Kâmil İnsan Ek Notları

Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe

Kâmil İnsan Ek Notları

1- Âdem, Hakk Teâlânın yani teâlî eden Hakk’ın, doğruluğun, hakikatin istihâle suretiyle en son mertebesini bulmuş bir suretidir. Yani Allah, insan suretinde tecellî etmiştir. Sureti o suret, nefsi o nefs, nâtıkası o nâtıkadır. Bütün bunlarla o suretten diğer cüz’lerine, bütün kâinâta hükmetmekte ve insan maddesiyle, cüz’î ruhu ile tekemmül etmektedir.

Allah kelimesi “Kur’ân harfleri ile” dört harftir. Başta “Elif” ahâdiyyete işarettir. İki “Lâm” da zuhurdur, varlıktır. Baştaki elif ile sondaki “H” harflerinin bireşimi olan “Ah” da lâhutiyete işarettir, zâttır.

Havvâ’nın da Âdem in kaburga kemiğinden zuhur ettiği söylenir. Fakat kaburga ve­ya kalçadan zuhurunun gerçek ma’nâsı orada zuhur vasıtası olan “Meni”nin vücut bulduğudur.

2- Mebde’ nurdur. Ondan ateş, ondan hava, ondan su ve ondan toprak olmuştur. Esas, dört unsurdur. Her hayat, her varlık bu dört unsurun terkibi ile kabildir. Âdem ki balçıktan yaratılmıştır, Allah’ın o suretle bir gölgesidir. Allah’ın insan suretinde tecellîsi onun tam zuhurdur.

Zuhurun esası madde-i aşktır, sevgidir, muhabbettir. Zuhurda çokluk, kendini bilmek içindir. Çoklukların birbirleriyle terkipleri dolayısıyla yeni yeni çoklukların zuhuru da ancak ve ancak muhabbet içindir.

3- Her ne varsa mutlak vücûttur, bütün maddiyat odur. Mutlak vücûd, kayıtlıdır. Allah da mutlak vücûd olmakla, o da kayıtlıdır (ma’nâ bakımından). Zât ise kayıtsızdır. Her hangi bir şey kendine mahsustur, kayıtlıdır. Onun kayıttan kurtulması için aslına geri dön­mesi lâzımdır işte o, bu geri dönülen yer de zâttır, ahâdiyyettir. Vâhidiyyet, onun çokluğun­dan başka bir şey değildir.

Vücûd birdir fakat sıfatlarla zâhir olur. Sıfatlar ise yokluğa mahkûmdur. Fakat zâtın sıfatları olmasa o da yoktur.

4- Nur: 35.

5- En’am: 122.

6- Nisâ: 125.

7- Hadîs.

8- Hadîs.

9- Mü’minun: 12.

10- Cismânî ruh kanın devranını yaptıran, hareket veren ruhtur ki bu da nebâtî ve hayvânî ruhtan hâsıl olur ve cismin idâmesini sağlar ve bu ruh bölünebilir bir ruhtur. Bu ruh­ların üçünü de insani ruh kendinde toplamıştır. Bu dört ruhu da Sultânî ruh kendinde toplamıştır ve bu ruh bölünme kabul etmez. Tecelliyât bu ruhlara göredir. Ruhlar ne kadar kuvvetli olursa idrâk de o derece kuvvetli olur.

İlk dört ruh unsurlardan olmaları dolayısıyla yokluğa mahkûmdurlar. Fakat Sultânî Ruh (ki asıl buna İnsani ruh derler) sırf idrâk olması hasebiyle ebedîdir.

11- Emmâre nefs yani Şeytan, hep aksiliklerle meşguldür. Levvâme nefs, bütün hayati şeylerle meşguldür. Mülhime nefs, ilham vasıtasıdır. Mutmaine nefs de itmînân verir (iman ve din meselelerinde olduğu gibi). Bütün bunlar da Sultânî Ruha tâbi’dir.

12- Şühûd veya Nâsût âlemi Şeytana; Melekût, levvâmeye; Ceberût mülhimeye; Lâhut da mutmaineye karşılıktır.

13- Kur’ân’da: “Her nefs ölümü tadacaktır. (Enbiya:35)” denmektedir. Ölücü olan maddedir ve ölen maddenin ölümünü tatmak için maddeden başka bir şeyin ölümsüz olması, bâkî kalması gerektir, ölümü tadan da ruhtur ve demek ki ruh bâkîdir ve her şeyi bilen ve tadan odur.

14- Kitaptan maksat yazılı kâğıt değildir, gerçek kitaptır. Gerçek kitap da beş duyu kuvvetimizle okunan yani bilinen bu kâinâttır ve bu büyük kitabın özeti de bu kâinâtı kendinde toplamış olan insandır. Şu hâlde, gerçek kitap insandır. Yani asıl kitap nâtık olan kitaptır. Okunan kitap, insanın mevcudiyetine göredir ve insan ancak kendi mevcudiye­tine göre olan şeyi okuyabilir. Bütün âlemler insanda olduğundan insan bütün âlemlere göre düşünmekte ve ağzından da onlara göre söz çıkarmaktadır. Kısaca insan, hem bütün varlığı kendinde toplayandır hem de onu dile getirendir.

Zebur, en az harfle zamanına göre; Tevrat, daha fazla harfle zamanına göre; İncil, ondan da fazla harfle zamanına göre; en nihayet Kur’ân, yirmi sekiz harfle zamanına göre söylemiştir.

