Varlık konusunu Allah’ın Rahmân, Rahîm sıfatlarının vasıfları açısından da ele almak zorundayız. Bu açıdan da şöyle diyeceğiz:
İlâhî rahmet, gerek vücûtça gerek hükümce eşyanın, mevcudun hepsine yayılmıştır yani her şey gerek hissî vücûtta âlemlere ait irâde ile sıfatlanmış olsun gerekse ilimde sâbit olsun genel olan ilâhî rahmet bütün imkâna ait hissî mevcutlara (mümkünler âlemine) ve ilmî taayünlere ve yokluk (adem) nisbetine yayılmıştır1 ve gazabın vücûdu da Allahın gazabına olan rahmetindendir 2. Hakk’ın rahmeti onun gazabından önce gelir yani rahmetinin ona nisbeti gazabının ona nisbetinden önce gelir. Rahmet Hakk için zâtîdir3. Çünkü Hakk bizzat cömerttir, vücûd rahmeti hazineleri olan ilâhî hazretlerden (Hazerât-ı Hamse) cömertliği ve hayrı durmadan taşıp akmaktadır.4 Hakk’ın rahmeti bütün vücûda ait ayn’lara (zât, asıl) ve yokluğa ait nisbetlere yayılmıştır 5. Gazap da yokluğa ait bir nisbettir ve bu bakımdan rahmet gazaba da yayılmıştır 6. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi gazabın vücûdu da ilâhî rahmettendir. Lâkin gazabın Hakk’a nisbeti rahmetin ona nisbetinden sonra gelir. Zira gazap, rahmete nisbetle ârızdır, sonradan olandır; sonradan olan da aslî, zâtî değildir. Meselâ suyun akıcılığı gibi ki suyun akıcılığına rahmet dersek onun bu akıcılığına nisbetle, donup buzlaşması veya su akarken her hangi bir sıfatla renklenmesi sonradan olan şeylerdir.
Gazap, yokluğa ait bir hükümdür. Nasıl ki akmakta olan bir sudaki donup buzlaşma veya herhangi bir sıfatla renklenme de sonradan olduğundan yokluğa aittirler. Bu da bazı ayn’ların, vücûdun kemâli ile eserlerinin ve hükümlerinin kendilerinde zuhuruna kabiliyetli olmamalarından ötürüdür. Bir şeyin rahmete kabiliyetsizliği hükmü vücûdun rahmetinin o şeyde hiç bir suretle zuhur etmemesini gerektirir. Dünyada ve âhirette o şeyin kabiliyetsizliğinden dolayı rahmetin onun üzerine taşıp akmaması rahmet edici (Rahîm) tarafından ona nisbetle gazap, bahtsızlık ve şer diye adlanır.7
Rahmetin Hakk’a nisbeti gazabın ona nisbetinden önce geldiğinden rahmânî tecellî ile ayn’lar üzere ihale edilmiş olan nur rahmeti, vücûda kabiliyeti olmayan ayn’larda, yokluk nisbetinden başka bir şey îcâd etmemiştir ve sırf yokluğun (adem-i mahz) hakikati yoktur.8 Lâkin rahmet â’yân ile ilişkilenince Hakk’ın rahmeti, nisbetlere ait yokluklara şamil oldu ve rahmet gazabı, elemleri, eziyetleri, marazları ve fakirliği îcâd eyledi ve bunlara yayıldı ve vasıta oldu.9 Çünkü bunlarda vücut noksanlığı ve kusuru vardır ve zira bunlar kötülük ile sıfatlanmıştır. Gazap da yokluk nisbeti olduğu i’tibâr üzere rahmetlenmiştir, yoksa mevcut olmazdı.10 Vücûd, sırf (mahz) hayr ve sırf rahmettir. Sırf yokluk olan şer de yokluğa ait bir husustur (emr) ve rahmet ona ilişik olmadıkça onun hakikati yoktur. Bu konuda şu söze işaret edebiliriz: “Ya Rabbi! Hayrın hepsi senin ellerin içindedir, sendendir, fakat şer senden değildir.”11 yani vücûd emri, vücûd işi sırf hayr olunca rahmet olan sırf hayr, şer nisbeti olan hayrı ayn’ların kabiliyeti ve kabiliyetsizliği hasebiyle îcâd eder12. Sırf îcâd ve izhar i’tibârıyla hayrın hepsi Allah’ın iki elindedir.13 Şer ki sırf yokluktur