemi kabul etmemiz hakikati mertebeleri ve de­receleriyle anlamak ve anlatmak esasına dayanmakta olup gerçekte ne lâhut, ne lâhuttan çıkan bir fark yani ne bir âdem, ne sonradan oluş vardır. Her şey aslı üzere bâkîdir, lâyezâldir, ebedîdir. Fark âlemi, istiğna âleminde her ân mevcut olduğu gibi istiğna, ten­zih âlemi de fark âleminde her ân mevcuttur. İşte, cüz’lüğün yok oluculuğuna karşılık yine o cüz’lerin teşkil ettikleri külliyyetin ebedî sayılması gerektiği görüşü bu bakımdandır.

69- Beyinde nakş olma keyfiyeti her cüz’ün varlığı ve istidadı derecesindedir. Meselâ, bir insan, dimağı gelişmiş olduğundan, levh-i mahfûzuna yani dimağına nakşettiği her hangi bir şeyi tahayyül ettiği zaman o şeyi olduğu gibi canlandırabilir. Çünkü o şey, dimağda en mükemmel şekilde nakşedilmiştir. Fakat bir hayvânın, dimağındaki her han­gi bir nakşı canlandırması insanınkinden çok daha aşağıdır, çünkü hayvânın istidadı de­recesi de insanınkine nisbetle çok daha aşağıdır. Boşluktaki zerrelerin de her hangi bir şeyi nakşetmeleri, aks ettirmeleri veya tahayyülleri kendilerindeki maddelerin istidadı ile mütenasiptir. Bütün varlık yekdiğerine karşı birer levh olduğu gibi her cüz’den algılayan, tahayyül eden ayni ruh olması dolayısıyla külliyyet üzere genel bir levhin mevcudiyetinden de söz edilebilir, yani yine cüz’lerin genelliği üzere olan genel bir levhin varlığı ispatlanabilir. Ruh hangi maddede, hangi şekilde bulunursa o şeklin, o maddenin istidadı derece­sinde bulunacak olan o şeklin levhine ve aklî meleklerine göre tahayyülde ve algıda bulu­nabilir.

Daha açıklayacak olursak levh-i mahfûzun, nakşın aslını iki şeye ircâ’ edebiliriz: letâfet ve kesâfet. Letâfet, kesâfeti gösterir, kesâfet de letâfeti gösterir. Yani, letâfetle kesâfet arasındaki nisbet görünendir, intiba edendir, nakş olandır. Nasıl ki renkler de böyledir. Meselâ, karşı karşıya konan siyah ve beyaz renkler asılda bir oldukları hâlde beyaz renk lâtif, siyah renk ise kesîf olduğundan beyaz renk siyahı ve siyah renk de beyazı nakşeder, yani aradaki zıtlığı meydana koyar. Çünkü her şey zıtlarıyla kaimdir. Meselâ, gece karanlığın­da siyah bir şeyi göremeyiz. Çünkü gece siyah ve öteki şey de siyah olduğundan arada görünecek hiç bir nisbet mevcut değildir.

İşte, fark âlemi de letâfet ve kesâfetten doğmuştur. Yani fark, lâtif ve kesîfin nisbetinden doğan görünüştür. Ve nihayet, lâtif ve kesîfin her ikisini de görüp algılayan ruh, lâtifi ve ke­sîfi yapandır da.

70- Lâtifi ve kesîfi yapan dört unsurdur. Dört unsur çarpıştıkça milyarlarla şekil orta­ya çıkar. Ve nihayet, dört unsur, aslında bir unsurdur. Velhâsıl her şey, bütün zıtlar, yekdi­ğeri arasında birer nisbetten ibarettir. Bundan ötürü de küll de külliyyeti bakımından hem nakşeden hem nakşedilen, yani etki bakımından Hakk, etkilenme bakımından da halktır.

71- Her şeyin her hareketin levh-i mahfûzda menkuş olduğunu gördük. Bu noktada levh-i mahfuzun da nerede menkuş olduğu sorulabilir.

Levh-i mahfuz dediğimiz şey bir aynadır ki orada biz ilâhî ilim dediğimiz şeyin madde suretinde aksini görürüz ve bu akis ilâhî ilmin aslının gölgesidir. Bu suretle her şey ilâhî ilim dediğimiz ve madde olmayan küllde nakşedilmiştir. Madde suretiyle nisbetimizde olan du­yuşlarımız, görüşlerimiz bizim teâkubumuzdan başka bir şey değildir. Bunun, insandaki misâli beynidir. Fakat Levh-i mahfûz, ilâhî ilim, beynin maddesi değil, ruhumuzun o maddeye göre orada olan düşünüş ve bilişidir. Beynimizin maddesi ise sadece, şühûd âleminin izharına bir alet, bir sebeptir.