Kur’ân Arapça olduğundan Farsça’da olan dört harf onda yoktur. Bu dört harfi de Kur’ân harflerine eklersek harflerin hepsi otuz iki eder ki otuz iki dişe karşılıktır. Yani, insan otuz iki sesli bir vücûttur ve her türlü ses bu otuz iki seste mevcuttur.

Seda, havanın titreşimidir. Ruh da bizdeki sessiz harfleri dil aracı ile sesli hâle koyar. İnsan, otuz iki sesli bir vücûd olduğundan bu otuz iki harfe de “Hurûf-i Âdemiyye” denir. İnsanın idrâk nisbeti kendi mevcudiyetine göre ve idrâk ettiğini anlatma nisbeti de bu otuz iki harfe göredir.

15- Ağız, insani ruha maildir. Zira insanlık ağızla ifâde olunur. Bütün hislerimizin top­lanma ve ifâde yeri ağızdır.

16- Kur’ân’da “6666” âyet vardır. İnsan da “6666” parçadır ve “6” yönlüdür. Her şey “4”lük üzere gittiği için dört “6” konulmuş ve bu suretle de “6666” bölüm elde edilmiştir. Dört tarafın beşincisi veya altı tarafın yedincisi insanın kendisidir ki “Hâtimet’ül-Kitâb”dır. Daha başka bir deyişle, altı taraf insanın maddesi, yedincisi de “Hâtimet’ül-Kitâb” olan ruhudur ki Kur’ân’daki “Hâtimet’ül-Kitâb” da yedi âyet ile bunu ifâde etmektedir. Ruh, zâta, ahâadiyyete, diğerleri de vâhidiyyete delâlet eder.

17- Tam tecellî Muhammed olduğu için Âdem ile zuhur etti. Muhammed’de Hakk, bütün zuhurunu ikmâl etmiş ve Muhammed’i kastederek: “Levlâke levlâk, lima halaktul eflâk” demiştir ki buradaki iki “Levlâke” mevcut, mevcuttan çıktı anlamınadır. Yani Muhammed’e: “Vücûdun içindeki mertebeleri senin vücûdun için halk ettim” dendi.

18- “Elif, Lâm, Mîm” Âdeme işarettir. Kur’ân’daki bu âyetin ikinci âyetle birlikte ma’nâsı şudur:” O kitabın sen olduğuna hiç şüphe etme”.

O kitabın biri sessiz diğeri de seslidir. Sessiz olan, harflerle olan kitaptır. Sesli olan ise insandır. Zâten, insan olmasa o ses çıkmaz. Nitekim hadîste: “İnsan ve Kur’ân tev’emdir, yani bir batında doğan iki kardeştir” denmiştir. Burada “Tev’emdir”den bir başka anlam da İnsanın hem sessiz hem de sesli Kur’ân oluşudur. İnsan, vücudu bakımından sessiz Kur’ân ve sözü bakımından da sesli Kur’an’dır. Ancak, derhâl işaret edelim ki insanın Kur’ân olabilmesi yalnız ve yalnız kâmil insan içindir, câhiller için değildir.

Âdem’e işaret olan “Elif, Lam, Mîm” ayni zamanda “Teslîse” de işarettir. Yani “Elif” ahâdiyyete, “L,M” harfleri de Muhammed ve Ali’ye işaret olmakla üçü birden vâhidiyyete işa­rettir ki bu da Âdem’dir.

Elif, noktanın uzamasıdır. Uzadı, vâhidiyyet yaptı. Vücûd nurdur; nurun kesâfeti farkı vücûda getirmiştir ki ademdir. Varlıklara mevcut demek ancak mazhariyet bakımın­dandır.

19- “Elif, Lâm, Mîm”in “Mim”i Muhammed’e işarettir ki vâhidiyyettir. Hakk, bütün zuhuru onda icmâl etmiştir.

“Elif, Lâm, Mîm”in “Elif”i Ahâdiyyete, “Mîm”i Şeriata yani Muhammed’e, “Lâm”ı da bâtın üzere giden Ali’ye işarettir. Muhammed ile Ali ayni bir noktadır, çünkü ayni nurdandır. Bu ikisi de Âdem’de tecellî etmiştir, Bunun için de “Elif, Lâm, Mîm” Âdem’e işarettir. Hep söyleyen Allah’tır. Bunların hepsi de zâtın farka gelmesi ve kendini sevmesidir.

20- İnsan, dış yüzünden de iç yüzünden de fakirdir. Madde esasen fakirdir, çünkü hiç bir madde kendi başına bir şey meydana getiremez. Bir şey meydana gelebilmek için birçok zerrelerin birleşmesi lâzımdır ki bu da zenginliktir. Maddenin zenginliğine çokluk denir. Ruh da esasen fakirdir, zira maddede misafirdir ve madde kaybolunca ruhtan da eser kalmaz.

Zenginlik, ihtiyaçtan vâreste olmak anlamınadır. Bu sebeple tam zenginlik bütün küllün bir araya toplanması ile mümkündür. Bu da ancak zâta râcîdir. Çünkü zerreler zâten ondan çıkmıştır.

Fakirlik, ihtiyaç ayrılık sonucudur. İhtiyaçsız hareket olmaz. Bu sebepledir ki Kur’ân’da: “Siz fukarasınız, zengin olan ancak Allah’tır. (Muhammed, 38)” denmiştir.

21- Gerçek ilim külle varmakla olur, külle varılmazsa tefekkür noksan ve gerçek de ilim dışı olur.

22- Kâmil insanın mezhep ve i’tikadı Allah’ın meşiyyetinde, emrin kendindedir.

