IV. Hakikat Yolunda Cennetler ve Cehennemler

Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe

A

HAKİKAT YOLUNDA CENNETLER VE CEHENNEMLER

Bir hakikat yolcusu için dört türlü istek söz konusu olabilir ki bun­ların dördü de gerçek bakımından şüpheli ve kulluk adına karşı da ayıp­tır:

  1. Allah’tan istemek.
  2. Allah’ı istemek.
  3. Allah’tan başkasını istemek.
  4. Allah’tan başkasından istemek.

1- Allah’tan istemek:

Hakikat yolcusunun, Allah’ın her bir şeyi takdîr edici, hayrı ve şerri 1 yaratıcı olduğunu ve atiyye ve ihsanlarının arasız ve bedelsiz bulunduğunu bildiği hâlde emel peşinde koşması, Hakk’a emniyet­sizlikten ve ona töhmet isnadından dolayı ayıptır, şüphelidir.

2- Allah’ı istemek:

Kâinât, ilâhî vücûdun aynaları olduğu cihetle her nereye bakılsa sadece o zâtın nuru görülmüş olacağından, bir bakma böyle değişmesiz ve başkalaşmasız olan “El’ân kemâkân”, her yerde hazır ve nâzır olan Mabudu istemek, Hakk’ın her yerde hazır olmaklığına aykırı olduğundan ve Hakk’tan gaybûbeti gerektirdiğinden böyle bir istek de sakattır.

3-Allah’tan başkasını istemek:

İlâhî rıza ancak Sübhânî takdîre rızadadır. Bu sebeple hakikat yolcusuna, kulluk gereği, Samedânî mukadderâttan her ne ki zuhura ge­lirse onu nimet bilmek ve bu gelip geçici hayatın süslerine meyil ve muhabbet etmemek, keşf ve kerâmetlerle uğraşmamak ve onlara önem vermemek lâzım gelirken işlerinde ve hareketlerinde dünyevî terak­kiler ve manevi mükâşefeler gibi bir takım gaî illetler arzu etmek, gizli emelleri bilici olan Allah’a karşı hayânın noksanlığından ve edepsiz­likten ileri geldiğinden elbette makbûl değildir.

4-Allah’tan başkasından istemek:

Sâdık bir kulun gerçek Mabudu muvâcehesinde yaratıklardan hiç bir kimseye karşı ihtiyaç göstermemesi ve Allah’a yakınlıkta ondan mâadâ olan şeylerden (Masivâ) uzaklaşması kulluk edebi ve yakınlık (Kurb) hükmü iken Mabudun ilâhî ihsan kapısını bırakıp da kul kapısına sığınması ve dünya için dilenmesi, hareketlerinde mutlak hür olan Cenâb-ı Hakk’tan gaflet, uzaklık ve perdelenme sonucu oldu­ğundan makbûl değildir.

Bir gün, hakikat yolcularından biri gerçek bir âlim olan mürşidine; kıyâmet gününde kendisi cennet ile cehennem arasında muhtar bırakı­lırsa cenneti nefsânî hazları topladığı için terk, cehennemi de insan nefsinin rızasına aykırı bulunduğu için arzu ve ihtiyâr edeceğini arz etmesi üzerine mürşidi kendisine şöyle demiş:

Ey câhil yolcu! Cehennemden önce sus! Hodbince bir irâde gös­terip terbiyesizlik etme! Cennet, Allah’ın cemâlinin tecellî ettiği yer; cehennem de onun celâlî kapısı olup kulunu bu iki konaktan istediğinde bulundurmakta o tamamıyla hürdür; gerçek hakikat yolcusu ise irâde ve ihtiyârı kendisinden alınmış bir kimseden başka değildir.

Her sâdık hakikat yolcusu için bir başlangıç ve bir son vardır. Baş­langıcı hakikat yoluna girme hali, sonu da vusûl hâlidir. Hakk’tan dönen (rücu’) kimse hakikate dâhil olmaksızın ancak yolundan dönmüş olur ki “Dalâlette Kalmış”tır. Eğer maksûd olan sona varmış olsaydı, Hakk’tan dönmezdi ve “Hidayete Ermiş” olurdu, ârif olurdu ve zevkinden ayrı­lamazdı. Bunu ise tatmayan bilmez.

