İslâmda meydana gelen “Tarikat”lar, aslında yine İslâmî olan “Tasavvuf” yolunun özellikle pratik yönünü teşkil ederler. Bu tarikatların hepsinin esası da İslâm dininin “Tevhîd” kavramı, tasavvuf felsefesinin “Vahdet-i Vücûd” görüşüdür.
Vahdet-i Vücûd, aslında şark’ın en eski felsefesidir ve şark’ın kendine has görüş ve düşünüşünün sonucudur. İlkten Turan’da görülen bu çeşit görüş ve düşünüş, bazı ufak değişikliklerle Hindistan’a; oradan Çin’e ve eski Akad, Sümer, Âsûr ve Keldan diyarları vasıtasıyla İran’a, Çin’e, Mısır’a; oradan da Finike’ye, Yunanistan’a atlamış, daha sonra da İran ve Yunan kanalları ile Abbâsîlerin ilk devirlerinde Arap topraklarına geçerek Tasavvuf felsefesinde tek bir “İlâhî Vücûd” kavramı ile kaynaşıp birleşmiştir.
Araplar, “Tevhîd” fikrini bile pek yadırgadıklarından “Vahdet-i Vücûd” görüşüne de ısınamamışlardır. Bu yüzden de tasavvufa Vahdet-i Vücûd’a dair eser yazanlar, başta İbn Arabî olmak üzere birkaç Arap büyüğü müstesna, çoğunlukla Turan’dan ve başka ırk ve muhitlerdendir.
Tasavvufun en son gayesi “Tevhîd”dir, yani Allah’ta “Fânî” olmaktır.
Tevhîd üçtür:
Asıl tevhîd, “Lâ Mevcûde İllâllah”tır. Çünkü birinci tevhîdde nefs-i emmareye ait şirk; ikinci tevhîdde de vücûda ait şirk vardır. Şu hâlde, insânın vücûdda birlik yerine çokluk görmesi ve Allah’tan gayriye ve özellikle insânın kendine vücûd vermesi doğru değildir. Çünkü hayır ve kemâlin mebdei vücûddur; şerrin ve noksanlığın menşei de ademdir, yokluktur. Hayır ve kemâl ise Allah’a ait olduğundan vücûd da Allah için sabit olmuş olur. Şer ve noksanlık ise mümküne müteallik olduğundan ademe, yokluğa râci’ olmuş olur. Bu da bize “Vahdet-i Vücûd” görüşünü vermiş olur.
Başka bir deyişle, “Vahdet-i Vücûd” sonlunun sonsuzda yok olmasıdır. Vücûd ancak sonsuzdur; sonlu olan, gelip geçici gölgelerden ibarettir.
İslâm tarikatlarının gayesi de vahdet-i vücûd’dur, yani sırf tevhîddir. Tarikat dilinde pek önemli birer terim olan “Sır” veya “Sırr’üs-Sır” işte bu sırf tevhîdden ibarettir. Bu vahdet-i vücûd sırrı da sâliklere, tâliblere uzun ta’lîm ve terbiye devrelerinden sonra yavaş yavaş ve ancak isti’dâdları derecesinde açıklanır. Çileler, seyr-ü sülûklar, semâ’lar, erkânlar, esmâlar, evrâdlardan maksat, hep bu sırrın yavaş yavaş anlatılmasıdır.
Bu sebeple de, tarikatlarda tâlib, genellikle dört devreli bir öğretim ve eğitime tâbî tutulur:
İslâm tarikatlarının hepsinin gayesi vahdet-i vücûd olmakla beraber bu görüşü en hâlis şekli ile temsil eden tarikatlar sadece ikidir: “Melâmîlik” ve “Bektaşîlik”. Bundan ötürü de bu iki tarikatta İbn Arabî’nin “Kâmil İnsân” nazariyesi en hâkim rolü oynar. Çünkü insân mertebesi, “Hilâfet” mertebesidir.
Melâmîlik ve Bektaşîlik tarikatları ayni hakikati içermektedirler. Fakat Bektaşîler zevk için bu hakikati fiilen, cismen de yapmışlar ve bunun için de bazı usûller koymuşlardır. Ancak dediğimiz gibi, her iki tarikatta da esas ayni esastır, yani “İlmelyakîn, Aynelyakîn, Hakkelyakîn” teslîsidir.