Nefsi bilenler kâmil, bilmeyenlerde ölü gibidir. Kâmil, her renk ile renklenir fakat renk almaz. Renklerde kalan azaptadır. Ebediyen renklerde kalanlar da ebedî azaptadırlar.

İçgüdülerin ruhla ilgisi yoktur.

Bedenî gıdaların ruh üzerine etkisi büyüktür.

Ruhun gıdası ona lâyezâldeki ilk aşkı tattırmaktır. Aşktan ne kadar fazla tattırılırsa ruh o kadar gelişir ve ölümsüz olur. Gıda, rızık gerek maddi gerek manevi kaybolan şeyi yerine getirmek demektir. Rızık, nimetin ilk ismidir. Nimet, maddi ve manevi zevktir.

Rızıklardan en tatlı bir şekilde faydalanmak, maddi manevi o rızkı hakkıyla hazmetmek, onu tamamıyla kendine mal etmek demektir.

Kısaca, her şeyden önce vücudumuz için maddi gıdamıza son derece önem vereceğiz. Zira ruhun gıdalanmasına vasıta ancak maddedir, vücuttur. Fakat ruhun gıdasına ondan da fazla önem vereceğiz. Çünkü ruh bâkî, madde fânîdir ve insan ancak ruhu ile insandır.

23- Kâmil insan her şeyi kendinde toplayıcı bir mertebe olduğundan İsm-i A’zam makamındadır. Çünkü insan, bütün isimleri kendinde toplamıştır. Her şeyde bir isim vardır. Her şeyi de insan nefsinde toplamış olmakla bütün isimler de insandadır. İsm-i A’zam’da bütün ilâhî isimleri kendinde topladığı için dört büyük âlem de insandadır.

Her insanda kâmil olmak istidadı vardır ancak bütün hakikati bilmek şartıyla.

24- Sirayet, bilgiye bağlıdır. Bilgi ne kadar olursa sirayet de o kadardır.

Bir şeye sirayet etmek mutlaka o şeyin ayni olmak demek değildir. Hele Allah söz konusu olunca bu husus daha da doğrudur. Çünkü Allah, eşyanın bir cüz’ü değil bütünüdür, her şey odur.

25- Eskiler, bu on sekiz bin âlem meselesini şöyle açıklarlar: önce, âlemleri tümel olarak on sekize ayırırlar. Bunda Tümel Akıl veya Kalem, bir âlem; Tümel Nefs veya Levh, bir âlem; Arş, bir âlem; Kürsî, bir âlem; Göğün Yedi Tabakası, yedi âlem; Dört Eleman, dört âlem; Hayvânlar, Nebâtlar, Cansız varlıklar da, üç âlem i’tibâr edilir ki hepsi on sekiz eder ve bunlar tümel âlemlerdir. Bu on sekiz tümelin her birini tikellik bakımından da biner saymışlar, bu suretle de âlemleri on sekiz bine çıkarmışlardır.

Bununla beraber, âlemleri sınırlamak imkânsızdır. Ve yine, eskilerin bir hesaplamasına göre yeryüzünde olan yaratıklar, denizde olanın onda biridir. Yerde ve denizde olan yaratıklar, ilk gökte olan meleklerin onda biridir. Yerde, denizde, havada ve ilk kat gökte olan ya­ratıklar, ikinci kat gökte olanın onda biridir. Kısaca, bu mekanizma ile yedi kat göğe varılır ve yedi kat yerde ve yedi kat gökte olan yaratıklar ve melekler de Kürsî’de olan meleklerin onda biridir (bu konuda Kur’ân’daki “vesia kürsîyyühüs semavâti vel arde… (Bakara, 255)” âyetine dayanılmıştır.). Yedi kat yerlerde, yedi kat göklerde ve Kürsî’de olan yaratıklar ve melekler ise Arş’ın bir köşesinde olan meleklerin onda biridir. Ve şimdiye kadar sayılanlar ise Arş’ın üstünde olan “Müheymin” meleklerinin onda biridir. Müheymin melekleri o me­leklerdir ki Allah onları yaratalıdan beri Hakk’ın cemâlinden gözlerini bir zerre bile ayır­mamışlar, Allah’ın cemâlinin güzelliğinde hayran kalmışlar ve ne kendilerinden ne de baş­kalarından haberdar olabilmişlerdir. Hattâ şimdi bile ne âlemin, ne Âdemin ne de İblis’in yaratılmış olduğundan haberdardırlar. Ve yine, Allah’ın “Ruh” adında bir ulu meleği vardır. Bu meleğin başında da sayısız sayıda saçlar vardır. Bütün yukarıda açıkladığımız yaratıklar, melekler, Arş ve Ferş ona nisbet olunsa bir insanın eline aldığı veya saçına taktığı bir inci tanesi gibi kalır. Ve eğer, Allah emr edeydi de bütün bu varlıkları bir lok­ma edip yutaydı, boğazından bir şey geçtiğinin bile farkına varmazdı.

26- Kudsî hadîs.

27- Hadîs. Müminin gerçek ma’nâsı hakikati bilip emniyette olandır.

28- Maddenin muhabbeti tükenir, çünkü zevâli vardır. Fakat ruhun muhabbeti daimîdir. Çünkü ruh daimîdir, zamanla kayıtlı değildir.

29- Kehf: 110.

30- Kur’ân’da “Elif, Lâm, Mîm (Bakara: 1)” diye okunulan üç harften ibaret bir sûre başlığı vardır. Yahudi “Kabala”sında, kâinâtın yaratılışından söz eden on “Sefirot” da üçer üçer ayrılıp teslîs ifâde eder ve sefirotların topu birden de “Âdem-i A’lâ”yı yani Zohar’ın ta’bîrince “Adam Kadmon”u yani “Kâmil İnsan”ı teşkil eder.