Küll ve cüz’ dediğimiz de ayrı ayrı şeyler değil, ayni bir şeydir. Çünkü küll o, cüz’lerden müteşekkildir ve cüz’ de o küllün mevzi’ ve mahal bakımından yekdiğerine olan nisbetinden ibarettir. Ve hattâ “Kün” emrindeki “Arzu” da ayni nisbetten, letâfet ve kesâfet nisbetinden başka bir şey değildir. Şu hâlde, kâinâtı yaratmaya sebep olan arzu da bu nisbettir ve bu nisbetin devam etmesi de şekilleri ve suretleri meydana getirmiştir. Bu bakımdan, şekiller ve suretler ne kadar değişirse değişsin geçmiş ve gelecek şekiller ve suretler misâl âlemi vasıtasıyla küllde nakşolunacaktır. Esasen, ne kadar şekil ve suret varsa, ilâhî ilim dolayısıyla zâten misâl âleminde, levh-i mahfûzda nakşolunmuştur. Fakat biz bu nakışları teâkub sure­tiyle algılayabildiğimizden, nakşolunacak diye “Gelecek” kavramıyla söylüyoruz. Hâlbuki asıl olan levh-i mahfûzda ilâhî ilmin aynı, teâkub bakımından, fark bakımından takip edi­lecek ve şekli çizilecektir ama ilâhî ilim, ezel bakımından da takip edilmiş ve şekli çizilmiş­tir. Burada özellikle külliyyet ve cüz’lük arasındaki ayniliği ve yine nisbet bakımından ayni külldeki gayriliği iyi kavramalıdır.

Külliyyete, en küçük bir zerre bile dışta bırakılamaz. Nasıl bırakılsın ki küll bu zerreler­den müteşekkildir. Şekiller, suretler, bu zerreciklerin milyonlarını bir arada taşıyan ve top­layan varlıklardır. Nitekim insan, bütün varlığı kendinde toplayan bir özettir ve bu yüz­den, Kur’ân’da da bildirildiği gibi, en güzel bir suret üzere yaratılmıştır. Fakat insan, şekli ve görünüşü bakımından, kendini terkip eden zerrelere karşı bir gayrilik taşır. Hâlbuki insan, tamamen o zerrelerden ibarettir. Şu hâlde, insan, Hakk ile daima beraberdir, yani külldür, külliyyettir ve hiç bir şey birbirinden ayrılamaz. Bu yüzdendir ki âlemde bü­tün cüz’ler birbirine sıkı sıkı bağlıdır denmiştir.

Demek ki gerek zerreler olsun ve gerek zerrelerden meydana gelen şekiller ve suretler olsun, hepsi aynidir. Bu gerçeği algılayabilmek için de Hakk yolunda Hakk olmak gerekir. Hakk yolu, hem küll yolu hem cüz’ yoludur. Hakk ile Hakk olmak da külliyyet ve cüz’lük ilişki ve nisbetlerindeki ayniliği ve gayriliği gereği gibi algılayabilmekle mümkündür.

Hakk yolu, Hakk’ın gittiği yoldur. Yol, Hakk’tan ayrı değildir. Yol da, yol üzerinde yürüyen de ayni Hakk’tır. Başka bir deyişle yol, unsurlardır; yol üzerinde yürüyen insan veya şu veya bu da yine unsurlardan başka değildir. Şu hâlde, ortada bir görünüş farkından başka bir şey yoktur ki bu görünüş farkı gayriliği, adedi ve dolayısıyla istidadı meydana getirir.

Bundan ötürü, ayna diye tasvir ettiğimiz levh-i mahfûz da letâfet ve kesâfetin nisbetinden doğan görünüşten başka bir şey değildir. Bu bakımdan da ayna da ayni Hakk, ay­nada görünen de ayni Hakk’tır. Nisbetler de letâfet ve kesâfetten ileri gelen hayâllerdir. Bu bakımdan, lâhut, ceberût, melekût ve şühûd diye adlandırdığımız âlemler de hayâlîdir. Gerçeği iyice kavrayan bir ârif bütün bu âlemlerde istediği gibi seyr ve zevk edebilir. Çünkü o, artık Hakk yolunda ve Hakk iledir.

72- Bütün yollar, ister istemez, Hakk yoludur ve her zerre de ister istemez Hakk yolu üzere devranda ve seyrandadır. Gerçekte hiç bir şey kaybolmaz ancak suret bakımından yok olur. Çünkü gerçekte hem o şeyin sınırı, hududu hem de hayâli o şeyi alıkor. Zira hudut ve hayâl zâtlar üzerine koruyucudur. Madde ve hayâl ne kadar karışırsa karışsın, ne kadar şekle girerse girsin yine de Hakk’ı aksettirir. Buna da biz izzet ve fayda diyoruz.

İzzet ve fayda, yani aziz olmak ve faydalanmak fark mertebesinde, beş duyumuz mertebesinde söz konusudur. Bedenimiz yok olduğunda gayb âleminde, beş duyuya ait olan hiç bir şeyin kıymeti yoktur. Çünkü yoktur. O âlemde geçerli olan ancak bilgidir.

