1- Bu konuda bir misâl verelim meselâ:
(Şarab) : Şarab’tan maksat Allah’a bilgi edinmektir ki bunun sonucu da Allah’a muhabbettir. Şarab’ın sonucu aşktır, aşk ile Allah’a muhabbet etmektir.
(Kadeh) : Kadeh’ten murad mürşidin yani gerçek kâmil insânın ağzından ilâhî bilgi ile çıkan kelimelerdir ki tâlibler dinledikçe o kelimelerin zevki ile akılları başlarından gidip mest olurlar.
(Mahbub) : Mahbub’tan murad, kâmil insândır, kâmil mürşiddir. Zira gönül; her uzvu mütenasip olan, her bir uzvu ezeli nakkaş tarafından birer san’at nakşı olarak yerli yerinde ve halâvet ve taravetle işlenmiş olan ve özellikle ilâhî ruha dolayısıyla da ilâhî bilgiye sahip olan kişiye muhabbet eder.
Tâlib, kâmil mürşidin içindeki ilâhî bilgiye yükselip o bilgi ile eşyayı görmeğe başlayıp, kâmil mürşidin her sözünü, her işini ve her bâtınî sıfatını ve ilâhî bilgisini bilip anlamağa başladığı vakit o kâmil mürşid artık onun gözüne maddece de maddi güzelden bin kat daha sevgili görünür.. Zira sadece maddî güzelliğe sahip olan sevgili, sadece “Beden”den ibarettir. Fakat kâmil insân denen sevgili ise “Can”dan ibarettir.
(Zülf): Zülüf’ten murad kâmil mürşidin tâlîblerinden yana tenezzül buyurup câzib kelimeler söylemesidir.
(Hâl “Siyah Ben” ve özellikle yanaktaki Hâl) : Hâl’den murad kâmil mürşidin istiğna âleminde ara sıra zâtın vîsâli ile bu âlemden ayrılmış olmasıdır ki o vakit de gönül irşâddan müstağni olur.
İstiğnâ’dan murad da cilve, işve değil, ganîliktir; tenezzül etmemektir. Nasıl ki sevgili sevmediği bir kimseye “Ben”ini açıp göstermeğe tenezzül etmez (bu noktada eski hayat şekli göz önüne getirilecektir). İşte bunun gibi kâmil mürşid de Allah ile vîsâlde olduğu zamanda tâlîbi ile uğraşmağa tenezzül etmez.
(Ruhsar “Yanak”): Ruhsar’dan murad kâmil mürşidin, ara sıra, tâlîbine öyle görünmesidir ki tâlîbinin gönlünde iki cihanın fikrini silip götürür ve belki de tâlîbe kendi vücudunu bile unutturur.
İki cihan, iki yanağa işarettir ve iki cihanı unutturmak demek, fark açısından onların yok olduklarını bildirmek ve yalnız zâtı hatırlatmak demektir.
(Hat “Yüzde olan kıllar”) : İnsânın yüzündeki hatlar Kur’ânın yazılarına teşbih edilir. Bundan murad ta Âdem vücûdunun nâtık Kur’ân olduğuna işarettir. Kıllar, harfler; ben’1er de noktalar olarak kabul edilir. İnsândaki noktalı ve noktasız harflere, yazılara âşinâ olan da bu harfleri okuyabilen üstadın, kâmil mürşidin zâhir yüzünden bâtınına kadar yani gönlüne kadar okuyup ona nüfuz eder.
Kâmil insânlar, gerçek mürşidler yine hakikati bildiren Hakk’tan başka değildirler. Başka başka isimler sadece suretlere takılan ve lâftan ibaret olan kelimelerdir.
Hakikati söyleyen sîret Hakk olduğu gibi o sîretin sureti de, maddesi de yine o Hakk’tır, o Hakk’ın vücûdudur. Saneme ibadet Samed’e olduğu gibi, Samed’e ibated de sanemedir. Esasen, ne ruh ne de madde birbirinden ayrılamayacakları cihetle ikisini bir tutmak ve bir sevmek lâzımdır. İşte bu görüş bazen mürşidlere tapmağa kadar götürülmüştür.
İşte, suretten sîrete dalmak onu okuyup bilmek de budur.
Fâtiha sûresi yedi âyetten ibarettir ve bu yedi âyet Kur’ân’ın kapıları olup Kur’ân’ın içine bu kapıları hakkıyla bilen ve hakkıyla açabilen girebilir.
Tasavvufta Fâtihat’ül-Kitab’taki bu yedi kapıya karşılık insândaki yedi his ele alınmıştır ki insân bir şeyi ancak bu yedi hissi ile açabilir yani tanıyıp bilebilir.
(Vedduhâ) : Vedduha, Kur’ân’da bir âyettir. Bundan murad da bütün bir gençliktir, tarâvettir, kemâldir.