Eğer, hakikat yolcusu her şeyde Allah’a boyun eğmez de istek ve irâdede bulunmaya kalkışırsa hakikatten perdelenip ilâhî feyz ve zevk­ten yoksun kalır ve sapıklığa düşer ki bu takdîrde de geldiği yere tekrar geri döndürülür.

B

HER İNSANIN CENNETİ

Her insanın cenneti,2 onun görünüş mebde’i olan ilâhî ismin ne­hirler, ağaçlar, hûrîler ve köşkler ile zuhurundan ibarettir ki ulviyyete ve süfliyyette ve câmiiyyette ve câmiiyyetsizlikte isimlerin farklılığı miktarınca cennet derecelerinde de farklılık vardır.

Manevi yolculuk ve terakki ve urûc olan her makamda bütün mer­tebeler taayyünâttan ibarettir. Taayyünât mertebelerinin üstünde hiç bir makam yoktur. Her vaka, urûc vaktinde Lâ taayyün ile hâsıl olur ve tecelliyât ile zâhir olur. Sırf lâ taayyün alanına ayak basmak vücûb ile mütehakkık olmaktır ki muhâldır. Çünkü o, vâcib vücûttur, mutlak vücûttur, küllün küllüdür; şahıslar ise cüz’dür ve âlemlerin cüz’leri zâtın tecelliyâtı ile zuhur eder ve görünür.

C

CENNET KELİMESİ BİR ŞEYE MÜNHASIR DEĞİLDİR

Cennet kelimesi bir şeye münhasır değildir. Kur’ân’ın çeşitli yer­lerinde geçen cennet kelimeleri de hep çeşitli anlamlar taşımaktadır.

D

HAKK’A VULSAT YOLLARI NİSBÎ LEZZETLERLE BAŞLAR

Cennet, nisbî lezzetlerdir ve bu nisbet Hakk’a ulaşmak içindir. Hakk’a ulaşmak için her şeyden önce yol bu yoldur ve delil de bu delil­dir.

Kâmil insanlara hâsıl olan akla ve kemâle ait lezzetler, hurilere ve cennetlerin lezzetlerine teşbih olunarak bunların isimleri adı geçen lez­zetler için istiâre edilmiş ve bu da o lezzetleri, soyut olarak kavramak ve anlamaktan yoksun olan noksan akıllılara ve câhillere bir dereceye ka­dar anlatabilmek hikmetine dayandırılmıştır 3. Çünkü eğer bu lezzet­ler doğru açıklansa idi kısa akıllılar ve câhiller ondan yüz çevirip sadece dünya lezzetleri için çalışacaklar, böylelikle de en büyük Mabutlarını tamamıyla unutacaklardı. İşte, bundan ötürüdür ki kemâle ait lezzetler­den de hûrîler, kasırlar, saraylar, cennetler ile ta’bîr edildi ki kısır akıl­lılar onlara şevk duysunlar da Hakk’a vuslat için hakikati anlayıncaya kadar ibâdetler ve tâatlarla uğraşarak bu yol ile Hakk’ı idrâk etsinler 4. Eğer böyle yapılmış olmasaydı Hakk yolu ihmâl edilmiş olurdu. Hakk yolunu ihmâl etmeyenleri de Hakk kendi yoluna hidayet eyler. Peygamber de bir hadîsinde: “İnsanların malik oldukları şeylerden uzak dur ki halk nazarında makbûl ve Allah’a mahsus büyüklük ve ululuk sıfat­larından sakın ki Allah nazarında mahbûb olasın” 5 demişler ve hidayete işaret etmişleridir.

Hulâsa, ilâhî yönden bildirilen va’d ve va’din hepsi haktır fakat iş onları gerçeği üzere anlamaktadır. Anlayan da hayvânlık mertebesin­den çıkıp insanlık mertebesine urûc eder.