Bir insan daima bilgisini yükselip ârif olmakla hududunu, hayâlini, şekil ve suretini yok olmaktan koruduğu ve daima gerçekte karar kıldığı gibi hisler âleminde, bu surette maddi ve manevi varlığını ve arzularını mümkün olduğu derecede fazlaca tatmin etmek iste­diğinde de bu işi sıhhatine iyi bakmış olmakla başarabilir, yani yabancı bir madde ile su­retini yok olmaktan korumakla başarabilir. Bu keyfiyet her varlık için böyledir.

İşte her zerre için geçerli ve zorunlu olan bu şeklin, hayâlin, arzu ve emellerin velhâsıl hayatın her alanında mevcudiyetin bütünlüğü ile korunması gayreti “Milliyetçiliğin”, “Vatanseverliğin” de esasıdır. Milliyetçilik ve Vatanseverlik, bu felsefi gerçeğin büyük çapta uygulanmasıdır.

73- İnsan hiç bir hududu ortadan kaldırmaya muktedir değildir çünkü kendi de bir huduttur. Ve her şey ilâhî ilimde yazılmıştır, nakşedilmiştir. A’yân-ı sâbite dediğimiz ve farkın bütün mertebelerini ve makamlarını ve nisbetlerini içerdiğini kabul ettiğimiz nokta da bu ilâhî ilimde dâhil bir noktadır. İnsan da o noktanın içinde bir zerreden ibarettir. Hocalar, Allah’ın karanlık gecede karıncanın kıpırdağını gördüğünü ve duyduğunu söylemeleri de bu esasa dayanır. Yani, karıncanın kendisi o varlıktır, hareketi o varlığın hareketi ve hayâli de o varlığın hayâlidir. İşte, her bir şeyin o varlıkta birer zerre olması bakımından hiç bir suretin yok edilmesine yol yoktur. Suret ancak dış görünüş bakımın­dan yok olmuş gibi görünür ama gerçek bakımından böyle bir şey olamaz. Olanı yok etmeye insanın ne aklı ne de gücü yeter.

Ve yine insan, âlemin özetidir yani bütün mertebeleri ve makamları kendinde topla­mıştır, âdeta bir mertebeler topluluğudur. İş böyle olunca, insanın mertebelerden bir veya birkaçını yok etmesi demek kendini yok etmesi demektir ki bu mümkün değildir. Zira âlem­ler, insanın tafsîlâtı; insan ise âlemlerin hulâsasıdır, zübdesidir. Şu hâlde insan, kendini yok edemez ve hiç bir şey kendini yok edemez. Çünkü ne küll cüz’den ne de cüz’ küllden ayrıdır ve ayrılabilir. İşte “Vahdet”in aslı da budur.

Her şey ilâhî ilimde yazılı olmakla beraber bu yazılı olan şeylerin dışa çıkmaları için şe­killere ve mertebelere lüzum vardır. Bunun için de zıtlar ve nisbetler gereklidir. Bu zıtlaşma ve nisbet de ruhun yine kendinden meydana getirdiği bir cisim, bir vücut ile ortaya çıkmıştır, Bu suretle de ruh cisme, cisim de ruha gayri düşmüş ve nisbetler de bundan doğmuştur. İlk önce ruh, unsura inkılâp etmiş ve unsur da diğer unsurlara inkılâp ede gelmiş ve her şey, her mevcut ilk asla nisbetle ikilikle birçok şekiller yapmıştır. İşte, zuhurun, görünüşün esası olan letâfet ve kesâfetin aslı da budur. Bunun için her mevcut kendinden bir öncekine, o da bir öncekine ve nihayet, bütün zerreler ve hareketler bir silsile hâlinde bir asla bağlıdır ki o da yukarıda açıkladığımız gibi ruh konusudur, dolayısıyla varlık ve yokluk kavramıdır. Varlık demek için bir Yokluk gereklidir ve yokluk demek içinde bir Varlık gereklidir. Varlık ve yokluk i’tibârî birer kavram olup gerçekte yok olucu olmayan varlıktan başka yoktur. Çünkü her şeyin aslı odur. Hayâller o asıldan, o kuvvetten hâsıl ve yine o kuvvete bağlı ve onun hayâlleridir. Kısaca, maddiyatta olduğu gibi gayba, ruha, misâle ve hayâle ait ilâhî mertebelerde görünen suretlerin de yok olması mümkün değildir.

74- İzzet demek aziz olmak demektir. Aziz olmaktan anlaşılması gereken şey ise bütün tehlikelerden korunmuş olan ebedî hayat, ebedî varlıktır. Biz, izzetli ve aziz ta’bîrini an­cak kendisine kötülük yapmaya kimsenin gücü yetmeyecek olan şahsiyetler için kullanırız ki bunların en başında da Allah bulunur.

