MELÂMÎLİK
Yukarıda üç devreye ayırdığımız Melâmîlik, tasavvuf ilimlerinde ve “Tevhîd”de gerçekten söz sahibi 1 olan ve üçüncü devre Melâmîlerinin başı bulunan “Muhammed Nûr Al’Arabî”nin gayreti ile sadece tarikatlarda ihtiyar edilen melâmîyane bir hâl ve tavır olmaktan veya pek câzib görünmeyen bir yol sayılmaktan sıyrılarak belli başlı bir tarik ve tasavvufî bir meslek hâline gelmiştir.
Tasavvuf demek, bâtın ma’nâyı zâhir ma’nâ ile karıştırıp uyuşturarak te’vîl yolu ile ve sembollerle açıklamada bulunmak ve bâtın ma’nâyı zâhir misâl ile işaret etmek demektir. Bâtın ma’nâ asıldır, mutlaktır. Tasavvufî ma’nâ ise parçadır, mukayyettir.
Tasavvufa ait eserleri ve tarikatlar tarihine ait kitapları ile pek haklı bir nam kazanan Kemâlettin Harirî de Muhammed Nûr Al-Arabî’nin en gözde tilmizlerindendir. Bu zâtın, Melâmet usûlüne dair de pek çok yazıları vardır. Gerek Muhammed Nûr’un ve gerek Kemâlettin Harirî’nin duyurup yaydıkları tarikat usûlü, sohbet ve irfâna ve müsemmâya aittir.
Melâmiler, esmânın hakikatine ulaşma yolunu benimseyerek müsemmâ yönüne ve Peygamberimiz Muhammed’e ait irfân mesleğine önem vermişler, onu üstün tutmuşlar ve bu yola girenleri de daima sohbete ve irfâna sevk etmişlerdir.
Kemâlettin Harirî’nin eserleri arasında “Kemâlnâme-i Âl-i Abâ”sı ² ile Ehl-i Beyt’e ait eserleri pek kıymetlidir.
Melâmîlik, hakikat yolunda istidlâllerle uğraşmayıp doğrudan doğruya vîsâle gitmek ister. Bu sebeple, kalbe ait celâl isminin zikrini yani alınan tek bir nefes ile üç defa “Allah, Allah, Allah” demeyi, bu suretle de “Allah’tan başka fail yoktur, Allah’tan başka mevsûf yoktur, Allah’tan başka mevcûd yoktur” demiş olmayı ve dolayısıyla, “Allah” kelimesini söylerken fikren de Allah’ı düşünmek ile istiğrak hâlinde ve bu üç “Fenâ’” mertebesinde bulunmayı öne sürer.3
Birinci nefes veriş ve Allah deyişle “ki celâldendir, farktandır” bütün fiiller birleştirilmektedir.
İkinci Allah deyiş, sıfatları tevhîddir ki mevsûfu Allah’tır.
Üçüncü Allah deyiş, zâtı tevhîddir ki kâinatta ne mevcûd varsa Allah kelimesi ile yani vâhidiyet ile birleştirilmektedir.
Bunların cümlesi birden zâtın farka gelmesidir ki bunların hepsini toplamakla tekrar zâta varılmış olur. Fiiller ve sıfatlar ayrı ayrı şeyler olmayıp zâtın fiilleri ve sıfatlarıdır. Şu hâlde, her şey zâtta fânî ve müstehlek olmuş olmakta ve yalnız zât bâkî bulunmaktadır.
Bu üç hale Allah’a seyr (Seyr-i ilâllah) derler. Bunlar, insânın kendi kendisinden hurûcu ve Hakk’a urûcudur.
“Zikr”in delili şu âyettir:
“Ellezîne yezkurunallahe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunubihim leallehum yetefekkerûn” 4. Yani her mahâl ve zamanda kalbî zikre devam etmek şarttır. Zenbilli Ali Efendi fetvasında bile bu nokta açıkça görülür.
Fiillerin tevhîdi delili de şu âyetlerdir:
“Kul küllün minindillâhı; vallahu halakaküm ve mâ ta’melûne 5, vemâ halâktul cinne vel inse illâ liya’budûn” 6. Yani her şey Allah’tandır……….Ben insi ve cinni ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.
Sıfatların tevhîdi delili:
Sıfatların tevhîdine esmâ-i hüsnâ delil olduğu gibi sıfatların tevhîdi Kur’ân’ın her tarafında da zikredilmiştir.7
Zâtın tevhîdine delil de şu âyetlerdir:
“Küllü şey’in hâlikün illâ vechehu” 8, “Küllemen aleyha fânîn ve yebka vechu rabbike zülcelâl-i vel ikram” 9 Yani her şey müstehlektir, yok olucudur, ancak Hakk’ın vechi bâkîdir.