İlk üç sefirot akla ait veya tabiatüstü olup vücut ile fikrin mutlak ayniyyetini deyimler. İkinci üç sefirot da hayr ile hakikatin ayniyyetini ve hayr ve güzelliğin mastarını deyimler.

Son üç sefirot da cismânî bir mâhiyyette olup sonlu olmayanın hem hareket ettirici kuvve, hem doğurtucu kuvve ve hem de âlemlerin teşekkülü mayası olduğuna delâlet eder.

Yukarıda açıklanan bu üç sınıf sıfat veya üç teslîs de diğer bir teslîste toplanmıştır ki bu teslîsin elemanları da: Tac veya Mutlak Vücûd, Güzellik veya Vücûd Fikri ve Felek veya Kudretin meydana çıkış yeri olan Tabiattır. Bunlar, Allah’ın özel sıfatlarıdır ve Allah kendine mahsus sıfatları bu yolla âşikâr kıldıktan sonra diğer eşyayı da bu yol üzere ibdâ’ etmiştir.

Kabala’ya göre dört hazret vardır.

  1. Yalnız Sefirotlardan teşekkül etmiş olan Âlem Hazreti (İbranicesi: Olâm Asilot).
  2. Ruhlar ve Meleklerden teşekkül etmiş olan Âlem (İbranicesi: Olâm Briya).
  3. Semavi cisimlerin işgal ettiği teşekkül Âlemi (İbranicesi: Olâm Yisira).
  4. Fiil ve Şahâdet Âlemi (İbranicesi: Olâm Asiya).

Kabala âlimleri bu dört âlem veya hazret arasında birer fark kabullenmekle beraber bu âlemlerin hepsinin “Ahâdiyyet”in zâtından sıra ile çıktığına ve her birinin, mutlak vü­cûttan, illetle illetlenmiş arasındaki mesafeye nazaran, çeşitli derecelerde paylandıklarına inanırlar. Bundan ötürü de vücûd dairesinin son halkasını madde, başlangıcını da Kadîm İnsan (Adam Kadmon) olarak kabul ederler. Kabala, vücûd ile fikri, hikmet ile kudreti mutlak surette birleştirmektedir.

Adam Kadmon’dan murâd da, Allah’ın kendisi zaman ve mekânın her bir yerinde kendini bildirmeyi murâd ettiği vakit kendini bildiği ve bütün sıfatlarına malik olduğu insan, yani kâmil insandır.

Bizim tasavvufta da kâmil insana işaret olarak ele alınan ve üç harften ibaret olan Kur’ân’daki “Elif, Lâm, Mîm” ile İbranice âlem veya hazret anlamına gelen “Olâm” kelimelerinin gerek harfleri, gerekse anlamları arasındaki benzerlik de ayrıca dikkate değer.

Bizim tasavvufa göre, bir bakıma kâmil insan, ilâhî kitapların da topunu teşkil eder; o, ruh bakımından henüz Açıklanmamış Kitap “Ümm-ül-Kitâb”dır; kalb bakımından Açıklanmış Kitap “Kitâb’ül-Mübîn”dir; nefs bakımından da “İsbât ve Yokluk Levh”idir.

31- Kur’ân’la insan ikiz kardeştir. Yani insan da bir kitaptır. Fakat insanın kitap olabilmesi için kâmil olması şarttır.

Kitabın yazılması da kalem iledir.

Kalemin yazması, daima bir şeyin tafsîle gelmesidir. Kalemin kırılması da her hangi bir şeyin mevzi’ ve mertebesinde devrini tamamlamasıdır.

32- Çünkü Hakk’ın tecellîsi kâmil insandadır. Kendisini bilişi ve sevişi kâmil insanladır.

33- Kâmil olmak, ârif olmaktan üstündür. Çünkü ârif, yalnız irfâniyyette kalır. Fakat kâmil her şeyde, her zerrede bilfiil bulunur.

34- Ayrıca bk. A’raf: 178.

35- Hadîs.

36- Emir âlemi, gereklilik âlemidir. Halk âlemi de gereken şeylerin yapılması âlemidir. Yapan emir, yapılan da halktır.

37- Yani insan, ruh ve vücûdu içermiştir. İnsan, âlemlerin özü ve özetidir. Bu bakımdan ona Tuba ağacı da derler.

38- Her şey başka başka şekillerde, başka başka mertebe ve makamlarda bulunduğu için onların birleşmelerine vasıta ancak insandır ve insan bu suretle bütün âlemleri kendinde toplayan en büyük âlemdir.

Maddelerin birleşmesinde insan vasıta olduğu gibi ma’nâların birleşmesine de vasıta yine ancak insandır.

39- Hakikatin insan tarafından keşfi de bu sebeptendir. Zira insan ezelin tafsîlidir.

40- Doksan dokuz güzel isme ve daha ne kadar sıfat varsa hepsine genel olarak Sübhânî sıfatlar derler. İnsan, Sübhânî sıfatlar üzere yaratılmıştır. Bütün sıfatlar insandadır. İn­sanın en güzel biçimde yaratılması “ahsen-i takvîm üzere yaratılması” da bütün celâli ve ce­mâli câmi’ olmasındandır. İnsan, emri ve nehyi bütün yaratıklara yaptırandır.