Cüz’lerde olan azizlik yine başka bir cüz’ tarafından yok edilebilirse de bu da ancak his­se ait bir görüştür. Hissiyyâtta bile burada yok olan bir şey başka bir tarafta başka bir hissiyyât ile hissedilmektedir. Çünkü devranın gerektirdiği budur. Fakat külliyyet üzere olan aziz­lik, bütün cüz’leri ve cüz’lerin azizliğini kendinde toplamış bulunduğundan ve gerçekte de zâten hareket ve görünüş olmadığından, dolayısıyla da varlık bir bakıma a’yân-ı sâbitesi gerçe­ği üzere “El’ân kemâkân” bulunduğundan külliyyeti teşkil eden cüz’lerde izzeti yok etmek, her hangi bir cüz’ü ortadan kaldırmak ise hiç bir suretle düşünülemez. “El-Müdebbir” ismi ile insanın yok ettiğini sandığı bütün şeyler bir sanıdan, bir görünüşten ileri geçemez. Çün­kü insanın yapacağı bütün şeyler onun kendi maddi ve manevi hududunu aşamaz. İnsanın kendi hududu onu, kendi haddinden fazla bir şey yapmaktan alıkoyar. Kısaca, külliyyet bakımından olsun, cüz’lük bakımından olsun (ki ikisi de ayni şeydir, arada yalnız mertebe ve görünüş farkı vardır) insan, hiç bir şeyi yok etmeye kadir değildir. “Haddini bil” ihta­rının aslı da budur.

Bir şeyin ancak hissî sureti yani görünüşü yok edilebilir fakat o şeyin hakikati her bir âlemde olan suretleriyle bâkîdir. Çünkü hakikat, varlık birdir. Varlıklar, his âleminden kaybolsalar da ve hangi bir şekli alsalar da yine asılları üzere bâkîdirler, eski suretleri üzere bâkîdirler. Onun için hiç bir varlık, hiç bir varlığın hiç bir zerresi birbirine benzemez. İnsan­ların parmak izlerine müracaat da bu sebeptendir.

Bu beka işinde asıl bâkî olan şekil de insan şeklidir. Çünkü dışa ait, afâka ait olan bütün şeyler noksandır ve tabiidir ki onların her türlü hareketleri de noksandır. Nasıl ki vücudumuzdaki organlar tek tek nazara alındıklarında organlar ve onların hareketleri de nok­sandır. Fakat vücudun bütünü ve bütün vücut bakımından olan hareket küllîdir, geneldir, şuûrludur. İnsan şekli, bütün âlemleri kendinde toplamış olmakla, bütünlüğü ile varlığın bütünlüğü ile bir özetidir ve bundan ötürü de külldür, bütündür, gerçek varlıktır, Allah’ın tecellîgâhıdır.

75- Hayâl ki hayâl âlemindendir, melekût âlemi dediğimiz şeydir ve tamamıyla aklî me­lekelerin aynidir. Biz bir şeyi yapmadan, onu önce hayâlimizde tasarlarız ve ondan sonra yine hayâl âleminin teâkubu olan şühûd âleminde onu gösteririz. Bu suretle de ilme ait bir yakin olan hayâl, ayn’a ait yakine intikal etmiş olur. Meselâ, biz hayâlimizde bir san­dık yaparız, fakat bu sandığa eşya koyamayız. Vakta ki onu hisse, şühûda getiririz o za­man içine eşya da koyabiliriz. İşte, hayâlde olan tasavvurlarımızı fiilî olarak meydana koymaya yani maddeten göstermeye de “Fen” derler. Ancak, fen de maddi olan hayâldendir. Yani ilme ait olan yakin, ilmî hayâlden olduğu gibi ayn’a, görüşe ait yakin de maddi olan hayâldendir. Maksat ise ilme veya ayn’a ait yakin olmayıp Hakka ait yakindir (Hakk-el-yakin) ki o hayâliyle, maddesiyle, külliyyetiyle, cüz’iyyetiyle var olan hakikattir. Bu bakımdan ayn’a, görüşe ait yakin, hakikat ile hayâl arasında vasıtadır ve hakikate yakındır.

İşte, tekvinde de dünyamız o hayâlin ayn’a ait yakini olduğundan dolayıdır ki haki­kate hayâlden daha yakındır ve dünyamızda geçerli olan bütün hükümlere boyun eğme­miz zorunluluğu vardır. Bu da bizi asıl olan sevgiye ve her şeyi sevmeye götürür. Dünyadan ve içindeki nimetlerden yüz çevirip hayâl ile vakit geçirmek boştur. Ârif olduktan sonra her şeyi, her yerde ve her şekilde sevebilirsin ve istediğin gibi zevk edebilirsin. Yoksa hislerimizden, hayatın kendisinden kaçınmak ve nefsi öldürmek boştur, budalalıktır.

Nisbette, görünüşte suretler kaybolmuş gibi görünürse de ruh, vücuttan çıktıktan son­ra, küllî akıl ile nazar ettiğinde hiç bir şeyin hiç bir suretle yok olmadığını ve olamayacağını görüp algılar.

