Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır. Zira kudsî hadîsin bildirdiğine göre de “Allah gizli bir hazine idi, bilinmeye muhabbet etti ve halkı bilinmek için yarattı”. Nitekim Peygamber bir hadîsinde de: “İlk yaratılan aklımdır” demiştir. Bundan ötürü Beş İlâhî Hazretin Lâhut âleminden sonra ikincisi olan Ceberût Hazretini veya Yedi İniş mertebesinin Lâ Taayyün mertebesinden sonra gelen İlk Taayyün mertebesini İlk Akıl teşkil etmiş, bu suretle de aklın hüviyyeti ilâhî olmuştur. Ve yine bundan ötürüdür ki ruh; Allah’ın emrine, emir âlemine nisbet edilir.
Akıl, ilâhî hüviyyetten olmakla teşbihten münezzehtir fakat suretlerde algıda teşbih ile kayıtlıdır.
Akıl, tenzih yerinde, usûl ve âdete dayanan tenzih ile değil fakat gerçek tenzih ile tenzih eder. Teşbih yerlerinde de gördüğü şeylerle ve keşfi ile teşbih eder ve gerek tabii suretlerde, gerekse unsura ait suretlerde Hakk’ın yayılışını görür. Dolayısıyla her suretin ayn’ını Hakk’ın Ayn’ı görür ve böyle görmediği hiç bir suret kalmaz. Hakk’ın vücûdu dışında bir suret görmez ki Hakk’ı ondan tenzih etsin ve Hakk’tan gayri bir şey için başka bir vücûd ispat etmez ki vehmi ile ona teşbih etsin. O, kendi kendiliğinde tenzih ve teşbih etmez. Hakk, kendi nefsini tenzih ettiği yerde, ancak tenzih ve teşbih ettiği yerde tenzih ve teşbih eder.1
Vehme ait nisbetlerin hepsi akla ait nisbetlerin hepsine bağlıdır. Tenzihin teşbihten tamamen arınmış olması mümkün değildir. Nitekim Kur’ân’da şöyle bir âyet vardır: “Leyse kemislihî şey’ün”.2 Allah, burada tenzih etmiş ve tenzihte de teşbih etmiştir. Bu tenzih de teşbihtir, şu kadar ki vehme ait teşbihtir.3
Yukarıda işaret ettiğimiz âyet tenzih hakkındaki âyetlerin en büyüğüdür. Bununla beraber bu âyet “K” harfi sebebi ile tenzihten arınmış değildir. Âyetteki “Kemislihî”nin “K”si, misl anlamına sayılırsa: “Bir şey Hakk’ın misli değildir illâ kendidir” demek olur ki bu bir sınırlamadır. “K” harfi misl anlamına değil de mesel anlamına alınırsa: “Onun misli gibi bir şey yoktur” demek olur ki bu da ayni teşbihtir. Burada, eşyadan bir şeyin bu her şeyden münezzeh olan mislin, misli olmasının önlenişi bir benzerliğin ortadan kaldırılışı söz konusudur.4 Başka bir deyişle Vücûd bir ve mutlak olduğundan, Allah da ondan başka olmadığından, Hakk’ın misli yine kendinden başka değildir. Bu sebeple Hakk’a mesel ve misâl ispat edilir. Misl, Hakk’ın kendi; mesel ve misâl de farkıdır ve zât tenzih; fark da teşbihtir. Gerçek birleme de tenzih ile teşbih arasını birleştirmektir.
Allah’ın, onun nefsini bilici olan âlimlerin âlimi olduğu mutlaktır. Hâlbuki Allah tenzih ve teşbihten ve yaratılmış olanların vasfından başkaca, kendi nefsinden bir deyimde bulunmamıştır. Burada da şu âyete işaret edebiliriz: “Senin Tanrın kudret ve izzet Tanrısıdır. Onların bütün isnatlarından tamamıyla münezzehtir.”5 Ne çare ki insanlar Allah’ı ancak akıllarının onlara verebileceği vasıfla vasıflarlar. Bu suretle gerçi Allah insani perdelerle perdelenmiş ve kayıtlanmış ve nazara ait kuvvetlerle de karışmış olan akılların vasfından tenzih olunmuş sayılabilirse de maddeye ait bulanıklıklardan ve imkân ve mizaca ait bulanmalardan sıyrılıp saflaşmış yani ilâhî tecellîleri ve isimlere ait zâtî lütuf ve ihsanları kabullenici olan ârif kalblerin vasfından yine de tenzih olunmuş sayılmaz.
