1- Rüsûh sahibi demek bütün hakikatleri bağlayıp çözmek kudretine sahip insân demektir, hakikatin bütün inceliklerine vukuf peyda eden kimse demektir.
2- Âl-i Abâ diye “Muhammed, Alî, Fatıma, Hasan, Hüseyn”e derler. Hakikate ilk olarak bu beş kişi vâkıf olmuştur. Bunlardan sonra “Üveys El-Karanî”, ondan sonra da Ebu Bekr ve ondan da diğerleri vâkıf olmuştur. En nihayet Alî silsilesinden gelen “Hacı Bektaş” bütün hakikati i’lân etmiştir.
Hakikatten murad ilâhî bilgidir, bu da Allah’ın her zerresiyle kendi kendini bilmesi demektir.
3- Bir nefes alınır ve bu nefes üç defada verilir ve verilirken de “Allah” denir.
Birinci çıkan nefesle birlikte söylenen “Allah”; fiillerin tevhîdine işarettir yani fail “Allah” tır.
İkinci çıkan nefes ile birlikte söylenen “Allah”; sıfatların tevhîdine işarettir, yani mevsûf “Allah”tır.
Üçüncü çıkan nefes ile birlikte söylenen “Allah”; zâti tevhîde işarettir ki her şey onda mahv ve müstehlektir, yalnız onun vechi bâkîdir demektir.
Bu üç tevhîde Allah’a doğru seyr (Seyr-i ilâllah) derler. Bunlar insânın kendisinden hurûcu ve Hakk’a urûcudur.
4- Âl-i İmran: 191.
5- Nisa: 78; Saffât: 96.
6- Zâriyât: 56.
Âyetteki “Cin”den bir maksat da “Can, Ruh”tur. İns’ten maksat da maddedeki ruhlardır ki insâna işarettir.
Ayetteki “Bana ibadet etsinler”den maksat “Beni bilsinler”dir.
7- Kur’ân’daki Esmâ-i Hüsnâ Allah’ın sıfatlarına delil olduğu gibi, insân vücudundaki çeşitli sıfatların da o vücûdun sıfatları olduğuna güzel birer delildir.
8- Kasas: 88.
9- Rahmân: 26-27.
10- Ârif, hem beş duyu organı ile his eder hem de kalbi ile de yani maddesiz olarak, yalnız tefekkürle de his eder. Yani, hem enfüsi hem âfâkî olarak his eder ve bütün bu his ettiği enfüsî ve âfâkî şeyler arkasında da hakikî ma’şûku his eder. Başka bir deyişle, his ettiği madde ve ma’nâ, enfüs ve afâk, hep o hakikî ma’şûktur.
Bu hislerin hepsi de insânın kendisinden ibarettir. Bundan ötürü de insân bir bakışta ma’şûkunu birden müşâhede eder.
Kısaca, insân her ne fiil his ederse o ma’şûkun fiilidir.
11- Hakk’ın kemâl vasıflarını mahsûsta müşâhede etmek beş duyu organı ile olan
müşâhededir. Fakat ma’kûlda müşâhede etmek ise bütün sıfatların fânî olduğunu ve sadece
mertebeler ve makamlar bakımından var olduğunu, yegâne var olanın yalnız ve yalnız zât
olduğunu ve sıfatlar olmadığını ancak zâtın sıfatlarla göründüğünü ve sıfatlara tenezzül ettiğini, sıfatların da yine zata râci’ bulunduğunu tefekkür etmek ile olur.
Kısaca, aşık ve ma’şûk hep odur, müşâhede eden ve edilen hep kendidir.
12- Mezâhirin çokluğu Allah’ın fiilleri ve sıfatları iledir. Bundan ötürü de çokluğu birlikle, birliği de çoklukla müşâhede etmek lâzımdır.
Çokluk, ma’şûkun mertebeleridir. Yani çokluk, noktadan meydana çıkan “Elif”tir. Elif de yedi noktadan ibarettir. Bu yedi noktanın üçü teslîstir, diğer üçü de bu üçün gölgesidir. Geriye kalan bir nokta bütün bu altı noktadan ayrıdır. O geriye kalan tek nokta gerek teslîs noktalarını ve gerek onların gölgelerini kendinde toplayan (Toplam, Cem’) noktasıdır.
13-Velâyet makamı demek tevliyet demektir. Başka bir deyişle, zâhirde ve bâtında her ne varsa, etkileyen ve etkilenen her ne varsa, hepsinin kendin olduğunu bilmek ve hepsine sahip olmak demektir.
14- Biz cem’i kendi cüzlüğümüzden yapıyoruz ve görüyoruz ve Allah’tan başka şey yoktur diye cem’ yapıyoruz. Eğer biz cüzlüğümüzü de Cem’in içine sokarsak o zaman fenâfillâh mertebesine ulaşırız ve sıfatları ve fiilleri yok ederiz ki o takdîrde de ortada bir “A’yân-ı Sâbite”den başka bir şey kalmaz. Kur’ân’daki : “… ve yebkâ vechu Rabbike zülcelâli vel ikram”ın anlamı da budur.