İlmelyakîn, akla ait delilden hâsıl olan ilimdir.
Aynelyakîn, müşâhede ile hâsıl olan ilimdir.
Hakkelyakîn, insânın bütünlüğü ile Allah’ta fânî olması ve Allah ile ilmen, şühûden ve hâlen bâkî kalmasıdır.
Melâmîlere göre fiillerin ve sıfatların hepsi Allah’a râci’ ve aittir ve vücûd olarak da yalnız Allah’ın vücûdu vardır. Her şey Allah’ın vücûdunda fânîdir ve gerçek yolunun gayesi de Allah’ta fânî ve Allah ile bâkî olmaktır.
Melâmîlik genellikle üçe ayrılır:
1- Melâmiyye-i Kassâriyye (Tarikat-ı Aliyye-i Sıddîkıyye) :
Bu, üçüncü hicrî yüzyılda “Nîşâbûr”da zuhur etmiştir. Hamdun Kassar’a mensuptur.
2- Melâmiyye-i Bayrâmiyye (Tarikat-ı Aliyye-i Bayrâmiyye) :
Bu, dokuzuncu hicrî yüzyılda Bolu’nun “Gönyük” kazasında zuhur etmiştir. Emir Sikkînî’ye mensuptur.
3- Melâmiyye-i Nûriyye (Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye) :
Bu, on üçüncü hicrî yüzyılda “Üsküp”te zuhur etmiştir; Seyyid Muhammed Nûr al-Arabî’ye mensuptur.
İlk devre Melâmîliği başkanı olan Hamdûn Al-Kassaar’ın tarikat silsilesi şöyledir:
İkinci devre Melâmîleri “Bayrâmiyye” Melâmîleridirler. Bunların başı da Hacı Bayrâm’ın halîfelerinden Emîr Sikkînî “Bıçakçı Seyyid Ömer Dede”dir.
Üçüncü devre Melâmîliği de İmam Rabbanî’nin “Müceddidiyye” kolundan bir kol olan “Melâmiyye-i Nûriyye”dir.
Bu kolun kurucusu Mısır’lı Muhammed Nûr Al-Arabî’dir. Bu zât Mısır’dan “Üsküp”e gelerek “Nakşibendî Al-Halvetî Al-Melâmî” tarikatını kurmuştur.
Muhammed Nûr Al -Arabî “Arap Hoca” ve “Noktacı Hoca” adları ile de namlıdır.
Yukarıda görüldüğü gibi, İlk devre Melâmîlerinin tarikatı doğrudan doğruya Hz. Ebu Bekir’e dayanıyordu.
İkinci Devre Melâmîlerinin tarikatı da Hz. Alî’ye mensup “Tarikat-ı Alevîye” kollarından “Tarikat-ı Bayrâmiyye”dir.
Son Devre Melâmîliği ise “Tarikat-ı Nakşibendîye”ye dayanmaktadır ve bunun kurucusu olan Muhammed Nûr Al-Arabî de “Vahdet-i Vücûd”a kail olanların en büyüklerindendir.
Bektaşîliğe gelince: Bektaşîliğin esası aşktır, vahdet de bu aşkın vîsâl noktasını teşkil eder.
Dünyada hükm eden şey “Cemâl”dir. Cemâl’den maksat da tam ve mutlak güzelliktir. Mutlak güzellik de a’za tamlığı ve sıhhatliliği, endam tenâsübü ve yüzdeki nûrânî halâvet toplamından ibarettir. Dünyanın en güzel insânı da “Alî”dir. Yani “Alî”, Allah’ın cemâlidir ve bütün kâinatın kendisinde göründüğü aynadır. Peygamber de bu yüzden Alî’ye âşık olmuş ve bütün hakikati Alî’nin cemâlinde görmüştür.
İnsânî sıfatlar üçtür: cemâl, anlamak, anlatmak.
Bektaşîliğin en büyük kaidesi de “Benlik”in ortadan kalkmasıdır. Benliği ortadan kaldıracak yegâne vasıta da “Âyîn-i Cem”dir.