onun Hakk’a nisbeti yoktur. Zira Hakk vücûttur şer ise sırf yokluktur.14 Zâhir bakımından hayırdan murâd, hidayet ve rahmet ayn’lar üzerine feyz olundukta, bazı ayn’ların kabiliyeti hasebiyle rahmet ve hidayeti kabul etmeleri 15 ve bazı ayn’ların da kabiliyetsizlikleri hasebiyle yokluk olan şerri kabul etmeleridir. Bu şer nisbeti de kabiliyetsizlikleri hasebiyle ayn’lara isnat olunur, Hakk’a isnat olunmaz 16. Bunda da üç yüz vardır: yüzün birisi sırf vücuttur ki ezelen ve ebeden yokluğu kabul etmez; yüzün birisi de sırf imkândır ki ezelen ve ebeden bir sebep ile vücûdu kabul eder; yüzün birisi de sırf yokluktur ki sırf yokluk ezelen ve ebeden vücûdu kabul etmez. Sırf vücûd Hakk’tır, ondan başka değildir.17 Âlemin vücûdu ise sırf vücûd ile sırf yokluk arasındadır. O şey ki âlem onunla yokluğa yönelmiştir, yokluğu kabul eder ve o şey ki âlem onunla vücûda yönelmiştir, vücûdu kabul eder.18 Bu sebeple âlemin bazısı tabiattır, zulmettir; bazısı da nurdur, ilâhî nefstir. Nura nisbetle zulmet şerdir ama vücûd, vücûd olduğu bakımıyla hayırdır ve şer sırf yokluktur.19
Yukarıda söylediklerimizin hepsi nisbîdir, asıl olan ahâdiyyettir, zâttır ki nisbetten arınmıştır (münezzeh). Allah vâhidiyyet i’tibârıyla da bütün görünen suretlerde tecellî eden ve zâhir olandır.20 Fakat akılsızlar, gerçek vehme ait olan bu hükmü kendi bozuk tevehhümleriyle çürüterek Hakk’ı suretlerden arındırırlar ve Resullerle ilâhî Şeriatların getirdiği şeyi yalanlarlar 21. Kendi vehmi ile hareket eden kimse, Hakk’ın suretlerde tecellîsi keyfiyetinin aslına şuûru olmadığından, Hakk’ı tenzih ettiğini tevvehhüm eden ve bundan ötürü de meselâ “Ben Hakk’ım –Enel Hakk” diyen bir ârifi ret ve inkâr eder. Hâlbuki böyle bir kimsenin tenzihi ayni teşbihtir. Çünkü böyle bir kimse kendi nefsinden gafil olduğundan onun Hakk’ı tenzihi vehim iledir. Hâlbuki o kendi nefsinde mevcuttur ve Hakk üzerine yine vehim ile hükmeder. O kimse, eğer kendi nefsine ârif olsa, Hakk üzerine kendi bozuk vehmi ile değil, gerçek ve vehim ile hükmeder.22 Dolayısıyla da Şeriatta insanın vehmine ve aklına uygun olarak gelen şey de tahakkuk eder. Bu konuda şu âyetlere işaret edilebilir: “Beni çağırınız size icâbet edeyim”, “Ey Muhammed; Kullarım beni senden sorarlarsa ben pek yakınım, bana dua ve niyaz edenlerin dualarına icâbet ederim”.23
Yani, dua eden tevehhüm eder ki Hakk’ın ona yakınlığı cismânî eşyanın yakınlığı gibidir ve kendi vücûdu her bakımdan Hakk’ın gayrıdır. Akıl da böyle bir vehme uygunluk göstermekten kendini alamaz. Çünkü dua eden aynı icâbet eden olsaydı, icâbet eden dua edenden ayırt edilmiş ve üstün tutulmuş olmazdı 24. Hakk’tan dilekte bulunan olmasa Allah da icâbet eden olmaz. Fakat gerçekte bu ikisi de tek bir varlık anlamınadır. Çünkü dua eden gerçekte, icâbet edenin aynidir. Zira kul dua edenin hüviyyeti; Hakk da icâbet edenin hüviyyetidir 25. Suretlerin başka başka oluşunda ise hiç bir çatışma yoktur. Dua eden ile icâbet eden zâhir (dış) ve bâtın (iç) bakımından ayni bir vücûd için iki surettir ve o vücûd şüphe yok ki zâhir ile dua eden, bâtın ile de icâbet edendir ve o suretlerin hepsi tek bir vücûd olan Hakk üzerine zâhirdir ve Hakk için