İlâhî tevhîd üç kısımdır:
1. Fiilleri tevhîd: Fiilleri tevhîdde âşık kimse hisse ait fiiller, kalbe ait fiiller ve enfüse ve âfâka ait fiiller dışında ve üstünde Hazret-i Ma’şûku kalbi ile müşâhede eder. Her ne fiil his ederse ma’şûkun fiilinin o fiil ile zâhir olduğunu zevk eder.10
2. Sıfatları tevhîd: Sıfatları tevhîdde âşık olan kimse Hazret-i Ma’şûkun kemâl vasıflarını, mahsûsunda ve ma’kûlunda kalbi ile müşâhede eder.
Mahsûs ve ma’kûl mevcûdun her birisi Hazret-i Ma’şûkun kemâl sıfatının mazharıdır. Âşık olan kimse Hazret-i Ma’şûkun kemâl sıfatlarını âlemin zerrelerinin üstünden ve ötesinden zevk eder. 11
3. Zâtı tevhîd: Zâtı tevhîdde âşık olan kimse zâtın birliğini mezâhirdeki çokluğu ile müşâhede eder ve mezâhirdeki çokluğu 12 da zâta ait vahdet ile müşâhede eder. Zâta ait vahdetin zuhuru çokluk iledir ve çokluğun vücudu da vahdet iledir ve vahdet çoğalmayınca
ayânda zâhir olmaz. Bütün çokluk, Hazret-i Ma’şûkun mertebeleridir
ve bu mertebeler de iki kısımdır:
a- Birisi müessirdir ki bu zâta ait isimler ve fiile ait vasıflardır.
b- Birisi de müteessirdir ki bu da hisse ait renkler ve akla ait ma’nâlardır.
İşte bu nokta velâyet makamının sonudur 13. Bundan öteye velâyete ait bir makam daha yoktur. Bunun ötesi, artık Muhammed’e ait makamdır ki ona da kimse ulaşamaz. O makama ancak verasetle ulaşılabilir.
Başka bir deyişle:
Fiillerin tevhîdi demek, bütün yaratılanların fiiller ile olduğunu bilmek ve her fiili gördükte o fiilin aynasında Hazret-i Ma’şûku müşâhede etmektir.
Sıfatların tevhîdi demek, yaratılmışlarda zâhir olan sıfatlar aynasında Hazret-i Ma’şûku müşâhede etmektir.
Zâtın tevhîdi demek, bütün yaratılmışların, hulûl ve ittihâd olmaksızın, Hakk’ın zâtı ile vücutları olduğunu bilip yaratılmışlar yani halk aynasında Hakk’ı, yani Zât-ı Ma’şûku müşâhede etmektir.
İşte “Sıddîkiyyet” mertebesi bu üç tevhîdden ibarettir.
“İttihâd”ın da dört makamı vardır:
Burada dolayısıyla şu noktalara da işaret etmek gerekir:
Şahadet âlemi yani içinde yaşadığımız âlem, altı yönü haiz bir âlemdir ve altı yön ancak bu âlemde söz konusudur. Bu altı yön de insânın etrafındaki görünen şeylerdir. Şahadet âleminin dışında ve üstündeki Melekût, Ceberût ve Lâhut âlemlerinde yönden hiç bir suretle söz edilemez. Hakk ise bütün bu âlemlerin, bütün bu var’ın, bir uğurdan topudur ve bunun içindir ki Allah bütün bu mevcûdâdın başka birisi olmaktan münezzehtir. İşte Allah’ı bu suretle mütalâa etmek ve düşünmek onu bir yıl ağız ile zikr etmekten daha hayırlıdır. Bu suretle olan bir fikir, yani tevhîd yönünden olan böyle bir fikir de sahibini cezbeye eriştirir. Allah cezbelerinden bir cezbe ise cümle ins ve cinnin ameline eşit olur.
Şimdi Hakk bütün varlığın kendisidir ama Hakk bu çoklukta bulunmaz, ancak yine kendinde bulunur. Daha açık bir deyişle Hakk, yalnız insânda bulunur. Gerçi varlıktan maksûd Hakk’tır ama Hakk’ın tam zuhuru da kâmil insândan ibarettir.
Kâmil insân Hakk’tır ve tam zuhuru ile Hz. Muhammed’in dilinden sâdır olan Hakk kelâmı da Kur’ân’dır. Halk, Hakk olmaz. Halkta asla vücûd olmadığından vücûdun varlığı Hakk’a ispat olunur. Hakk’ın vücûdu halk suretinde görünmüştür. Allah, kendi vücûdunu halka âriyet giydirip izhâr eylemiştir.