Bektaşîler, “Ca’ferî” mezhebindedirler. Bununla beraber On İki İmam’ı da takdîs ederler. Dolayısıyla, “Alevî” veya “Ca’ferî” diye de adlanırlar.
Bektaşîliğin her şeyi, On İki İmam’a nisbetle on iki mertebe üzerine tertîb olunmuştur. Post on ikidir, Âyîn on ikidir, hizmet on ikidir,
tâc on iki dilimlidir, teslim taşı on iki köşelidir….. ve özellikle, tâlibler de bilgi bakımından on iki dereceye bölünmüştür. Sırra da ancak
bu on iki makamı geçtikten sonra ulaşılabilir.
Bektaşîlik, Anadolu’nun birçok yerlerini “Alevîlik” şeklinde kaplamış özellikle bütün Rumeli’ye de “Nâzenîn” adı altında yayılmıştır.
Bektaşîlik, her şeyi ile ve her şeyden önce bir Türk tarikatıdır. Düşüncesi, duygusu, dili, kültürü, edebiyatı hulâsa her şeyi Türk’tür ve Türkçedir. Bununla beraber İslâmiyet ile bütün Asya dinleri ve felsefeleri başta olmak üzere Şamanlığı, Brehmenliği, Budistliği, Zerdüştlüğü, Hulûl ve Tenâsühü, Yahudiliği, Hıristiyanlığı, Teslîsi, Hurûfîliği, Babaîliği, Bâtıniliği, Ca’ferîliği, Şiiliği, İmâmiliği, Melâmîliği, Ahiliği, Kızılbaşlığı, Kalenderîliği, Hayderîliği… ve daha bir çok görüş ve düşünüşleri içeren bir Syncretisme’dir.
Balım Sultan’a gelinceye kadar Bektaşîlikte “Mücerretlik” müessesesi yoktu. Balım Sultan bu müesseseyi kurmuş ve mücerretlik alâmeti olmak üzere de “Kulağa Küpe Takmak”ı îcâd etmiştir.
Bektaşîler başlıca iki kola ayrılırlar:
Çelebilerde veraset vardır. Çelebilik babadan evlâda geçer. Bunlar, çoğunlukla câhil olup tasavvuf ve tarikat yolunda hemen hemen hiç eserleri yoktur.
Babagân Kolu ise Balım Sultan tarafından Hz. Pîrin ruhaniyetine müsteniden ictihâd edilen Âyîn ve erkânın mutasarrıfı ve “Tarikat-ı Bektaşîye” diye anılan gerçek tarikatın sahibidirler ki bu yol Balım Sultandan Cumhuriyet Türkiye’sine kadar teselsül edip gelmiştir.
Babagân Kolu’nun i’tikadları Şeriata ve Hakk yoluna asla aykırı değildir çünkü Kur’ân’a ve Muhammed’e dayanan gerçek irfân yoludur.
Rumeli’ye mahsûs olan Babagân Bektaşîliği, son zamanlarda “Tarîk-i Nâzenîn” adı ile adlanmıştır.
Babagân Bektâşiliği Hz. Alî’nin tafdîli, Hz. Alî’nin ulûhiyyeti ve nefsin ulûhiyyeti olarak özetlenebilir.
Bu sebeple de secde “Âdem”edir. Zâten namazdaki “Kıyam” vaziyeti eski Türkçe alfabedeki “Elif” harfinin; “Rükû’” vaziyeti “Dal” harfinin, “Secde” vaziyeti de “Mim” harfinin timsâlidir.
Bektaşîlikte, diğer tarikatlarda olduğu gibi, “Seyr-ü Sülûk” ve belirli “Evrâd ve Ezkâr” yoktur. Bunun yerine “İnâbe” yani el verip teslim olmak, “İkrâr” ve “Âyîn-i Cem” vardır.
İnâbe, tâlîbin şeyh huzurunda günahlarından tövbe etmesidir. Yani, hiç bir kötülükte bulunmayacağına Allah ve Resulü ve tarikatın pîri adına söz vermektir ki bu şeyh ile mürîd arasında bir muâhededir.