organlar gibidir 26. Nasıl ki insan da organlarıyla çok ve hakikati ile tektir yani insan şahsen tek bir hakikattir. İnsanın eli, ayağının sureti değildir ve başı gözünün veya kaşının sureti değildir fakat insan bu çeşitli organların bir araya gelmiş bir şekil ve suretinden de başka değildir. İnsan, âlemlerden bir âlemdir ve organları insandan ayrı ve başka değildir. İnsanın her bir organı onun aynidir lâkin her bir organın sureti diğer bir organın suretinin ayni değildir 27 ve bu zincirleme iledir ki Hakk hem çok hem de tektir. Suretlerle çoktur, ayn ile tektir. Yani tek olan Hakk, vücûdu ahâdiyyet ayn’ı ile tektir; tecellî ve zuhur suretleriyle isimler, sıfatlar, olaylar haller ve izâfetlerle çoktur 28. Kısaca, dua eden ile icâbet edenin ayni olan bu tek vücûd ayn ile tek ve suretlerle çoktur. Nasıl ki insan da ayn ile tektir yani insan cinsi, insani hakikati ile insan nev’inin bütün fertlerini kendinde toplayan tek bir ayn’dır 29. Bu tek ayn, Hakk ayn’ıdır ki tek bir ayna makamındadır ki bir i’tikad sahibi Hakk’ın ayn’ı olan ve ayna makamında bulunan bu tek ayn’da, fenâfillah mertebesinde, kendi suretine baksa Hakk’ı bilmiş olur ve onu kabul ve tasdik etmiş olur. Fakat bu kimse bu tek ayn’da başkasının i’tikadı suretini görse, kendi i’tikadı suretine aykırı tecellî etmiş olmakla, Hakk’ı inkâr eder 30. Hâlbuki bu tek Hakk ayn’ı, bütün i’tikada ait suretler için tek bir aynadır ki bütün i’tikada ait suretler onda tasvir edilmiştir 31. Yine tekrar edelim ki Hakk aynaya bakana, onun kendisi hakkında sıkıca bağlanıp i’tikad ettiği surette tecellî ederse ve aynaya bakan o sureti Hakk’ın vücûdunda görürse onu kabul ve tasdik eder. Fakat aynaya bakan, Hakk’ın vücûdunda kendi i’tikadı suretine aykırı olan sureti görse onu yalanlar 32. Ayna tek bir ayn olduğu halde aynaya bakan ayna içinde kendi suretini ve o surete benzemeyen başka sureti görür 33 ve aynaya bakanın ayn’ında suretler çoğalır. Hâlbuki aynadaki o suretlerden hiç biri asla gerçek bir suret değildir yani suretler aynada ancak aksetmişlerdir, yoksa aynada dâhil değillerdir 34. Başka bir deyişle, aynada görünen suretler aynada dâhil değil iken ayna içinde suretlerde bir yol ile eser vardır ve bir yol ile de ayna için suretlerde eser yoktur 35. Ayna için suretlerde vücûda gelen eser ayna içinde suretlerde zâhir olan sureti aynanın aksettirmesidir 36. Küçüklük ve büyüklük, uzunluk ve enlilik bakımından suret başka başka şekillerde olduğu hâlde, yani aynalar başka başka oldukta aynanın bazısı küçük, bazısı büyük, bazısı uzun ve bazısı geniş gösterdiği hâlde, suret sahibi o şekil üzere değildir.37 Aynaya bakıldığında, ayna kendine hâss niceliği gereğince aynaya bakanın suretinin şeklini değiştirir. Ayna için niceliklerde eser vücûda gelir ve bu eser de aynaya aittir 38 ve ayna içinde olan suretlerin değişiklikleri aynadan bu sebeple vukua gelir. Zira aynaların nicelikleri başka başkadır. Her bir aynanın kendine hâss niceliği vardır ki sureti şöyle veya böyle gösterir. Hâlbuki suret sahibi küçüklük ve büyüklük, uzunluk ve enlilikten yana hiç de öyle değildir.39 Dolaysıyla başka bir ayna da aynı şeyi bu aynaya aykırı gösterir. Ve suretin şekli