Allah, kendi nefsini insanların tenzihinden tenzih etmiştir. Zira insanlar o tenzihleriyle Hakk’ı sınırlarlar. Meselâ bilginler, Hakk’ı tenzih etmek maksadıyla Hakk cisim değildir, cevher değildir, araz değildir, şu değildir, bu değildir… derler ki böyle bir tenzih ayni sınırlamadır. Çünkü bu Hakk’ı eşya ile sınırlamaktan tenzihtir ve sınırlı bir şeyden ayırt edilen, o şeyden ayırt edilmiş olmakla sınırlanmış olur. Mutlak varlık yani Hakk hakkında sınırlama ise kesinlikle yanlış ve dince de yasaktır.
Hakk kendi nefsini onu tenzih edenlerin tenzihinden de tenzih etmiş ve onların tenzihlerinin bulanık ve karışık akıllardan sâdır olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Tenzih edenlerin tenzihinden Hakk’ın kendi nefsini tenzih etmesi akılların Hakk’ın nefsini algılama keyfiyetini tasavvurlarından ötürüdür. Hakk’ın kendi nefsinde ilâhî suretlerden hangi suret üzere olduğunu yine ancak onun kendi nefsi bilir.6 İnsanın meydana çıkıp görünmesinde kemâller cümlesinden sayılan sıfatların hisse ve akla ait vasıflarla vasıflanmaktan zâtı bakımından münezzeh olan zâttan kaldırılmasını algılamaya insanların akıllarında kudret yoktur. Dinlerin hepsi vehimlerin kendisiyle hükmettiği şey ile gelmiştir ki o da tenzih ve teşbihtir. Hakk’ı tenzih ettiğini vehmeyleyen kimse ayni teşbihtedir, çünkü kendi nefsinden gafildir. Yani o kimse Hakk’ı vehim ile tenzih eder ve Hakk üzere vehim ile hükmeder. Çünkü vehim onun kendi nefsinde mevcuttur. Eğer kişi kendi nefsini bilseydi doğru ve noksansız vehim ile hükmederdi. Dinde insanın vehmine ve aklına uygun olarak gelmiş olan şey de budur. Burada şu âyete işaret edebiliriz: “Beni çağırın, ben duanıza icâbet ederim.”7. Dua eden kimse Hakk’ın ona yakın olmasını, cisme ait şeylerin ona yaklaşması gibi ve kendi vücûdunun da her bir suretle Hakk’tan başka olduğunu tevehhüm eder. Ve akıl da; eğer dua eden icâbet edenin ayni olsaydı, icâbet eden dua edenden ayırt edilip üstün tutulmazdı diye düşünür. Hâlbuki eğer dua eden gerçekte mevcut olsa o zaman icâbet eden mevcut olmaz. Çünkü dua edenin vücûdu Hakk’a dayandırılır, bu takdîrde de dua eden icâbet edenin ayni olur. İşte gerçekte de dua eden, icâbet edenin aynidir. Çünkü kul dua edenin hüviyyeti, Hakk da icâbet edenin hüviyyetidir. Suretlerin birbirlerine benzemeyişlerinde hiç bir aykırılık, zıtlık yoktur. Dua eden ile icâbet eden zâhir ve bâtın bakımından tek olan vücûd için iki surettir. O tek vücûd zâhir ile dua eden, bâtın ile icâbet edendir ve o tek vücûd olan Hakk üzere zâhir olan suretlerin hepsi de Hakk için organlar gibidirler. Nasıl ki insan da organlarıyla çok fakat hakikati ile tektir.8