E

CENNET VE ÂDEM

Cennet, melekût âleminden olduğu gibi Âdem aleyhisselâmın on­dan ihraç edilmesi de derece derece tekâsüf ederek en nihayet şu sureti almasından ibarettir. “Âdem cennetten çıkmış ve esfele inmiş ve yine cennete gidecektir” sözleri de celâl ve cemâlin daima birbirini peşlediğine işarettir. Cemâlde iken cennettir, celâlde iken de cehennemdir. Me­lekût âleminde cemâlde iken devran nisbeti ile cemâlin gölgesi olan ce­lâle tenezzül yani devranın nisbeti olan esfele gelip nice binlerle şekil­lerden sonra nihayet Âdem suretini kazanması 6 cennet; ve “Biz Âdem oğullarını mükerrem kıldık” 7 âyetinde işaret edildiğine göre insan o suretin hakikatini ve Âdemin ne sebeple mükerrem olduğunu yani kendisini Âdem sureti ile mütenasip ve fakat Hakk’tan ibaret oldu­ğunu bilmezse hayvânlık derekesinde esfelde kalacağından cehennem; ve bu sebep ve suretlerle kendisini buluncaya kadar devranındaki seyra­nı daima esfel ve kendisini bildikten sonra esfelden a’lâya yükselmesi de cennet olduğuna göre, cehennemden cennete dâhil oldu demektir 8.

F

CENNET, CEHENNEM, MELEKLER

Cennet ile cehenneme ve bunların açıklamalarına ait sözler ve ma’nâlar çoktur fakat o ma’nâlar câhillerin kafalarında yerleşmiş olan ma’nâlardan başkadır.

Meleklere gelince, melekler de melekût âlemindendir ve bu görülüp tutulan ve mülk denen âlemin iç tarafında mevcutturlar. Çünkü me­lekût âlemi bu mahsûs âlemin bâtınından başka bir şey değildir 9.

Hayr meydana getiren kuvvetlere Melekler, Şer meydana getiren kuvvetlere de Şeytanlar ve İblisler denmiştir. Bazı insanlar, bu kuvvetlerden birisini tasavvur ve tahayyül ettiklerinde o şeyi kendi istidatları­na göre hissedilir bir şey suretinde görürler ve dolayısıyla diğer maddi eşya gibi onun da hakikaten hariçte mevcut bir şey olduğunu zan ve i’tikad ederler. Hâlbuki bu zan ve i’tikad gerçeğe aykırıdır. Çünkü tasav­vur olunan o şey hariçte değil yalnız o insanın hayâlî kuvvesinde mev­cuttur. Bu zan ve i’tikadın sebebi ise hayâle ait müşâhedenin hisse ait müşâhedeye ziyadesi ile benzemesinden ötürüdür 10. Hattâ bir insan bir şeye dikkatle baktıktan sonra gözlerini yumsa o şeyi zâhirde olduğu gibi hayâlen müşâhede eder; o şeyin ne şekilde, ne durumda ve ne key­fiyette olduğunu gözleriyle görür gibi görür.

Hakk’tan yüz çeviren fâsık ve inatçı bir kimseye de Şeytan adı verilir. Vehimlerden ve bâtıl şeylerden, tamamen sıyrılmış bir kalbe malik olan iyi bir insan da hazan uykusunda gelecekte zuhur edecek şeyleri aynen görür.

 G

EL-CİNNE

Kur’ân’da “El-Cinne” diye bir ta’bîr vardır. Bu ta’bîr meleklere, şeytanlara ve iblise şamil bir ta’bîrdir ki bunların hepsi de cisimler âle­minden olmayıp, ruhlar âlemindendir. Ruhlar âlemi ise cisimlerdeki küllî ve cüz’î kuvvetlerden ibarettir.

Bu “El-Cinne” kelimesinin meleklere ve şeytanlara şamil olmasına delil olarak da Kur’ân’da şu âyeti gösterebiliriz: “Kâfirler Allah ile cin arasında nisbet ispat ettiler. Cinlerin Allah’ın kızları olduğuna kail oldular.”11. Hâlbuki kâfirler, Allah’ın kızları namını cinlere ve şey­tanlara değil belki meleklere verdiklerinden bu âyet “El-Cinne” sözünün delillerinden bulunduğunu kesinlikle ifâde eder.

Gerçekte, bunların hepsi de izâfî küllî ruhtandır, bir ruhtur, bir kuvvettir. Mertebeler bakımından şekillerin ve sıfatların çoğalması yüzün­den her çoğalanın şekline, istidadına göre hâsıl olan kuvvet cüz’lerinin her biri birer isimle anılmıştır. Bu cüz’lerden her biri aldığı ada göre istidada sahiptir ve harekettedir.

İnsanları Allah’a yaklaştıran kuvvetlere melekler ve Allah’tan uzaklaştırıp dünyaya yaklaştıran kuvvetlere de şeytanlar adı verilmiştir.12

H

CİNNET

Bu noktada, ilişkisi dolayısıyla cinnet kelimesine de kısaca dokunalım.