değişik olduğu hâlde aynaya bakan ile aynalardan her biri, bir yol ile etkileyen (müessir) ve bir yol ile etkilenendir (müteessir).40 Böylece, Hakk için de onun zâtının aynasında gayba ait tecellîler ve zâta ait haller ve olaylar vasıtalarıyla zâhir olan suretlerde eser vücûda geldiği gibi, âlemin suretleri için de, akîde sahiplerinin akîdelerinin çeşitli olmalarını da gerektiren, bu suretlerin ayn’larının ayrılığı ve istidatlarının başkalığı hasebiyle, Hakk’ın vücûdunda eser vardır.41 Fakat ârife yakışan, ilâhî eserleri aslına ve hazretine; âleme ait eseri de aslına ve hazretine bağlamaktır.42 Tek vücûd olan Hakk’ı görmek için de aynalardan tek olan aynaya bakmalısın. Çeşitli aynalarda sen kendi suretini çok ve çeşitli suretlerde ve tek olan aynada da tek bir suret olarak gördüğün gibi Hakk’ı da isimler aynalarında çok ve çeşitli fakat tek ayna olan Hakk’ın zâtında tek suret olarak görürsün 43. Eğer tek vücûd olan Hakk’ın suretini birlik (vahdet) üzere görmek istersen isimler aynalarından başını çevir ve tek ayna olan ahâdiyyet üzere bulunan zâta bak. Zira ilâhî isimlerden her bir isim birlik yüzü için ayna gibidir.44 Çünkü tek olan yüz birçok yüzlerle zâhir olur. Sen kendi suretini birlik üzere görmek istersen aynalardan çokluğa bakma yani ilâhî isimlere bakma, tek olan zâta bak. Ancak o zamandır ki birlik yüzünü birlik üzere görebilirsin.
Çünkü zât bütün âlemlerden ganîdir. Burada da şu âyete işaret edebiliriz: “Allah âlemlerden ganîdir”.45 Senin tek aynaya olan bakışın Hakk’ın zât olarak görünüşü haysiyetiyle olan bakışındır. Çünkü Hakk, zât olarak âlemlerden ganîdir yani zât bakımıyla Hakk suretler ve şekiller altına girmez, Hakk’ın zâtı âlemlerden ganîdir. Âlemlerin sureti ancak zâtın isimleri bakımından Hakk’ta zâhir olur.46 Sen de ilâhî isimler haysiyetiyle Hakk’a bakarsan o vakit Hakk aynalar gibi olur yani her bir isim ilâhî bir ayna olur. İlâhî isimlerden her hangi bir isme bakana o ismin hakikati zâhir olur ki bu, o isme mahsus olan bir hakikattir, yoksa o isimle delâlet olunan zâta mahsus değildir.47 Bu isimler de bizi her kayıt ve sınırdan tamamen sıyrılmış olan, ahad olan zâta yönelmeye teşvik eder ve bu yönelme de kayıtlı ve sınırlı olan tikel i’tikadları gerek suretçe ve gerek ma’nâca yok etmeye, i’tikada ait bütün putları kırıp yakmaya ve yalnız Allah yolunda olmaya götürür.48 Böylece de Hakk yolunun yolcusu bütün görünüş perdelerini baştanbaşa kaldırır ve gören ve görünen kendisi olan sırf Hakk’ı, hakikat üzere her bir ayn’da görür,49 fakat Hakk’ın o ayn’da ve o ayn ile görünme ile de sınırlı olmadığını bilerek mutlak olan görünürlükle (taayyün) görünmezlik (lâ taayyün) arasını nefsinde birleştirir. Zira ilâhî emr ve Rabbânî şân da böyledir. Dolayısıyla görünürde de görünmezde de benlik söz konusu olmamalıdır.50