Söz götürmez ki insan kendinde bir araya gelip toplanmış olan toplu bir suretten başka değildir. Bu böyle olmakla beraber organlar da insanın dışında var olan şeyler değildirler. Her bir organ insanın aynidir. Lâkin her bir organın sureti diğer bir organın suretinin ayni değildir. Bunun gibi, Hakk da hem çok hem tektir, suret ile çok; zâtı, hakikati ile tektir. Yani tek vücûd olan Hakk ahâdiyyet ayn’ı ile tektir; suretler, tecellîler, zuhurlarla ve isimler, sıfatlar, olaylar ve izâfetlerle çoktur.9
Dua eden ile icâbet edenin ayni olan tek vücûd, ayn ile tek ve suretleriyle çok olan insan gibidir ki insan ayn ile tektir. Yani insan cinsi, insana ait hakikati ile bütün insan nev’ine ait fertleri kendinde toplayan tek bir ayn gibidir. İnsan, insan nev’inin hakikati olan ayn ile tek, lâkin şahısların suretleriyle çoktur. İşte küllî, tümel akıl da tıpkı böyledir.10
Tümel aklın, küllî aklın hüviyyeti ilâhîdir. Ancak o isimler, sıfatlar ve mertebeler bakımından nisbetine göre farkını ve seyranını tamamlamaktadır. Akıl, bu farka gelişinde ve bu seyranında kayıtlıdır, zira istiğnadan farka gelmiştir. Eğer kendinde tecellî zâhir olan insan kendinde tecellî eden ile birleşip bir Rab insanı olacak olursa yani vücûdunda hâkim olan Rab olacak olursa aklı Rabbine geri çevirip bağlar (nasıl ki ârifler, meczuplar, mecnunlar böyledir). Bu takdîrde de akıl o insanın kendi hükmü ile değil, Rabbin tecellîsi hasebiyle olur. Fakat eğer kendinde tecellî zâhir olan insan bir nazar ve akıl insanı olacak olursa yani onun vücûdunda hâkim olan şey nazar ve akıl olacak olursa bu takdîrde de Hakk’ı, nazarı ve aklın hükmü gereğine geri çevirip bağlar yani zâhîr olan Hakk’ı kendi hükmüne geri çevirip bağlar ve kendi sanısı üzere de onu te’vîl eder. Meselâ zâhirî bilginler hocalar akıl gücünü aşan ilâhı haberlerle Kur’ân’daki bazı âyetleri, te’vîl ederler ve onları kendi akılları hükümlerine indirirler. Çünkü onların akılları, ilâhî kelimeleri ve Kur’ân’a ait hakikatleri algılamaktan aciz ve kısırdır.11 İnsanların pek çoğu dünyada, dünyaya ait yetişip gelişme hükümleriyle kayıtlı olup ârifler için dünyada hâsıl olan âhirete ait yetişip gelişmelerden ve dolayısıyla bâtına ait yetişip gelişmelerden haberdar olamazlar. Bundan ötürü de akla ait nazara aykırı olan her şeyi imkânsız görürler ve mutlak emri, aklın kayıtlılığı hasebiyle kayıtlayıp nazarî aklın gereği üzere onu imkânsız görürler. 12 Fakat tecellî zamanında akılca imkânsız gördüklerini kabul ve itiraf edip tecellî geçtikten sonra da o tecellî ânında gördükleri şeyden hayrette kalırlar. Eğer, insan, akıl insanı olacak olursa Hakk’ı akıl ve nazarın hükmüne geri çevirip bağlar. Eğer insan dünyaya ait yetişip gelişmeden âhirete ait yetişip gelişmeye geçecek olursa (meselâ ruhun cesetten ayrılacağı ve ona her şeyin keşf olunmaya başlayacağı zamanlardaki gibi) o zaman aklın algıladığından hayrette kalmaz.13 Zira sırlar ona görünmüş ve her şeyin aslı ona açıklanmış olur. Bu gibi insanlar yani ârifler bu gibi hallerden sonra tekrar dünyaya dönerler ve görünüşte onlar dünyaya ait suret üzere