Cinnet yani delilik, esasta iki türlüdür fakat nisbetleri ile yetmiş türlüdür demişlerdir.

Esasla ilgili olan cinnetin birincisi şuûrun az çok noksanlığı, muvâzenesizliği, dimağdaki sakatlıklar, beyindeki girinti ve çıkıntılardaki âhizelerin bozukluğu gibi şeyler hasebiyle idrâkin noksanlığından ibarettir.13

Cinnetin ikincisi ise şuûrun maddesine yani beyne nisbetle fazlalığı ve bu sebeple idrâkin şiddetinden âdî muvâzeneleri terk 14 ile nisbetlerin üstündeki küllî hakikatlere nüfuz ederek ebedî zevk ile zevklen­mektir ki işte bu da bir nevi cinnettir. Tasavvuf dilinde bu gibilere Mecnun, Meczup denildiği bilinmektedir. Hâlbuki bu gibi kimselere âdî birer deli gibi bakanlardır ki gerçek birer delidirler. Çünkü hay­vânların şuûr ve idrâkleri insanların karşısında ne derece noksan ise halkın şuûr ve idrâkleri de bu gibi deli dediklerine karşı o nisbette noksandır.15 Vâkıâ Âdem suretinde olan varlıklarda tam şuûrdan da söz edilmez. Çünkü tam şuûr sahibi ancak küllî kudrettir. Tikel varlıkların şuûru ancak birbirlerine nazaran az veya çoktur. Şuûr ve zekâ’nın azlığı ve çokluğu da ilim ile ve ilmî eserlerle ölçülür. İnsanın akıl derecesi, ilminde ve eserinde görülür. Ziya Paşanın şu beyit’i ne ka­dar yerindedir:

“Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

İşte böyle bir cinnet de cennet sayılır.

İ

CENNETİN KAPILARI

Cennetin sekiz kapısı olduğu söylenir ki bu şöyle açıklanabilir:

Arş, cennetin çatısı; sâbit yıldızların feleği de cennetin zemînidir. Buna karşılık, sâbit yıldızların feleğinin dibi de cehennemin çatısıdır.

Binaenaleyh, bu ikisinin altında bulunan feleklerden her biri bir “kapı” sayılır. Bu hâlde cennetin sekiz ve cehennemin de yedi kapısı ol­duğu meydana çıkar.

Arşın yani Atlas feleğinin altında sekiz felek vardır ki bunlar sâbitelerin feleği ile Zuhâl, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarid, Ay felekleridir. Sâbiteler feleğinin dibi cehennemin çatısı olunca onun altında ge­riye yedi felek kalır ve her felek bir kapı i’tibâr olunur. Bu hâlde de yu­karıda dediğimiz gibi cennetin sekiz, cehennemin de yedi kapısı olduğu meydana çıkar 16. Burada şu âyete de işaret edebiliriz: “O, âyetlerimizi tekzîb ve onlarla amel ve i’tikadı şânlarına yediremeyenlere cennetin kapıları olan Semalar açılmaz” 17.

J

“LÂ İLÂHE İLLALLAH” DİYEN CENNETE GİRER

Peygamberimiz “Lâ ilâhe illallah” diyenin cennete gireceğini müjdelemiştir. Biz bu güzel sözü şöylece tefsîr edebiliriz:

  1. Her şeyden önce buradaki cennetten murâd hûrîlerle, kasırlarla süslenmiş olan sevap kapısıdır ki Cennetin meşhur ma’nâsı da budur.
  2. Buradaki cennet, emniyet bulma hâletinden kinayedir. Kâfir­ler her türlü eziyetlerle ve hattâ öldürülmekle azaba uğratıldıkları, İs­lâm olanlar ise bu azaptan kurtuldukları için Peygamberimiz bu söz ile “Tevhîd”i dile getirenin bu azaptan kurtulup cennetin emniyet kale­sine dâhil olacağına ima ve bahçe demek olan Cenneti o emniyet ka­lesi hâletinden kinaye kılmıştır.
  3. Buradaki cennet örtü ve siper ma’nâsına olup hadîs, tevhîd ke­limesini söyleyen kimsenin kendisini her türlü gaile ve musibetlerden korumuş olacağı anlamınadır.
  4. Buradaki cennet veche ait cennet, daha açıkça “Zâta Ait Cen­net” olup hâdis, “cisimler ve ruhlar” âlemlerinde veya “Gayb ve Şahâdet” âlemlerinde Allah’tan başka bir mevcut olmadığını bilen kimse Sübhânın yüzü cennetine ve ilâhî zâta dâhil ve vâsıl olur anlamınadır.
  5. Buradaki cennetten maksat cennete ait yani “Zâta” ait ebedî vü­cûd olup hâdis fenâfillah mertebesine ulaşan kimse cehenneme ait zulmânî vücûttan kurtulup cennete ait nûrânî ve ebedî vücûda dâhil olur anlamınadır 18.
  6. Buradaki cennet şerefli mertebeler, yüksek makamlar ma’nâsı­na olup hâdis, tevhîd kelimesini söyleyen, bu şerefli kemâllere ve yüksek mertebelere nâil olur anlamındadır. Zira “Allah Birdir” diyen bir kimse aşağı ve süflî hâlinden sıyrılıp şerefli bir hâlete girmiş olur 20.

Dünyada olsun âhirette olsun her şerefli hâlete cennet denmesi doğ­ru olduğu gibi her çirkin ve rezîl hâlete de cehennem, ateş denmesi doğ­rudur.

Ve yine yukarıdaki açıklamalarımıza dayanarak diyeceğiz ki Semavi kitaplarda yani gerek Tevrat’ta gerek İncil’de ve gerek Kur’ân’da birer türlü vasf olunan hûriler ve kasırlar 21 ve diğer şeyler hep bu yukarıda say­dığımız şeylerin suretlerine hami edilmiştir. Buna, sâdık rü’yâlar bile birer delildir. Meselâ, uykusunda kendisini bir bahçede yüksek bir köşkte gören bir insan bir müddet sonra mutlaka yüksek bir mertebeye nâil olur. Uyku denilen şey de küçük bir ölümden ibaret bulunduğun­dan uykudaki müşâhedelerin âhiret müşâhedeleri cinsinden olması ge­rekir. İş böyle olunca Semavi kitaplara da zikir ve vasf olunan cennetler, hûriler, kasırlar, cehennemler, ateşler, azaplar ve diğer şeylerin her birinin de kendisine münasip bir makama ve bir hâlete işaret olduğu da ortaya çıkar.

7- Buradaki cennet örtülü ma’nâsına olup 22 hâdis, tevhîd keli­mesini söyleyen kimse duyulur ve görülür âlemden çıkıp duyulur ve görülür olmayan âleme dâhil olur. Yani zâhirî his ile his olunan put­lara ibâdetten fariğ olarak his ile idrâk olunmayan zâta ibâdet ile meş­gul olur anlamınadır.

İşte cenneti bu yedi rütbeli açıklamamızla yine Peygamberin “Kur’ân içten içe yedi ma’nâ üzeredir” sözü ile bildirdiği yedi anlama da işaret etmiş olduk 23.

Bu hadîs, lâfzı az fakat anlamı çok (Cevâmi’-ül-Kelim) sözlerden olduğu için halk ondan vukuu mümkün olmayan bir takım şeyler anla­mış ve bu da Allah için “İlimde rüsûh sahibi olanlar”dan 24 mâadâ kimsenin bilemeyeceği bir hikmete bina kılınmıştır ki bütün umuma karşı vârid olan Şeriatın da 25 böyle olması maslahat gereğidir. Bazı kim­seler şeriatta, vahiyde eğrilik büğrülük görüyorlarsa da bu eğrilik büğrülük vahiyde, şeriatta değil belki onların kendi his ve idrâklerindedir 26.

Velhâsıl cennetin ma’nâsı çoktur, zâhir ve bâtın her iyiliğe nisbettir.

Cennet, başlıca iki kısma ayrılır: veche, zâta ait cennet ve firdevse ait cennet.

Zâta ait cennet ruhânî ve cismânî, gayb ve şühûd âlemlerinde Allah’tan başka bir mevcut olmadığını bilmektir ve bunu böylece bilen kim­se Sübhânın yüzü cennetine ve ilâhî zâta dâhil ve vâsıl olur.

Firdevse ait cennette, bâkî olan vücûd cennetidir ve Allah’ta fânî olma mertebesine vâsıl olanın zulmânî olan vücûd cehenneminden yani câhillikten kurtulup Allah’ın bâkî olan vücûdu ile bâkî olması demektir.