Tevhîd mertebelerinde mertebe ve makamlar 21 çoktur. Fakat mertebelerin toplamı iki kelime ile açıklanabilir ki bunların biri Toplam (Cem’), diğeri de Ayırımdır (Fark). Ayırım zâhire, maddeye de şâmildir. Şeriat makamı ayırımdandır. Âlemin düzeni, doğru ve yanlış, riyazet ve mücahede 22 gibi şeyler bu makamdandır. Hakikatlerin dış hallerini görüp gözetmek Şeriat aynasındandır “Nahnü nahkümü bizzâhir = Biz zâhir ile hükmederiz 23 ”. Bu makamda Hakk ile halk ayrı ayrıdır. Yaratıcı ile yaratılan başka başka görülür. Bakış halkadır ve bütün mezâhir şeriatça yaratılmış sayılır.
Toplam mertebesi ise aşk ve cezbe mertebesidir. Bu mertebede bulunan yalnız Hakk’ı görür, Hakk’tan başka bir şey mevcûd değildir. Mezâhir, ilâhî mezâhirden ibarettir.
Bu mertebeye erişen kendi vücudu ile fânî, Allah ile bâkîdir. Gören ve görünen hep ondan ibarettir. Bâtıl da kendi mertebesinde Hakk’ın zuhurlarından bir mazhardır.
Bu mertebe istiğrak mertebesidir; tapan, tapılan, secde eden ve secde edilen, hulâsa her şey O’ndan ibarettir.
Ayırım mertebesi zâhirdir, Toplam mertebesi ise bâtındır. Bu mertebelerin ikisinin birleştirilmesine de Ayırım ile Toplam Makamı “Makam’ül Cem’ ma’âl-Fark” 24 derler.
Bizzat Allah Kur’ân’da şöyle demektedir: “Ey Muhammed! De ki: Hakk için bâtıl yoktur. Bâtıl ancak sizin nisbetlerinizdedir. Bâtıl ancak Hakk’tan bir mazhardır. Bâtıl sözü cüzlere nisbetledir ve Hakk geldiğinde bâtıl gider. 25
Kısaca, Melâmîlik şu üç temele dayanır:
Melâmîlikte özel bir kıyafet yoktur ve bunlar emellerini ve hâllerini de herkesten gizlerler. Çünkü aksini riyakârlık telâkki ederler.
Melâmîlikte de ilk iş kalbi tezkiye ve tasfiyedir ki bu da masivâyı kalpten atıp orada yalnız Tanrı’yı konuk kılmaktır. Bu işe de “Gönül Paklama” denir. Bu gönül paklama işinde Şeyh yani Başkan, namzet ile Tanrı arasında aracılık eder.
Gönül paklama yolu da daima hakikat üzerine sohbet etmektir. Bu sebeple Melâmiler sık sık kendi aralarında toplanıp bu türlü sohbette bulunurlar.
Yine bu sebepten Melâmiler arasında evrâd ve ezkâra rağbet makbûl değildir. Onlar keşf ve kerametlere de önem vermezler, nafilelerle ibadeti çoğaltmağa ve riyazete de lüzûm görmezler. Onlar isti’dâtları nisbetinde hakikat üzerine yaptıkları sohbetlerden aldıkları feyzle yetinirler. Çünkü onlara göre her insân Tanrı adlarından bir adın mazharıdır ve ezelden ebede kadar o ad üzere gider.
Bütün tarikatlar için olduğu gibi Melâmiler için de;
Şeriat: bir ağaçtır.
Tarikat: o ağacın çiçekleridir.
Ma’rifet: meyveleridir.
Hakikat de: özü ve lezzetidir,
İnsânın yaradılışında gaye, Tanrı’yı bilip tanımak ve O’na ulaşıp kavuşmaktır. Bu da Tanrının emrettiği iyilik ve güzellik yollarından gitmekle mümkündür. Başka bir deyişle, Tanrı ahlâkı ile ahlâklanmak ve Tanrı sıfatları ile sıfatlanmak ve bu suretle de kalbi ilâhî nur ile aydınlatmak ile mümkündür. Ruh Tanrı nurundan bir kıvılcımdır.
Bilmek, hakikati anlamaktır; Bulmak, açık ve seçik olarak onu görmektir; Olmak da ikiliksiz birliğe ulaşmaktır.
Tanrı’ya en yakın yol “Gönül”dür. Bu yolun yolcusu olabilmek için de her şeyden önce insânın kendisindeki gurur ve şehveti kırması ve diğer insânları da hoş görmesi lâzımdır.