Şimdi, insanın vücûdu ve nefsi zât aynasında görünen sâbit ayn’ın suretidir yahut da insan ayn’ı aynasında görünen Hakk’ın suretidir.51 İnsanın hakikati ve zâtı, zâtlık bakımından, görünmekten müstağnidir. Bu sebeple sen vücûd mertebelerinde zâtın ve vücûdun üzere ârız olan suretlerinden ve şeklinden ayrılmakla yok olacağını sanma. Kendin bakımından yok olursun fakat kâmil olan Hakk’ın vücûdu ile var olursun. Bundan ötürü korkma tersine Hakk’ın zâtından sana büyük bir perde olan, görünen vücudunu ve nefsinin suretini cesaretle yok et.52 Çünkü nefsin suretini yılana bile misâl göstermişlerdir. Nitekim şer nisbetinde, Şeytan da misâl olmuştur. Yılan sureti ve hakikati bakımıyla nefsi ve zâtı ile yılandır. Sureti ile yılandır zira öldürülse de suretine yılan derler. Hakikati ile yılandır zira hakikati hayvânî ruhtur. Yılan suret haysiyetiyle öldürülse, hakikat haysiyetiyle öldürülmüş olmaz ancak görünüşteki, dıştaki sureti değişir.53 Nitekim nefs yılanı da nefsânî sıfatlara ve bozuk i’tikadlara meyletmekten öldürülse de nefs yine mevcuttur. Kısaca yılan, görünüşte yok olsa da ilâhî hakiki hayat ile yılandır. Zira kendi nefsinde yılandır. Hakk’a ait hayatla onun hakikatinde Hakk’ın görünmesi haysiyetiyle yılandır. Çünkü suret yok olsa da had, sınır onu zapt eder ve hayâl bile onu yok etmez 54 yani eşyanın hakikatleri ve zâtları ne hadde, sınırda ne de hayâlde yok olmaz, zira hayâl, sureti tahayyülden kaldırmaz. Başka bir deyişle insan sureti, zâhirî histe yok olsa da ilâhî ilimde ayn ile ve hayâlde de misâl ile bâkîdir. İnsanın yok olmasına hiç bir bakımdan yol yoktur. Yol, Hakk ile Hakk olmaktır 55. Çünkü biz hadleri, sınırları yok etmeye kadir değiliz, yani ilâhî ilimde eşyanın ilmî suretleri olan hakikatleri ve hudutları ve ayni zamanda gayba, ruha, misâle ve hayâle ait ilâhî mertebelerde görünen gayba, ruha, misâle ve hayâle ait ilâhî suretleri yok etmeye kadir değiliz 56. Biz ancak bir şeyin hisse ait suretini yok edebiliriz. Fakat o şeyin hakikati bütün âlemlerde olan suretleri ile bâkîdir.57 Bir insan kendi nefsini öldürdüğünde veya başka bir şeyi öldürdüğünde vehim ile kendi nefsini veya başka bir şeyi öldürdüğünü tahayyül eder. Hâlbuki akıl ve vehim ile suret hadde mevcuttur, yok olmuş değildir. Başka bir deyişle, hakikatte öldüren Allah’tır ve ölen de ancak histe yoktur. Lâkin akıl âleminde ve misâl âleminde onun sureti hakikatte mevcuttur. Bunun böyle olduğunu doğru ve gerçek bir akıl ve doğru ve algılayıcı bir vehim derhâl kavrar. Bu konu için de şu âyete işaret edebiliriz: “Attığın vakitte sen atmadın, lâkin Allah attı” 58. Yani Hz. Muhammed kendi insan yaratılışı üzere düşmana ok attığını tahayyül ettikte Allah dedi ki “Ya Muhammed, sen insan yaratılışın haysiyetiyle ok atmadın, fakat hakikatin haysiyetiyle ok attın, bundan ötürü de o oku gerçekte sen değil Allah attı. Senin görünüşünde Allah’ın zuhuru bakımıyla ve onun vücûdunda senin yok oluculuğun hasebiyle Allah atmayı, kendi nefsi için ispatladı.” Hâlbuki bir seyirci Muhammed’in oku atışı zamanında Muhammed’in suretinden başka bir şey görüp algılayamaz; Bundan ötürü de zâhirede ve histe atma işi ancak o suretten görülür.59 Fakat Allah, “Sen atmadın” sözü ile atmayı o suretten kaldırıp kendi için ispatladı. Çünkü Muhammed suretinden atan Allah’tır; Allah Muhammed suretinden attı.60 “Sen atmadın” sözü ile Allah, kullarına kendi nefsinden haber vermiştir, yani Allah Muhammed sureti için ulûhiyyette vâki’ olan etki ile haber vermiştir.
Daha başka bir deyişle, gerçek anlamda ölüm yoktur.