İmkân, istidattır. Her şey kendi istidadında mümkündür. Her şey kendi sırât-ı müstakiminde gider demek de budur.

İnsan da her şeyi ancak kendi imkânı dairesinde yapar, başka türlü yapamaz. Bu suret­ledir ki insan bir yönü Hakk’a ve bir yönü halka olmak üzere iki yönlü olmuştur.

41- İsra: 70.

42- İnsanın varlığı her şeyden önce vücudu iledir. Vücudun ihtiyaçları da unsurlardan tedarik edilir. Bütün vücut, ithalat ve ihracattan başka bir şey değildir. İşte bu vücut, Sul­tânî Ruha da cilvegâhtır; ruh o vücutla bilip zevk etmektedir.

Hak kendini halka bildirmek için
İnsanı kendine timsâl eyledi   
Kur’ân-ı nâtıkın tefsîri için            
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi
Senurîhim âyâtina fil afâk     
Kur’ân’da buyurmuş ol Rabbül falâk
Aç çeşmini kendi üzerine bak        
Hakk sun’unu sende ikmâl eyledi
İnsan kâinâtta olmuş bîbedel         
Vattin sûresin şerh etmiş güzel  
Halkı ikaz için Hâllâk’-ı ezel     
Bunca tecelliyât izhar eyledi.

43- İhsan, her mertebeden kâmildir yani mertebede olan insan her mertebeyi tamamla­mıştır. İnsan, maddi manevi her şeyi yani mutlak vücûdu kendinde toplamıştır. Bu sebeple ıttılaât, algılar, tasarruflar yalnız ondadır ve bu yüzden de o mutlak vücûdun en muazzam aynasıdır.

İnsanın, mutlak vücûdun aynası olması demek o mevcûdâtı insanın bilmesi, o mevcûdâtın insanın varlığı ile mevcut olması demektir. İnsan, varlığın özüdür. Bu sebeple de bü­tün âlem insana müsahhardır. Çünkü insan bütün âlemlerin merkezi, can noktasıdır. Asıl olan insan vücududur, afâk bu vücudun teferruatıdır. Çünkü duyan, gören, zevklenen, tadan, düşünen yalnız insandır. Afâk, kendi varlığını ancak insanla görür, insanla duyar, insanla düşünür. İnsan olmasa âlemler yoktur. Bu sebeple, afâk enfüse yani insana müsah­hardır. Yine bu sebepledir ki insan, zaman gelecek tabiata, tamamıyla hâkim olacaktır; tabiat kanunları insana karşı koyamayacaktır. Fakat bu iş de ancak ilimle mümkün ola­bilecektir.

44- Allah, Âdem’e esmayı talim etti, bildirdi demekten maksat isimlerden müsemmâyı hissetmek, idrâk etmektir.

45- Esmadan maksat, Âdem’de mevcut olan hassasiyetin icmâlidir. İsimleri insan çıkarmıştır, ismi insan koymuştur. Bu isimlerin müsemmâsını bilen de odur. Müsemmânın bilinişi o isimler vasıtası iledir. Bilgi, yalnız insandadır. Çünkü şuûr, tam olarak insan­dadır. Meleklerde bile şuûr tam değildir. Melekler sadece, basit bir takım kuvvetlerdir. Mukaddem olan insandır. Melek yani kuvvet, insandan sonra gelir ve zâten o kuvvetler insandan ayrı değildir. “Melekler daima insanlarla beraberdir” sözü de bundan ötürüdür. Eğer insan olmasa kuvvetten de melekten de, söz edilemez.

46- İsimleri ezberlemek, bir takım harfleri bilmek değil, okuduğun kelimenin, söyle­diğin sözün “Müsemmâ”sını bilmek demektir. Maksat, ilâhî sırları ve ilâhî hakikatleri bil­mektir. İsimler, müsemmâyı hatırlatmak içindir.

47- Ahzâb: 72.

Dağlar, yer ve gök emaneti kabul etmedi, çünkü onların istidatları buna müsait değildir. Kabul, istidattandır. İnsan, ancak istidadı dolayısıyla “Hakk”lık kabiliyetini kendi aldı ve bu kabiliyet hem suret hem de ruh bakımındandır. En mükemmel olan bir surette, maddede pek tabiidir ki en mükemmel olan ruh bulunur. Suret, ruhun ayna­sıdır dedikleri de budur. İşte, bu suretle insanın sureti de ruhu da Hakk’ın sureti ve ruhudur. Hattâ İsa’ya, Allah’ın ruhudur denildi. Zira ölüyü diriltti ve buna benzer bir takım işler yaptı. İsa, insan ruhunun kudretine bir misâldir. İşte, bu kudreti bilmeyen insan yani kendi ruhi kudretinden haberi olmayan insan zalim ve câhildir, açıkçası hayvândır. Varlıkta en mükemmel olan suret insan suretidir. Bundan ötürü de en mükem­mel ve en kuvvetli olan da insan ruhudur. Nitekim bir hadîse göre de insan Rahmân sureti üzere yaratılmıştır yani insan sureti Allah suretidir. İnsan nefsi de Rahmânî nefstir.

48- Allah bilgisi, Allah’ı bütün mertebeleriyle bilmektir. Bunun sonu da yine insanın kendini bilip anlamasıdır. İşte, bu takdîrde “Ben Hakk’ım” demek de caiz olur. Mansur, bunun için böyle söylemiştir. Zira insan Hakk sureti üzere yaratılmıştır ve insan bütün afâkı kendinde toplamıştır.