76- Gerçekte, ölen ve öldüren, bir görünüşten ibarettir ve mutlak vücûd bakımından ölen de öldüren de Allah’tır. Suret de his âleminde yok olsa da misâl ve akıl âlem­lerinde hakikati üzere mevcuttur ve sahih akıl ile algılayıcı vehim onu algılar.

Akıl âlemi dediğimiz zaman küllî aklı düşüneceğiz. Küllî akıl her şeyi içine almıştır. Her şeyde tasarruf eden odur. Bu cihetle de ma’nâyı da maddeyi de mertebeleri ve nisbetleri de yapan, türlü şekiller gösteren hep odur.

Yerlerinde, akıl âleminin tasavvur, tahayyül ve irâde noktalarını lâhut, ceberût, melekût diye birer ayrı âlem gibi (ki gerçekte hepsi birdir) ayırdık ve dolayısıyla bundan da şühûd âleminin mertebelerini ve makamlarını birer birer inceledik ve hepsini de toplayarak yokluğa ve varlığa vardık ve bunun ne demek olduğunu açıkladık. Sonuç olarak işaret etmiştik ki gerek akıl âlemi dediğimiz gayb âlemi, gerek şühûd âlemi dediğimiz fark âlemi, aslında bir âlemdir ve o da içinde yaşadığımız mevcut âlemden başka değildir. Meselâ, birçok maden zerrelerini ihtiva eden bir maden külçesinde o maden zerreleri birbirine hem karışıktır hem değildir. Külçe bakımından her cins zerre birbirine karışıktır fakat zerrelerin mensup ol­dukları cinsler bakımından da onlar birbirlerinden ayrıdır. O külçede bulunan, meselâ altın zerreleri altın âlemini, gümüş zerreleri de gümüş âlemini teşkil eder. Ancak, işa­ret ettiğimiz gibi bu âlemler, ayni zamanda birbirleriyle karışıktır da. Şu hâlde, ayrı bir hayr âlemi, ayrı bir şer âlemi, ayrı bir keder veya zevk âlemi ve en nihayet ayrı birer varlık ve yokluk âlemleri tasavvur etmek doğru ve mümkün değildir. Bütün âlemler birbirinin içine girip sarmaş dolaş olmuş olup birbirlerini tamamlarlar. Aradaki fark da bir görünüşten baş­ka değildir. İşte bütün bunları mertebeleri ve makamlarıyla, yokluğu ve varlığı ile sahih akıl, doğru akıl ve algılayıcı vehim algılar. Aklın bu çeşit bir algısı artık “Ledünnî” bir algıdır. Ledünniyyât bir işin içinin içi, en son mertebesidir. Burada şu noktaya da işaret edelim ki bir işin sonu ayni zamanda o işin başlangıcıdır da. Çünkü her son, bir başlan­gıçta ve her başlangıç da bir sonda nihayet bulur. Şu halde sonu algılamak, başlangıcı da bilmek demektir. Her iş de bir iş olduğundan doğru ve algılayıcı akıl ile gerçeği algılamak mümkündür. Fakat böyle bir akıl ancak âriflere mahsustur.

İnsan, öldürme işini ancak kendi vehmi ile tahayyül edebilir ve bu, hissiyyâtın yokluğuna dayanır. Hâlbuki o hissiyyât, hayâlin, misâlin şühûdudur ve hayâl de yok olucudur. Nihayet bütün bunlar birer görünüşten, birer hayâlden ibaret olunca işi geldiği gibi kul­lanmak ve gerektiğinde gereken renge girip zevk etmekten başka çare yoktur. Ebedî cen­net dediğimiz de fark bakımından yokluktur. Beka dediğimiz de yine fark bakımından söylenmiş bir söz olduğundan o da yoktur. Aslı üzere olan şey istiğnadır. İstiğnada da zâ­ten hiç bir his yoktur ki onunla mütehakkık olunsun.

Velhâsıl, her şey bir hayâldir. Bu gerçeği düşünmek de insana büyük bir üzüntü ve hayata karşı bir küskünlük vermektedir. Bunun için işi oluruna bağlayıp cüz’lüğümüzün dev­randa gerektirdiği şeyleri yapıp geçmeli ve en nihayet, hayâllerin en muhteşemi olan zevk de­nen hayâli elden bırakmamalıyız ki hiç olmazsa bu suretle hayatımızı hoş geçirmiş olalım. Onun için ister bey ister paşa ister padişah ve ister bir dilenci ol, hepsi birdir. Her şekilde ruh ayni ruhtan ve yine bizim ruhumuzdan başka değildir. Öyle ise İskender de, Sultan Sü­leyman da biziz.

Kısaca varlık bir varlıktır, ruh bir ruhtur. Görüşlerin aykırılığı altında gizlenen vücûd bir, maksat birdir. Bundan ötürü de nisbetlerin telkin ettiği faziletlerin, suçların, kâşanelerin, viranelerin hepsi boştur. Gerçeği böylece bildikten sonra nasıl istersen öyle yaşa, zevkin nerede ise orada ol, o ol.