Ölüm görünüşte, histe, suretin ortadan kalkmasıdır. Gerçekte ise ne maddenin ne de suretin yok olmadığı açıktır. Madde bölünür ve suret şühûd âlemindeki histe yok görünürse de o misâl âleminde mevcuttur. Suretin histe yok oluşu onun mevcudiyet açısından yokluğunu gerektirmez. Meselâ yukarıda da açıkladığımız gibi yılan, nefsi ve zâtı ile yılandır, suret ve hakikati bakımıyla yılandır. Sureti ile yılandır zira öldürülse de onun suretine yılan derler. O hakikati bakımından da yılandır, zira onun hakikati hayvânî ruhtur.61 Yılan, sureti haysiyetinden öldürülse de hakikati haysiyetinden öldürülmüş olmaz ancak dış görünüşü değişir. Şimdi nefs yılanı da nefsânî sıfatlara ve aksak i’tikadlara meyletmekten öldürülmüş olsa da o ilâhî hakiki hayat ile yılandır. Zira Hakk’ın kendi hayatiyeti ile onun hakikatinde görünmesi haysiyeti ile o nefsi bakımından yılandır 62. Dolayısıyla bir şeyin kendi nefsinden öldürülmesine imkân yoktur. Bundan ötürüdür ki bir insanın kendi nefsini öldürmesi üzerine Şer’î bir hüküm de terettüb etmemiştir. Zira nefsin öldürülmesinde tümel, küllî bir ölüm söz konusu değildir. Bunun da sebebi, öldürülenin hayâlinin onu saklayıcı olmasıdır.63 Bununla beraber insan başka bir yönden, nefsini öldürmekle de görevlidir. Zira nefsin öldürülmesi hâlinde hakiki hayat hâsıl olmaktadır.64
İnsan nefsi bakımından öldürülemez. Zira histe suret yok olsa da sınır, had onu alıkoyar ve hayâl de onu ortadan kaldırmaz. Yani eşyanın hakikatleri ve zâtları ne hadde ve ne hayâlde yok olucudur. Zira hayâl, sureti tahayyülden kaldırmaz. Başka bir deyişle insan sureti dışa ait histe yok olsa da ilâhî ilimde ayn ile ve hayâlde de misâl ile bâkîdir. Hiç bir bakımından insanın yok olmasına yol yoktur veya eğer varsa bu yol ancak Hakk ile Hakk olma yoludur. İnsanın yok olmasının imkânsızlığından ötürü de istihâle ve tahavvül bahislerinde insanın öldükten sonra dönüp arkasına baksa hissî hayatta yok olduğu sanılan bütün fiilleri ve suretleri görmesinin mümkün olduğuna işaret etmiştik.65
Misâl âlemi ve hayâl âlemi ile bütün suretler ve şekiller levh-i mahfûz’da görünürler ve pek tabiidir ki bu görüş madde gözü ile değil, hayâl gözü iledir 66. İnsanlardaki akla ait melekelerin his vasıtası olan beyin de levh-i mahfûz’un parçalarındandır ve insana ait olan bu levh-i mahfûz his ve şühûd âleminden intiba suretiyle gelir ve fotoğraf alıcısı gibi adeseler vasıtasıyla tesbît olunur. Oradaki müspet hayâl de yok olucu maddenin yok oluşuna kadar orada saklı kalır. Muhakeme de bu saklı kalan hayâl üzerine yapılır. Lâkin bütünü teşkil eden bu maddi parçalardan her biri yok olmaya mahkûm olduğundan hâfıza gelip geçicidir yani o suretin yok olmasına yahut maddesinin yok edildiği müddete kadardır.67 Ama küllde, küllün yokluğu söz konusu olduğunda, o küllün yokluğundan parça habersiz bulunacağından, küllün ebedîliğini kabul etmek zorunludur.68
Burada cüz’lerdeki hâfızayı bir misâl ile açıklayalım: iyice tanıdığımız bir adam veya herhangi bir şekil ve suret dışa ait histen kalksa veya kaybolsa da, biz o sureti tahayyül ettiğimiz ânda onu hiç noksansız görürüz. Fakat bunu dışa ait his ile değil hayâlimiz ile görürüz. Yani akla ait melekelerimizde (Beynimizde) daha önce aynen nakş olmuş olan sureti görürüz ki bu gördüğümüz vücudun ayni değil suretidir. O vücudun aynı ise birçok maddelere bölünmüştür ve onlarla devranda görev yapmaktadır 69. İşte yaptığımız bu misâlden de anlaşılacağına göre küll de küllî’liği bakımından hem nakş eden hem nakş edilmiş olan, hem etkileyen hem de etkilenendir.70 Daha toplu bir şekilde söylersek isimlerin ve sıfatların zâhir oldukları şeyler zuhurları bakımından küllde nakşedilmiştir. Şekiller ve suretler ne kadar başkalaşırsa başkalaşsın ve ne kadar değişirse değişsin geçmiş ve gelecek şekiller ve suretler misâl âlemi vasıtasıyla küllde nakş olunacak yani asıl olan levh-i mahfûzada onların aynı takip edilecek, resmi çizilecektir ve edilmiş ve çizilmiştir. En küçük bir zerre bile bu dediğimizin dışında değildir 71 ve bu da Hakk yolu üzere tahakkuk etmektedir.