“Ben Hakk’ım” sözü, insana atfen söylenir ve dış varlıklar ayrı imiş gibi anlaşılır. Hâlbuki bütün afâk insana hizmettedir. İlk nutfe bile afâkın bir araya toplanmasıyla hâsıl olmuştur. Şu hâlde, bütün afâkın zübdesi olan insan “Ben Hakk’ım” demeyecek de tabiat mı diyecektir, bu sözü tabiata mı münasip göreceğiz?

49- İnsan, madde bakımından insan suretine gelinceye kadar hep zalim ve câhil idi. Zira şuûru yoktu. İnsan, insan suretini alınca şuûr da kazandı. Şuûr kazanınca da âlim ve yakışıklı oldu daha açıkçası zâtın kendi oldu, kendi tecellîsi ile kendini bildi.

50- İnsan vücudu, âlemlerin aynidir, meselâ tabiattaki taşlar yerine insanda dişler, ağaçlar yerine ciğerler, dereler yerine sidik..v.s. vardır. Bu da afâk ve enfüsün birbirinden ayrı olmadığını gösterir.

İnsan nev’i mertebesi, mutlak vücûd için bütün kemâllerin hâsıl olduğu en yüksek mertebedir.

Mertebe, şekil değiştirmek demektir, her şekil bir mertebedir. Bu sebeple insan vücu­du bütün kâinâta bir ayna ve kâinâttaki her şekil de insana bir aynadır. Her şekilde insan kendi vücudunu ve kendini de her şekilde görür yani bilir. Fakat mutlak vücûd için ayna yalnız insan vücududur. Çünkü mutlak vücûd Allah, yalnız insanda görünür. Bu sebeple de bütün melekler yani kuvvetler insana hizmetle mükelleftir.

Fayda sağlayan kuvvetlere Melek, zarar veren kuvvetlere de Şeytan denir.

51- Kâmil insan, dünya ve âhiret işlerinin her ikisini de kendisine toplamıştır. Fakat ikisinin de kıymeti ayrı ayrıdır.

52- Ankebût: 69.

Âyetin gerçek ma’nâsı “sen hangi yolu tutarsan o yolun nihayetini bulursun” de­mektir. Sıfatlar üzerine terettüb eden eserler Allah’ın zâtı üzerine tertip edilmiş olur.

53- Maddeler, nurun gölgesidir. Nur olmasa akıl da düşünemez.

Vicdan yani kalbin içi, sırların toplamıdır. Bu sırlar da emmâre, levvâme, mülhime, mutmaine nefsin hepsinden yani bu sıfatların cümlesinden hâsıl olan bir vicdan hükmü­dür. Bu sıfatlara sır denmesinin sebebi de esasen bunların yok olmasındandır.

54- Melekût âlemi toplam bakımından maddeyi ve ma’nâyı, cemâli ve celâli hâvîdir. Bu takdîrde de melekût âleminde zıtlar olur ve dolayısıyla şer zuhur eder demek ise doğru olmaz. Çünkü nisbetler ve zıtlar ancak şühûd âlemindedir ve dolayısıyla şer de ancak bu nisbet âlemindedir. Melekût âlemi bir kuvvettir ve hayırdır.

55- Tecelliyâtın merkezi insandır, cüz’lere tecelliyât insandan gider. Çünkü bâtın, umde insandır.

56- Vücûb, zorunlu olanın olmasıdır, arzu edilenin olmasıdır.

İmkân diye de bir sebeple, bir sebep tahtında vücûda gelmeye derler, imkân, mey­dana çıkınca sırlar da o vasıta ile zâhir olur. İmkânın geldiği yerin bilinmesi, sırlara mazhar olmaktır.

57- Sanma ey hâce ki senden zer-ü sîm isterler

Yevme lâ yenfauda kalb-i selîm isterler.

58- Kudret parmaklarından maksat özellikle emmâre, levvâme, mülhime ve mutmaine nefstir ve bunları ihata eden vicdan, izafi ruhtur.

59- Bilgi, evvelce edinilen müşâhedeye göredir, evvelce müşâhede edilmeyen bir şey bilinmez. Fen, ilim evvelki bilgileri göz önüne koyup daha ileri gitmek ve yine onların tecrübeleri ile de daha ileri gitmektir. Felsefenin önemi de bütün ilimleri kaplamış olmasından­dır.

Kısaca kâmil insan, bâtınî ve zâhirî vâridâtı, dünyevî ve uhrevî nimetleri birlikte kabul eder ve birlikte yürütür.

Vâridât iki türlüdür: zâhirî, bâtınî. Zâhirde olanı kanun dairesinde gider yani istidatların, sıfatların, unsurların hükmü ile ona bağlıdır. Bâtınî vâridâtta istidada lüzum yoktur; o, birdenbire vukua gelir. Manevi vâridâtın hâsıl olması bilgi ve sevgi dolayısıyladır. Bu­nun karşılığında da hiç bir şey yoktur.

Âhirete ait nimetler de yalnız öldükten sonra olmayıp, hayatta iken her an olan bir şeydir. Daha açık bir deyişle, her hareketin sonundaki nimete âhiret nimeti denir. Fakat bu, cüz’ bakımındandır, öldükten sonra olan uhrevî nimet ise küll bakımındandır yani bü­tün vücûd bakımındandır.