Cüz’lerden zuhur eden öldürme keyfiyeti gerçekte külle yani Allah’a mahsustur. Zâ­ten, hakikat birdir. İnsan suretinde görünen ve nisbetlerde ölen, öldüren ve nasihat eden hep odur. Bu da devran gereğidir. Yoksa her şey, zâtta yok olucudur. Şühûd âlemindeki bütün bu birbirine zıt görünüşler bu âlemin düzenini sağlamak içindir. Bu âlemdeki tertip ve düzeni sağlamak için de bu âlemde ahenksizlik, nisbetsizlik şarttır. Bu hakikat öyle bir hakikattir ki bunu bizim akıl ve mantığımız kabul etmekten acizdir. Ruh âle­mi ki birdir, asıldır ve görünen âlem, yani fark âlemi onun bir “Kün” emrinden ibarettir. Onun gösterdiği şekil ve suretler kendi nefsinden başka bir şey değildir. Bu suretle, ayrı şekillerden birbirini öldürmesi de gerçeğin meydana çıkması yani sırf muhabbet içindir. Aslında fark âlemi, kün emri ve âlem-i hîçî, hepsi birdir. Bunun böyle olduğunu da an­cak aklın en üst derecesi, kavrayıcı akıl kavrayabilir.

Hissiyyât ve idrâk, ancak ve ancak insan suretine mahsustur. Çünkü insanın bir tarafı Hakk’a bir tarafı halkadır. Halka yani yaratıklara, hayvâniyyete tenezzül ettiği zaman esfeldedir halk tarafındadır. Ulviyyâta yani küllî olan idrâke nazar ettiği zaman da a’lâdadır, Hakk tarafındadır. Fakat insan tam Hakk olamaz çünkü Hakk ile halk arasındadır. Ve işte bu bakımdandır ki histe atış, öldürme, o suret için sâbit olmuştur. Başka bir deyişle atış, öldürüş hissiyyâta bağlıdır. Hissiyyât olmasa bunlar algılanamaz. Çünkü bu takdîrde ne bir elden, ne bir kılıçtan, ne bir öfkelenme olayından söz edilebilir. Şu hâlde her olay, ancak insan suretinden zâhir olabilir ve ancak insan sureti onu algılayabilir. Fakat yine de tekrar edelim ki zâhirde her şeyi suretler yapıyor görünüyorsa da gerçekte hüküm sahibi yalnız Allah’tır. Çünkü insan maddesiyle, ma’nâsıyla ondan başka değildir. Bu sebeple cüz’lerde, suretlerde hiç bir kuvvet ve salâhiyyet yoktur. Bu söze de iman gerektir. Çünkü bilfiil ispat edilmiştir ki duyu organlarımıza mahsus hassalar ve maddemize mahsus kuvvet duyu organlarına ve maddemize ait değildir. Duyu organlarımız ve maddemiz ancak birer vasıta olup onlardan gören, duyan ve hüküm icra eden Sultânî Ruh dediğimiz külliyyettir, Hakk’tır. Bundan dolayı da görme, duyma ve bunun gibi şeylerin hükümleri bu maddi organlardan ayrıdır ve farklıdır. Bu gerçeğe ait sözler de Hakk’ın sözleridir.

77- Hakk’ın kendi nefsinden kullarına haber vermesi demek; Hakk külliyyet üzere iken cüz’iyyete inip, cüz’ler suretinde fark âleminde başka başka suretlerle görünmesi ve bu suretle cüz’lükle de, cüz’lüğünün geldiği yeri, aslı düşündürmesi ve algılandırmasıdır. Kısaca, haber vermekten maksat harekettir ve bu da şekil değiştirmedir. Şu hâlde insan suretinde atışı yapan ve öldüren Allah’tır. Bu işi hakikati üzere algılamak şarttır. Yoksa bir insan dış görünüşe, kendi nisbetine göre yani nazara göre vehim ile hükmederse o kimse taklitte kal­mış olur. Çünkü fikre göre bir bakışla lekelenmiş olan akıl eşyanın gerçek mâhiyyetini zâtı üzere algılayamaz. Zira olaylarda, illetlerde, dolayısıyla farkın nisbetlerinde kalmış olur ki bunlar hep yok olucu şeylerdir. Zâten esasta fark âlemi yokluktadır. Kaldı ki fark âlemi­nin doğurduğu şekiller ve suretler de yine fark bakımından yoktur, yokluktadır. Demek ki hakikatin mâhiyyetini algılayabilmek için gerçek bir nazara, dolayısıyla da gerçek bir ilme ih­tiyaç zorunludur.