bulunurlar. Yani dünyaya ait surette dünyaya ait sıfatlarla görünürler. Çünkü bu görünüşün Hükümleri yani yemek, içmek, uyumak, evlenmek ve her türlü hislerle hislenmek onlar için de geçerlidir. Hâlbuki Allah onları bâtınlarından âhirete ait yetişip gelişmeye yöneltmiştir ve onlar âriflikleri hasebiyle hem dünyaya ait yetişip gelişme hem de âhirete ait yetişip gelişme üzere görünürler. Ama onlar için asıl olan ruhaniyete ait yetişip gelişme üzere görünmektir yoksa ârif olamazlar.14 Ârifleri dünyaya ait suretlerinde tanımak imkânsızdır. Dünyaya ait hükümlerle görünmeleri haysiyetiyle onların ârif olduklarını kimse anlayamaz. Onları ancak Allah’ın basiretlerini açtığı kimseler anlayabilirler ve o da kendilerinde vuku bulan ilâhî tecellî haysiyeti ile ve o derecede anlayabilirler. Halkın göremediği şeyi ârif görür ve halkın bilemediği şeyi ârif bilip söyler.15 İlâhî tecellî sebebi ile Allah’ı bilen ve ondan haberdar olan âriflerden her bir ârifin vücûdu, kalbine ilâhî tecellî gelmesi sebebi ile o ilâhî tecellîde bütünlüğü ile yok olup Hakk’a ait vücûtta zâhir olur. Bu suretle fenâ’dan sonra beka ile bâkî olmakla (Beka ba’de-l-Fenâ’) da daha dünyadaki hayatında âhiret hayatı üzere haşr olmuş ve vücûdu yok olup toplamın toplamı (Cem’ül-Cem’) olan Hakk’ın zuhuru günü olan kıyâmet gününde, Hakk’la dertop edilmiş, böylelikle de çokluktan birliğe geçmiş olur 16. Bu birlik de zâta ait bir birliktir (Tevhîd).
Ulûhiyyet hazretinden olan şey, Allah’ın zâtının zâtıdır ki bu ilâhî isimler vasıtasıyla değildir. İşte ulûhiyyet hazretinden, ilâhî isimler topluluğundan gelen ilâhî tecellî ile ârif olan ve yukarıda açıkladığımız şekilde haşr edilen insan kâmil insandır. Fakat isimlerin bazısı ile ârif olan kimse, vücûdunun bekası ile kayıtlanmış olması hasebiyle kâmil insan değildir. 17 İşte toplanma (Cem’) günü sözü ile deyimlenen Hakk’ın zuhurunun Hakk’la toplanıp bir araya getirilişinin hakikatini kavrayamayan hocalar, zâhirî bilginler ve halk, buna akıllarının te’vîl ettiği surette “Kıyâmet Günü” derler ve böyle özel bir gün beklerler l8.
Aklı hükmünden şehveti makamına inen ve mutlaka hayvân olan kimse İns ve Cin’den mâadâ diğer bütün hayvânların keşf ettiği şeyi keşf eder. Daha açık bir deyişle bir kimse aklı hükmünden şehveti makamına birçok riyâzetlerle ve bedene ait maddi ağırlığı hafiflete hafiflete iner ve mutlak hayvân olursa eşyayı tasarrufta akıl ona sıkıntı kaynağı olmaktan çıkar ve o kimse akla ait fikirler ve zanna ait vehimler kaydından kurtulduğunda da İns ve Cin’den başka olan her hayvânın keşf ettiği şeyi keşf eder. Zira belli anlamıyla kendisinde tasarruf bulunmayan mutlak hayvân mertebesine alçalmayan ve akla ait kayıtlar ve fikre ait i’tikadlardan sıyrılmayan insan hayvânda olan keşf mertebesine kavuşamaz. Bu sebeple akla ait akîdelerden bağımsız olan bütün hayvânlar keşf sahibidirler 19.