Şimdi suret yok olsa da bizim dediğimiz yol üzere hakikat hasebiyle hiç bir şey yok olmaz. Zira had onu alıkoyar ve hayâl de onu tahayyülden kaldırmaz. Had ve hayâl, zâtlar üzerine garantidir ve ayni zamanda izzet ve faydadır yani korumaklıktır ki o sureti korur ve ona bozulma ve yokluk gelmesinden onu önler.72
Gerçek şudur ki insan, hadları yok etmeğe kadir değildir. Yani insan ilâhî ilimde eşyanın ilmî suretleri olan hakikatleri ve hadları yok etmeğe kadir olmadığı gibi gayba, ruha, misâle ve hayâle ait ilâhî mertebelerde görünen gayba, ruha, misâle ve hayâle ait ilâhî suretleri de yok etmeye kadir değildir 73. İşte bu keyfiyet izzetlerin en büyüğüdür. Çünkü insan bir şeyi öldürdüğünde onun ancak hisse ait suretini yok edebilmekte fakat o şeyin haddini ve gerçek suretini ve ruha ait suretini yok edememekte ve o şeyin gerçeği bütün âlemlerde olan suretleri ile bâkî kalmaktadır 74. İnsan kendini veya başkasını öldürdüğü zaman vehim ile gerçekten kendini veya başkasını öldürdüğünü tahayyül eder ve bu öldürme keyfiyetinin vehim ile tahayyülü de yerindedir. Hâlbuki akıl ve vehim ile suret hadde mevcut olduğundan, yok olmuş sayılamaz 75.
Başka bir deyişle gerçekte öldüren de Allah’tır ölen de Allah’tır. Gerçi suret histe yok olmuştur fakat akıl ve misâl âlemlerinde o suret hakikatte mevcuttur ve doğru, sahih akıl ile algılayıcı vehim onu algılar. İnsanın, öldürmeyi vehim ile tahayyül edip kendini “öldüren” sandığına, hâlbuki gerçekte öldürenin kendi olmayıp Allah olduğuna delâlet etmek üzere yukarda ele aldığımız şu âyete tekrar işaret edebiliriz: “Sen hakikatin haysiyeti ile attığın zaman Allah attı”. Yoksa sen hilkatin haysiyeti ile atmadın ve senin varlığında onun zuhuru bakımından ve onun vücûdunda senin yok oluculuğun hasebiyle Allah, atışı kendi nefsi için ispatladı. Hâlbuki bir seyirci aynı atışı insan suretinden başkasında algılayamaz ve histe atmak o suret için sâbit olur yani histe atış o suretten zâhir olur. Fakat Allah o suretten atışı yalanladı. Çünkü insan suretinden atan Allah’tır ve bu söze iman zorunludur zira Allah sözüdür.76
İnsan suretinde atanın kendisi olmasıyla Allah kullarına kendi nefsinden haber verdi dedik. Bu sözün ilmini gerçek algı ile algılamayan mukallit mümin vehim ile ve vehim üzere hükmeder ve fikre ait bir nazarla tahayyül eder. Hâlbuki fikre ait nazarla lekelenmiş olan akıl eşyayı bulunduğu hâl üzere algılayamaz.77 Bunun da delili aklın, illetin kendi illetlenmişi için illetlenmiş olmamasına hükmetmiş olmasıdır. Zira illet, ahad olan zâttır ve illetlenmiş de yoklukta sâbit olan şeydir. Çünkü sâbit olan şeyin îcâdını gerektiren Hakk’ın vücûdudur ve sâbit şey Hakk’ın vücûdu ile mevcut olur.78 Sâbit şeyin îcâdında illet Hakk’ın vücîdudur ve sâbit şey illetlenmiş olandır. İlletin kendi iletlenmişi için illetlenmiş olması da yok olan illetlenmişin ayn’ının, ilâhî ilimde sâbit