78- İllet, bir bakıma, düzen ve ahengi bozan fazlalık veya eksikliktir. Devranda olan her madde birbirine engel olduğundan birbirine nisbetle birer illet teşkil eder. Aklımız da ak­la ait melekelere yani beyne bağlı olduğundan ve bu suretle de akıl beynin mevcudiyetine göre algılayıp hissedebileceğinden akıl, illetlenmiş sayılır. Küllî ruh ve akıl her şeyi kaplamış olmakla beraber insanda insan beynine bağlı olduğundan dolayı illetlenmiş demektir. Bu sebepledir ki akıl, beyinden çıktıktan yani insan öldükten sonra, ahad olan zâtı yani maddesiz olan zâtı bakımından her şeyi gerçeği üzere algılar ve bilir. Diğer taraftan akıl, beyine bağlı olması bakımından, illetlenmiş olmakla beraber, o kendi devranında ve dolayısıyla şuûrdadır, kendi doğru yolundadır. Zâten illetlenmiş olan şey, yoklukta a’yân-ı sâbitesi üzere durmaktadır. Sâbit olan şeyin vücûdu da Hakk’ın vücûduna dayanır ve ancak onun vücûdu ile var olur.

Başka bir deyişle madde ister beyin olsun ister başka bir şey olsun, ruh dediğimiz letâfetin kesâfete intikalidir. Bu suretle de kendi kendine illet olmuş olur ve bu, illet olunca dolayısıyla diğeri de illetlenmiş olur. Kısaca, illet ve iletlenmişi yapan letâfet ve kesâfettir. Mertebelerde her mevcudun i’tibârî mevcudiyeti ayrı ayrı incelenebilir ve çeşitli nazar­larda görünebilir.

79- İlletin, iletlenmişinin vücûdunu talep etmesi, illetlenmişin vücûdunun o illetten meydana gelmesi demektir. Bir şeyin illet olabilmesi için de onun kendinin bir iletlenmişi olması gereklidir. Şu hâlde illet ve illetlenme, devran ve seyr daha doğrusu değişme ve başkalaşma demektir. Cüz’lerde, mertebelerde bu illet ve illetlenme daimî olup bu değiş­me ve başkalaşmanın doğurduğu külliyyet üzere olan nizâm bâkîdir. Külliyyetin vücûdu yoktur (çünkü bütün vücûd külliyyettir) ki değişme ve başkalaşma ile illet ve illetlenmişe bölünsün ve yok olsun.

İlletle illetlenmişin birbirinin vücûdunu talep etmeleri, aralarındaki bağlantıyı teşkil eder. Yani, illet olmasa illetlenmiş olmaz ve illetlenmiş olmasa illet olmaz. Nur olmasa zulmet ve zulmet olmasa nur yoktur ve bilinmez. Bu bakımdan illet, illet olması haysiyeti ile illetlenmiş için illetlenmiştir. İşte, bütün bunlar devrandır, değişme ve başkalaşmadır. Zira îcâd edici olan Hakk, mevcudun îcâdında illettir. Hakk illettir ve çıkardığı illetlenmiştir ki o da başka bir şeye ilettir ve bu suretle de çokluk dediğimiz şey meydana gelmiştir. Fark yani hayat, illet ile illetlenmiş arasındaki bağlantıdan başka değildir.

80- Her cüz’ün istidadı ile Hakk üzere hükmetmesi demek her cüz’ün istidadının hâl dili ile yapabileceği şeyi göstermesi demektir. Meselâ, ateşin istidadı ve Hakk’tan talebi yakmak, bıçağınki de kesmektir. Bu suretle, îcâd demek bir şeyin başka bir şeye tahavvülü, başka bir surette görünüşüdür ve her îcâd ayni zamanda, mevcuttur. Bundan ötürü Hakk, illet olduğu hâlde onun illetlenmişi olan şey için illetlenmiş olur. Meselâ bıçakçı bıçağı yapar­ken bıçak için illet ve bıçak illetlenmiştir fakat o bıçak da istidadı hasebiyle bıçakçıyı yaralayabileceğinden bıçak illet ve bıçakçı o illetin iletlenmişi olur. Kısaca, illetlenmiş de illet için illet olur. İşte, etki yapan da etkilenen de Hakk’tır dediğimiz de budur. Zira şekiller ne kadar değişirse değişsin vücûd bir vücûttur. Ayni vücûd, bir tarafta etkileyen diğer tarafta etkilenendir.

Velhâsıl, tedbîr ve emreden şey ruhtur. Her maddenin maverasında onun mevcudiyetini bildiren, ispat eden ruhtur. Ve o ruha da biz akıl da deriz.

81- Aklın hükmü de yine gördüğü tecrübelere, aklî melekelerinin istidadına kadar­dır, ne fazla ne de eksik olur. Zira ruh maddeye göre kaplayıcı ve meydana çıkıcıdır.

Aklın hükmü de şudur ki: önce gelen şeyin vücûdu kendinden meydana getirdiği ve dolayısıyla kendinden sonra gelen şeyin vücûduna bağlı değil, tersine sonradan meydana çıkan, önce var olanın vücûduna bağlıdır. Baba ile çocuğu gibi.