İlâhî vâridât demek, var olmak demektir. Zâtın istiğnadan çıkıp farka gelmesidir. Fark, asıldır; zâhir de onun mertebesidir ki ikincidir. Zâhir de zıtlarla yürür, Bu sebeple, İslâm küfürden sonra gelir denir ki ma’nâsı iki zıddın a’yâna gelmesi ve kâfirlikten sonra İslâmlığın temyiz olunmasıdır. Zıtları temyizde de şer yoktur, hep hayırdır. Çünkü hayr şerre nisbetle hayırdır. Şer de kendi nisbetinde karşıya hayr olan nisbette hayırdır. Şu halde, şer yok; sırf, hayr vardır.

İlâhî bilgi, zâtın kendine mahsus zât bilgisidir ki orada hem adem, hem istiğna hem de bilgi vardır.

Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân-ü ten

Ben ölürsem de ne gam ma’nîde bâkîdir gönül

Tâat-ı püsyâre bakmazlar hulûsün var ise

Senden ancak bir rizây-ı pâk-i Rahmândır garaz.

60- Zâten madde, aslı olan ruhaniyete daima kalb olmaktadır. Fakat biz, bilgi ile bu işi daha çabuk ve istediğimiz gibi yapabiliriz.

Maddeyi ruhaniyete kalb etmenin en genel örneği riyâzet ile vücudu zayıflatıp ruhu kuvvetlendirme, dolayısıyla irâdeyi ve telkini kuvvetlendirmedir. Şüpheden tamamen uzak kalabilme ve telkinin kuvveti derecesinde de insan başkalarının yapamayacakları birçok işleri yapabilir. Fakat bu irâde ve telkini kuvvetlendirme işinde riyâzetten ziyade bilginin rolü vardır.

Ruh demek, zâten irâde ve kuvvet demektir; gerçek varlık, mevcudiyet demektir. Onun için insan, ruhun ne olduğunu bilir ve bir şeyi de yüzde yüz dilerse o şeyin olmamasına imkân yoktur. Bununla beraber insandaki ruhun da cüz’î ruh olduğunu unutmamalıdır, insan ruhu da ne kadar müessir olursa olsun en nihayet kendi cüz’iyyeti sınırları içinde hükmedebilir.

İşte, büyülerin ve sihirlerin ilmî açıklaması da bu irâde ve telkin keyfiyetinden başka değildir.

61- Ruhun diğer bir ruhu teshîr etmesi saflık derecesine ve bilgisinin üstünlüğüne göredir, yani cüz’î ruhun küllî ruhtan alışının fazlalığına veya eksikliğine göre o, diğer bir ruha galip veya mağlûbdur. Maddede de bir şekil diğer bir şekle mıknatıs derecesine göre galip veya mağlûbdur.

Cüz’î ruhu kuvvetlendirmek için riyâzetlerle maddi vücudumuzu hafifletmek gerekir. Bu takdîrde cüz’î ruh küllî ruh ile ittisâl peyda eder ve küllî ruh, zâten sırf kuvvet ve idrâk olduğundan her istediğini yapabilir ve o vakit küllî ruhun etkisi ile cüz’î ruhun arzusu hâsıl olur. Çünkü arzu eden de ve edilen şey de ayni küllde dâhildir. Küldeki arzu galip olduğundan kendi dâhilinde bulunan bir cüz’ü teshîr ve mahvedebilir, yakıp yıkabilir.

62- Mevcut olan bir ruhtur. Her şeyi idare ve tedbîr eden odur. Karagöz perdesi buna güzel bir misâldir. Oynatan bir, fakat oynayanlar şekil bakımından çeşitli suretlere giren de hep o birliktir, hep o ruhtur. İşte, her şeyi kaplamış olan bu ruh bir ölüyü diriltebilir.

Sultânî ruh bilgidir, şuûrdur. Hayvânî ruh ise unsurlardan meydana gelmiş bir ruhtur ve şuûrsuz ve bilgisiz olarak tabii cereyân ile vücut makinesini işletir. Zâten her hareket bu buhardan, buhar da ihtirâktan husûl bulmadadır. Havada % 79 küherçile dediğimiz yakıcı madde ve % 28 de sair maddeler mevcuttur ki biz bu sair maddeleri kaldıracak olursak o zaman, ortalığın sırf ateş kesildiğini görürüz ki bu da mantıken havanın ateşten zuhur ettiğini gösterir.

Tabii cereyân ile ve hayvânî ruh ile işleyen her hangi bir mevcudun (Bütün mevcutlar hay­vânî ruh ile işler ve her mevcudun kendi nisbetine göre Sultânî Ruh onu kaplamıştır.) bü­tün organlarının birbirine uygunluğunu ve ahengini sağlayan Sultânî Ruh dediğimiz şuûrdur ve o, hayvânî ruhun yani câzibenin bulunduğu her yerde mevcuttur. Hayvânî ruh da bütün mevcûdâtta mevcuttur, o olmasa varlık olmaz. İşte, hayvânî ruhun bulunduğu yerde Sultânî Ruh da mevcuttur ve o mevcudu tedbîr ve idare etmektedir. Bu suretle ruh bir, fakat mevzi’ ve yer bakımından ayrılıyor demektir. Yani sıfatın tenezzülü dolayısıyla ismi değişiyor de­mektir. İşte, küll olan ruh tam yüzde yüz bu ölü dirilsin derse o cesedi boğan hava (ölüm, havanın insanı boğmasıdır) dışarı boşaldığı takdîrde ceset makineleri derhâl faaliyete geçer dolayısıyla hayvânî ruh faaliyete geçer bu suretle de Sultânî Ruh o beyinde tekrar tedbîr ve idare etmeye başlar. Artık ölünün ne kadar yaşayacağı onun arzusuna kalmış bir şeydir ki buna da tecellî denir. Bütün madde, tabii cereyânları bakımından da görülüyor ki, hep kesâfetten letâfete gitmekte ve letâfetten kesâfete inmektedir. İşte arzu, tecellî bir kesîfi tek­rar letâfete ve bir lâtifi tekrar kesâfete indirebilir. Tedbîrin sonucu da harekettir. Demek ki Sultânî Ruh tedbîr edip onu boğan havayı dışarı çıkardığı zaman o vücutta fazlalık olmama­sı dolayısıyla tekrar ihtirâk başlayacaktır. Bu ihtirâkı yapan da hayvâni ruhtur. İhtirâk olun­ca vücuttaki hararet de tekrar “36” dereceyi bulacak ve ölü de dirilecektir.