15- Halkın Hakk’a ayna olması kendini görme kabilinden misâldir. Yoksa halk yoktur. Her görünen Hakk’tır.
16- Hakk’ın zâhir olması demek, evvelce yok idi de sonradan göründü demek değildir. Çünkü Hakk zâten, hep mevcûddur. Onun var veya yok olması bakışa göredir. Var diye bakarsan vardır, yok diye bakarsan yoktur. Hakk diye bakarsan Hakk’tır, halk diye bakarsan halktır. Nurun izhâr sebebi olması da budur.
17- Halk, Hakk’ın sıfatları, suretleridir. Zira umde bâtındır ve sıfatlar suretinde halk olarak görünür.
18- Hakk her şeye ayna olmazsa halk müşâhede edilemez. Zira ruhu kaldırdığımızda sıfatlar nasıl müşâhede edilebilir? Harâbî’nin:
Bu cism-ü tenden bir gün Allah giderse
Ey Harâbî!.. İşin harâb türâbdır.
dediği de budur; burada Allah, ruha izafetle söylenmiştir.
19- Hadîd: 3.
Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın nisbetlere göre söylenmiş sözlerdir. Nasıl ki zaman ve taakub keyfiyeti de bunun gibidir ki fiiller ve sıfatlar bakımındandır. Bütün bunlar, sâbit ayn’lar dahilindeki nisbetlerdir. Fakat sâbit ayn’ların kendisi için nisbet yoktur çünkü her şey onda müstehlektir. İşte bu suretle de bâtın mutlaktır. Mutlak’ın sıfatlarla zuhuru ki çokluğu ve şekilleridir, onlar da mukayyettir ve çünkü nisbetlerdir. Bâtın mutlaktır çünkü “Kül”dür.
20- Kasas: 88.
Şimdiye kadar gördüğümüz makamlar zâtın bir tecellîsi ile zuhura gelmekte ve yine zâtta kaybolmaktadır. Artık burada kayıt yoktur, hepsi bunun içinde fânîdir. Artık ortada sıfat gibi bir şey yok ki araya girip sebepler ve nisbetler teşkil etsinler ve dolayısıyla birbirlerinin kayıtlayıcısı olsunlar. Mutlak vücûd kalmayınca idrâk da kalmaz. İşte o zaman sırf zât kaldı demek olur. Fakat bu da ancak anlatmak içindir. Yoksa bu makamda zât kaldı demek de yok, bilmek de yok, görmek de yok, hulâsa hiç bir şey yoktur.
İşte bu makamda artık cihetler de yoktur. Zira cihetler farka gelmekle olur. Cihetler zâtta değil; Ceberûtta da, Melekûtta da değildir. Cihetler ancak şühûd’dadır ve orada görülebilirler.
Aslında cihetleri de yapan insândır. Yoksa boşlukta da cihet olmaz. Mademki boşlukta cihet olmaz şu hâlde Ceberûtta da, Melekûtta da cihet olmaz. Meselâ ruhun ne ciheti vardır, ne tutulur ne de görülür. O, sırf bir bilgiden ibarettir. Ruh kendini hareketleri ile maddesi ile bu görünen âlemde gösterir ki bu da farka gelmektir, mukayyetliktir.
Kısaca, zât ve fark, nokta ve elif, bütün bunlar ezelidir. Nokta uzadı da farka geldi dediğimiz ancak anlatmak içindir. Ne sonradan bir fark var ne de noktanın uzayışı var.
Allah, bu varın bir uğurdan topudur, dolayısıyla bu mevcûdâddan başka bir şey olmaktan münezzehtir.
21- Bütün hayat kanunları da birer makamdır.
22- Riyazet ve mücahede veya mücadele farktandır, mevcûdiyeti bildirmek içindir.
Riyazet ve mücahede veya mücadele yalnız insânlara mahsûs değildir. Her hangi bir şeyi eksiltmek riyazettir ve her hangi bir şeye ilâve etmek de mücadeledir. Yani her hangi bir şeyde varlıkla yokluk nisbeti yapmak riyazettir, mücadeledir.
Riyazet, almamak; mücadele de alıp almamak için yapılan fiildir.
23- Hadîs. Ayrıca bk. (Âl-i İmran: 55-58; Zümer: 46)
24- Fark, felsefede önemli bir yer tutar. Zira hem birlik hem de ayrılık yani vahdet ve kesret farktan çıkar. Meselâ, bütün insânlar tek bir ayn’dır dediğimizde bütün insânları tevhîd ederiz. Fakat zâhirdeki görünüşe göre baktığımızda her insân ayrı ayrıdır, hiç bir insân diğerine benzemez, işte bu iki görüş de farktandır.
25- “Kul, cael hakku ve zehakal bâtılu innel bâtıle kâne zehûka (İsrâ: 81)