Fakat gerçekte vücûd bir vücûttur, hakikat bir hakikattir; ne önce olan şey ve ne de sonra gelen şey vardır; ne yokluk ne de varlık vardır. Bütün bunlar mertebelerin ayırdığı, şeylerdir ki külliyyeti üzere tek bir vücûttan ibarettir. Tek vücûdun ise başlangıcı ve sonu ola­maz.

82- Şekilsizlik âlemi, yani onun soyut âlem ile onun farka gelişi olan şekiller ve suretler âlemini kavradıktan sonradır ki bilgi tam olur. Asıl olan soyutlar âlemidir. Bu âlem kavran­dıktan sonra bunun unsurlara bürünüşü ve şekiller gösterişi de pek a’lâ kavranabilir ve bu kavrama beş duyu yüzünden, bütün kemâli ile insandadır. İnsan, madenleri, nebâtları,hayvânları da kendinde toplamıştır.

Eğer insan, tabii suretlerde, bütün suretleri idare eden, o yok dediğimiz asıl olan ruhu da, kendi ruhunu küllî ruhla birleştirip kavrarsa, o zaman tamlık sıfatı ile gerek maddi ve gerek manevi âlemi tamamıyla öğrenmiş olur. Fakat bu kadarla da kalmayarak madde ile çevrili olan ve madde ile zuhur eden ruhunu bu mertebeden de yüceltip, maddesiz olarak, soyutlar alanına ait algılara ve keşflere ulaşırsa, bu suretle hem şühûd hem gayb âlemlerinin bütün bilgilerini kendinde toplamış olur. Bu suretle de bütün madde, ma’nâ kendisi olacağından, dolayısıyla hiç bir şeyde de şüphesi bulunmayacağından, bilginin en yüksek derecesini elde etmiş olur.

83- Rahmânî nefs, vücûd feyzinin aynidir. Rahmânî nefs, yukarıda da söylediğimiz gibi asıl olan, şekilsiz olan, suretsiz olan ruhtur. Fakat onun feyzinden yani taşmasın­dan şekiller ve suretler yani fark âlemi meydana çıkar. Bu âlem de ondan başka bir şey değildir, onun kendisini bilmesi içindir. Zât, şuûrsuz ve sessiz, kelimesizdir. Onun kendini bilmesi için şuûra, sese ve kelimeye gelmesi gereklidir. Bunun için de çeşitli şekillerde zuhura gelmiştir. Her varlığın varlığı başka bir varlığın varlığı iledir ve en nihayet kâinâtın mev­cudiyeti insanın mevcudiyeti iledir. İnsan öldükten sonra bütün varlık yoktur. İşte o yok­luk, bütünlüğü ile zâttır ve onun farka gelmesi de Hakk’tır.

Gerçekte, bütün zerreler, bütün varlık tek bir vücûttan ve o vücûtta Hakk vücûdundan ibarettir. Bunun böyle olduğunu, başta ilim adamları olmak üzere, herkes kendi ilmi derecesin­de görür, bilir. Herkesin görüşü ve bilişi de başka başka olduğundan ayni bir vücûd da başka başka görünür ve bilinir. Gerçekte ise her görünüş ve her görüş aynidir. Çünkü zât kendini fark aynasında görür ve fark ile zât ayni şeydir ve çünkü birinin yokluğu diğerinin yokluğu­nu gerektirir. Ayna da odur, gören de odur, görünen de odur. Çünkü vücûd bir vücûttur. Bu sebeple de Rahmânî nefs tabiatın aynidir. Zira rahmânî nefs yani zât, ruh tabii suretlerde meydana çıkıp görünür. Buna karşılık, tabii suretler de, rahmânî nefste kabul edici ayn’ları yani sâbit ayn’ları veya başka bir deyişle dışa ait varlıkları bakımından, fark bakımından meydana çıkıp görünürler.

Kısaca, Rahmânî nefs ve tabii suretler, asılda ayni bir şeydir, biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Şu hâlde, vücûd tek bir vücûttur yalnız nisbetlerde, mertebelerde görüş farkı var­dır, o kadar.

84- İşte yukarıda açıkladığımız gibi insan nereye baksa hep Hakk’ı görmelidir. Kâmil insan için görünüşlerde saplanıp kalmak doğru değildir. İnsandan gören insanın kendi nefsidir. Bu nefs, görünenin ayn’ını görmeli yani gördüğünün de kendinden başka bir şey olmadığını iyice bilmelidir. İşte, kemâl mertebesi bu mertebedir. Kendilerini bu mükemmeliyet mertebesine ulaştırmak için çaba harcayanlara Allah daima yardımcıdır. Bütün mertebeleri bilerek bu mertebeye ulaşan kâmilleri de Allah bu mertebeden de daha yukarıya çı­karıp noksansız kılar. Zâten öğretici ve öğrenici gibi iki ayrı surette kendi gerçeğini öğreten ve öğrenen, Hakk’ın kendinden başkası değildir.