İkrâr, namzede Kur’ân’ın anahtarının verilmesi, onun hakikat ilmine ulaştırılmasıdır.
Âyîn-i Cem’ de, bütün benliklerin ortadan kaldırılması ve “Küntü kenz…” sırrının açıklanarak insânın Allah’a kavuşturulmasıdır.
Kısaca, Bektaşîlik “Vahdet-i Vücûd”dan “Nefy-i Vücûd”a kadar uzanan bir tasavvuf yoludur ve en basit deyimi ile “Diline”, “Eline” ve “Beline” sağ ve sahip olmak ile özetlenebilir:
1- “Dil”ine sağ ve sahip olmak:
Bu, ahlâkî anlamda her görülen ve bilinen şeyi söylememek, yani sır saklamak demektir.
Asıl anlamda da her şeyin dil ile söylendiğine ve söz “kelâm”ın Allah’ın sözü olduğuna; daha doğrusu, bir anlamda Allah’ın “söz” olduğuna, her şeyin dil ile tadıldığına ve sevişebilmek için tatlı dilli olmanın ve doğru konuşmanın lüzûmuna işarettir.
2- “El”ine sağ ve sahip olmak:
Bu, ahlâkî anlamda elinle koymadığın şeye el sürmemek yani başkalarının haklarına tecavüz etmemek demektir.
Asıl anlamda da el rehber demektir, zira elsiz hiç bir şey yapılamaz. Dil tadar ve sever fakat bu tatlılığı ve bu sevdayı toplayan vasıta eldir.
Kısaca, insân tek başına hiç bir şey yapamaz. İnsânın insân olması ve insânca yaşaması bakımından daima başkalarına ihtiyacı vardır. Herkes ve her şey varlıklarını koruyabilmek ve gerektiği şekilde yaşayabilmek için birbirine vasıta olmak zorundadır.
3- “Bel”ine sağ ve sahip olmak:
Bu, ahlâkî anlamda nefse hâkim olmak arada bir anlaşma ve rıza olmaksızın kimsenin ırzına, namusuna tecavüz etmemek demektir.
Asıl anlamda da aşka dayan demektir. Zira birlikte yaşayabilmek, birleşmek için, vahdet için aşk zorunludur. Aşk ise “Bel” ile tahakkuk eder.
Zâten, insân da “Bel”den çıkmıştır, insânın aslı “Bel”dir. Bundan ötürü de insâna “Bel Oğlu” derler.
Bu üç deyim ve terimin anlatmak istediği şudur:
Hilkat insândadır. Bu üç şey insân sıfatı ile birdir.
Daha açık bir deyişle: insân, Allah’tır.
Bu hakikat Bektaşî nefeslerinde şöyle ifade edilmiştir:
Elsiziz, dilsiziz, belsiziz amma
Gezeriz âlemde erkekçesine.
Sözümüzü bitirmeden önce şuna da önemle işaret edelim ki bütün tarikatlar her şeyden önce, bâtınîdirler, dolayısıyla da içe ait bir takım tasavvufî sırlara mâliktirler. Zira umde bâtındır. Bu sebeple âriflerin, kâmillerin, gerçek tarikat ulularının çoğu sözleri bâtından, ma’nâ âlemindendir ve tasavvuf yolu ile bir takım işaretlerden, sembollerden ibarettir.
Tasavvuf yolu ile semboller, insânı Mutlak Vücûd’un sırrına ulaştırma yolunda “Güzellik”i ve “Aşk”ı kullandığından akıldan ziyade kalbe, sezgisel hisse hitap eder. Kalbe ve kalbî sezgi ve heyecanlara hitap eden aşk ve güzelliğin dil’deki hitap şekli ise nesirden ziyade nazımdır, şiirdir. Bundan ötürüdür ki tasavvuf edebiyatının büyük kısmını “Şiir”ler teşkil etmektedir. Bu yüzden, biz de kitabımızda açıkladığımız fikirleri, kalplere de sezdirebilmek, dolayısıyla esas konumuza da sadık kalmış olmak için onları ilgili “Nefes”lerle destekledik.