63- Zuhur eden her şey tükenmek zorundadır. Zira tükenmese, esasen zuhur edemez.

64- Çünkü zâten hârika dediğimiz şey zıtlıkları ortadan kaldırıp meydana yeni bir şey çıkarmak veya yeni bir harekette bulunmaktır ki bu da elbette tefekkürle, bilgi ile mümkün­dür. Eğer böyle olmasa, tabiatta her şey tabii seyrinde gider ve hârika da yapılamaz. Mese­lâ, Amerikalıların Ay’a çıkmaları bir hârikadır fakat asıl hârika ay’a çıkmayı sağlayan bilgidir.

65- Her şeyde matlup olan bu bilgi, bu tecellîdir. Hârikalar ve bu gibi şeyler ise, ne olursa olsun yine de bir kanun dışı sayılmazlar.

66- Fussilet: 53.

67- Rahmân: 19-20.

68- Furkan: 53.

69- Kaf: 16.

70- Mâide: 54.

71- Fetih: 10.

72- Yusuf: 76.

73- Tevbe: 50. Mâide: 54.

74- Raad: 4.

75- Kehf: 66.

76- Kudsî hadîs.

77- Âl-i İmrân: 7.

78- İlâhî bilgi, vücûd ve eşyayı kendinde toplayan bir bilgidir, nur bilgisidir.

79- Hakikat ehlinin râsih olması, ruhlarının mukaddes olmasından yani tecellînin zâttan gelmesi bakımındandır.

80- Kader, fiil bakımından hâdis fakat bilgi bakımından, kül bakımından, ezelîdir.

Kader keyfiyeti ezelîdir denmesi de, zamanın olmamasından ileri gelir ki şimdiki zaman bile ezelîdir.

81- Zümer: 8-9. Ahkaf: 27-28.

82- Ruh, maddeden etkileniyor, çünkü maddeyi yapan odur. Maddeyi, ruh yaptığı gibi onun hissedişi, irâdesi, tedbîri de o madde vasıtasıyladır. Eğer, maddelerin ahengi iyi ise ruhta da ahenk iyi olur.

83- Hadîs.

84- Hadîs.

85- Mürşit; Allah ile öğrenci, sâlik arasında berzahtır. Zâttan aldığını öğrenciye, sâlike verir. Her ikilikten birlik çıkar ve birlikle beraber teslîs olur ki hayat teslîstedir.

86- Küfür, zandır. Zanların hakikatine varılmayınca küfür mertebesinde kalınmış olur. Yani iş, her şeyi yerinde bilip orada kalmamak, berzahtan kurtulmaktır.

İki İslâm’dan biri mukallid İslâmlık, diğeri de her şeyin hakikatini bilip selâmete çıkmaktır ki hakiki İslâmlıktır. Selâmete çıkmak da fenâ’ ve beka yani var etmek ve yok etmekle olur. İş, bunun nasıl yapılacağını bilmektir.

87- Eşya yani masivâ, Hakk’ın vücûdundan yayıla gelmektedir. Burada, Zâttan denmeyip: “Hakk’ın vücûdundan feyzlenip gelir.” denmesinin sebebi aradaki sıfatlardır. Nur, doğrudan doğruya değil de aradaki sıfatlarla etkisini göstermektedir.

Feyzlenip gelen taayyünden maksat da daimî olan tecellîdir, sıfatların istidadıdır. Feyyâz-ı Mutlak dedikleri de budur.

Taayyünler hep bir yerden gelir. Fakat bizce madde ve ma’nâ diye ikiye ayrılır, fakat zıddiyyet ancak mertebelerdedir.

88- A’yân-ı sâbite, ayâna gelen vücûttur. Buna, mutlak vücûd da denir. Bu mutlak vücûd, esasen ma’nâ bakımından görünmüştür, madde ise kendinden hâsıldır ve gölge sayılır.

Asıl, bâtındır; her şey ondadır. Bâtında mevcut olan şeye gayb dememiz, bizim kesîf, onun ise lâtif olmasındandır.

Her şey, a’yân-ı sâbiteden ibaret olunca hulûl yok zuhur vardır. Çünkü her şey sâbittir. Meydana gelen yalnız şekillerdir ki Tâvus kuşunun renkleri gibi kendinden çıkıp yine kendine gitmededir. Bütün bunlar zâtın, zâtını görmesi ve sevmesidir ki biz buna “Masi­vâ” diyoruz. Onun için bütün âlemlere de bir isim taktık ve Müsemmâ-i Âlem dedik. Bunların Hakk’ın vücûduna nisbeti, insanın gölgesinin insana nisbeti gibidir.

Zâtın farka gelmesi vücûda tecellîsidir, dolayısıyla tefeyyüz ve ef’âlullah ve dolayısıyla sıfatullahtır. Bunların hepsi ayni tecellî ise de bize göre arada mertebe farkı vardır.