Bir kimse bütün hayvânların keşf ettiği şeyi keşf ettiğinde de kendi hayvânlığını yani hayvânlardan olması sıfatı ile olan hâli üzere bulunduğunu bilmiş olur.
İnsan İnsanlık hassalarından, alçalış mertebelerinin sonu olan kendi hayvânlığı mertebesine indiğinde, onda hayâttan başka insanlık hassalarından hiç bir şey kalmaz. Bu takdîrde de o kayıtsız şartsız hayvânlık hâliyle kayıtsız şartsız bir hayvân olur. O zaman da bütün hayvânların fıtrî bilgilerden yana bildikleri şeyi bilir ve tek bir hakikat olan “Hayat”ın bütün suretlerde seyr ettiğini görür 20.
Şu da iyice bilinmelidir ki hayvânlık sıfatlarıyla hayvânlık hâli üzere olmayan bir kimse insanlık hasletleriyle de insanlık hâli üzere olamaz. Bir kimsenin bu açıkladığımız hayvânlık makamı ile hayvânlık hâli üzere olması, onun insanlık hassalarından bu mertebeye alçalıp inişi ile olur. Bir kimsenin sırf akıl olma hâli üzere olması da onun bu mertebeye, tabiata ait kayıtlardan sıyrılıp yükselmesi ile olur ve böylece sırf akıl olur. Sırf hayvânlık makamından sırf akıl makamına geçiş ise ikinci bir geçiştir ve sırf hayvânlık makamı nasıl her türlü insanlık hasletlerinden arınmış ise, sırf akıl makamı da her türlü hayvânlık vasıflarından arınmıştır.
Hayvânlıktan insanlığa olan büyük geçişi sağlayabilen insan da tabii suretlerde zâhir olan şeyi ilim zevki ile bilir. Bu da tabii suretlerden zâhir olan bir hükmün hangi makamdan zâhir olduğunun bilinmesi yani akıl âleminde tek bir zât, tek bir ayn olan aklın nefs âleminde nefs tarafından müşâhedesidir. Bu insan, akıl âleminde aşağı (esfel) âlemde olan tabii suretler için birer asıl, birer kaynak olan tümel (küllî) şeyleri ve soyut akılları görür. Ve şu aslı zevk ile bilir ki: tabii suretlerde görülen çeşitli hükümler, tabiata ait tikel suretlere inip onlarda ve onlarla zâhir olan gayba ait asılların, ayn’ların ma’nâları ve akla ait tümel hakikatlerdir 21. Ve yine bilir ki tek hakikat olan mutlak vücûd ahâdiyyet olan zâtta zâtın aynıdır; ayn’lar, asıllar ve ma’nâlarda ma’kul olan sırf ma’nâdır; akıllar âleminde sırf akıldır; nefs âleminde nefstir; hayvânlar âleminde hayvândır; nebâtlar mertebesinde nebâttır; cansızlar mertebesinde de cansızdır taş, topraktır. Bu tek ayn, bu tek varlık; birliğinde (vahdetinde) zâtî istiğna hâli kendisinden hiç bir suretle ayrılmamış olmakla beraber, bütün mertebelerde unsura ait bu tabii suretlerde zâhirdir. Bu tek varlık, tümün (küll) aslı ve zuhura geldiği ve bütün şeylerin de kendisine geri döndüğü yer ve kaynaktır. Burada da şu âyete işaret edebiliriz: “Her iş Allah’a döner” 22. Sırf akıl olan bu insan, ilâhî zâtın ahâdiyyet makamından varlıklara ait mertebelere inişini ve yukarı (Ulvî) ve aşağı (Süflî) âlemlerde şerefli ve âdî olan şeylerde zuhurunu görür. Yani Hakk’ı, vücûdun bütün mertebelerinde göründüğü hâl üzere görür ve bilgi zevki ile bilir.
İşte, ancak yukarıda açıkladığımız böyle bir insandır ki en büyük mutluluk ve en yüksek kudret ve kuvvetlilik olan ve birlik (vahdet) ile çokluk (kesret) arasında bulunan toplam (Cem’) mertebesine kavuşup kurtuluşa erer 23.