olmakla illetin ayn’ından yani ahad olan zâttan istidat ve kabiliyeti ile illetin onu îcâd etmesini ve kendisi için onu illetlenmiş yapmasını istemesinden ibarettir. Nitekim illetin ayn’ı da kendi illetlenmişinin vücûdunu arzular ve bu arzu her iki taraf arasında bağlılığı teşkil eder. İllet, illet olduğu haysiyetle illetlenmişi için illetlenmiştir. Çünkü îcâd edici olan Hakk mevcudun îcâdında illettir 79 ve Hakk’ın îcâdına illet de mevcudun istidadı ile Hakk üzere hükmedip îcâdı Hakk’tan istemesidir. Böylece Hakk illet olduğu hâlde onun illetlenmişi olan şey için illetlenmiş olur. Ve yine illet olan Hakk’tan illetlenmiş olan ve aslında yok olan şey, Hakk’tan kendi îcâdını isteyip Hakk üzere îcâd ile hükmetmekle illetlenmiş de illetlenmiş olduğu haysiyetle illet için illet olur.80 Aklın kendisiyle hükmettiğini söylediğimiz hüküm de şudur: bir şey ki gerçekleşmesi için başka bir şeyin vücûdunu zorunlu kılar, o zorunlu olan şey kendi vücûdunda yine kendisi ile gerçekleşendir dolayısıyla kendisinden sonra gelen şeyin vücûduna dayanmaz. Yani birinci olan şeyin vücûdu ikinci gelen şeyin vücûduna dayanmaz ta ki ikinci gelen şey, vücûd ile ilk olan şeye illet olsun ve ilk olan şey ikinci olan şeyin illetlenmişi olsun. Bunun için de devir lâzım gelir.81 Bu hikmetin doğruluğu da akıl emrini, yani “Kün” emrini çoğalma anlamından soyutladıktan sonra zâhir olur. Çünkü illet olan Hakk’ın zâtı ve vücûdu illetlikten soyut olduğu hâl ile illetlenmişin vücûdundan önce gelir. Fakat eğer akıl kendi emrinin yerine gelmesi yani “Kün” emrinin vuku bulması bakımından emirleri asıllarıyla yani soyut gerçekleriyle ve suretleriyle yani tabii ve unsura ait suretleriyle müşâhede ederse bilgi o zaman tam olur. Eğer akıl tabii suretlerde Rahmânî nefsi de müşâhede ederse tamlık sıfatı ile bilginin en üstün derecesine ulaşır.82 Zira Rahmânî nefs, vücûd feyzinin aynıdır. Belki de tabiat, Rahmânî nefsin aynıdır. Çünkü Rahmânî nefs tabii suretlerde meydana çıkar ve görünür ve tabii suretler de Rahmânî nefste kabul edici ayn’ları yani sâbit ayn’ları hasebiyle meydana çıkar ve görünür.83 Bundan ötürü kâmil insan her gördüğü şeyde o şeyin aynı’nı değil Allah’ı görür yani her şeyden meydana çıkan ve görünen Hakk’ın tek vücûdunu görür, meydanda olanı görmez. Gören ki kâmil insanın kendi nefsidir, görünenin ayn’ını görür. Böylelikle de gören ve görünen, müşâhede eden ve müşâhede edilen ayni bir şey olur.
Gerçek bilgisinden bu kadarlık bir bilgi de bir gerçek yolcusunun kemâle ulaşması için yeterlidir sanırız. Zâten gerçeği bildirmeye ait hikmet ve kanun da bu yolda daha fazla açıklamaya müsaade etmez.
Ulu Allah da bu mertebeye yükselmeye çalışan her gerçek yolcusunu sadece bu mertebeye ulaştırmakla yetinmeyip onu bu mertebenin daha üstü ve mükemmeli olan en noksansız mertebeye de ulaştırır ve hidayete eriştirir. Çünkü ondan başka Rab yoktur.84