Cennete girmek, şerefli mertebelere ve yüksek makamlara nâil olmaktır. Nisbette her âdî ve çirkin hâlete cehennem dendiği gibi her şe­refli hâle ve yüksek mertebeye de cennet denir. Kısaca yükseklik cennet, aşağılık cehennemdir.

Allah’ı birlemek, herkesin iştirâk edeceği şerefli bir hâlet olmakla cennet ve birlememek de aşağılık bir hâlet olduğundan, hakikati öğre­nip Allah’ı birleyenler aşağılıktan kurtulup şerefe ulaşmış yani cehen­nemden kurtulup cennete girmiş olurlar.

Bir cümle ile ifâde edersek, dünyada olsun âhirette olsun, her şeref­li ve yüksek hâle cennet demek doğru olduğu gibi her aşağılık ve çirkin hâle de cehennem demek doğrudur. Azap ve zevk denen şeyler de kendi­lerine münasip bir takım makam ve hâlete işarettirler.

Başka bir deyişle suret akla ait de olsa, hakikatin ayni değildir. Suretler, şuûrların ve idrâklerin başkalığı dolayısıyla hakikatin bir takım giyinişleri ve mazâhiridir. Gerçi hakikat zâtî birlik üzeredir fa­kat bazen kişilerin suretleri gibi hükümleri başka başka olan çoğal­mış şeylerde, bazen de akla ait suret gibi tek bir surette görünür 27.  Nasıl ki bir yerde surette başka başka olan iki hakikat diğer bir yerde birleşebilir: ilim ve süt hakikatleri gibi ki uyanıklık hâlinde ilmin sureti arazî bir suret ve sütün sureti cevherî bir suret ol­duğu hâlde rü’yâda ikisinin sureti de cevherî surettir 28. Bazen de ayni bir yerde iki hakikatten her biri kendine mahsus bir suretle zu­hur ettiği hâlde, diğer bir yerde bunlardan her biri diğerinin ilk yerde zuhur ettiği suretle zâhir olur. Gülmek ve ağlamak hakikatleri gibi ki uyanıklık hâlinde gülmek kendine mahsus gülmek suretinde, ağ­lamak da kendine mahsus ağlamak suretinde zuhur etmekte iken rü’yâ hâlinde tamamen tersine olarak bunlardan gülmek ağlamak suretin­de, ağlamak da gülmek suretinde zuhur etmektedir. Rü’yâ ta’bîri il­minde egzersizlerle bilinen diğer işleri de buna kıyaslamak gerekir.

Şimdi âhiretin hakikati de dünyaya ait neş’ede arazî olan mahsûs suretlerle zâhir ve şahıslarla kaim olan amellerin ve ahlâkın Hakk’ın Şeriatında tafsîl olunduğu vech ile uhrevî neş’ede o neş’e hükümlerinin gereği olup 29 önceki suretlere aykırı bir takım cevherî suretlerde zuhurundan ibarettir. Böyle olmakla, cehennemin şimdiki zamanda kâfirleri kaplamış olduğuna 30 açıkça delâlet eden âyeti, dış anlamından dön­dürüp başkalaştırmaya lüzum yoktur 31. Çünkü Şeriat kurucunun (Şâri’) inzâr ve ihbar ettiği va’d edilmiş suretlerde zuhur edecek olan ce­hennem işte bu dünyaya ait neş’ede kâfirleri kaplamış rezîlâne ahlâk ve bâtıl i’tikadlardan ibarettir. Fakat o korkunç suretler 32 bu neş’ede suret etmediği, kâfirler de câhilliklerinin çokluğundan dolayı eşyanın hakikatlerini ancak suretleri ile bilebildikleri için onlar kendileri ile kaim ve kendilerini kaplamış olan rezîl ahlâk ve bâtıl inançların ayni ce­hennem olduğunu bilmezler. Ama hakikatlere ârif olan kudsî nefs sa­hipleri gerçeği bilicidirler. Çünkü kudsî nefsi, bir şe’n ile iştigal diğer bir şe’n ile iştigalden ve bir yerin hâllerini algılamak diğer bir yerin hâllerini algılamaktan men’ etmez.

“Dünya âhiretin tarlasıdır” hadîsince de âşikâr olduğu gibi dünyada elde edilen ilim, ameller ve ahlâk, cennet ve cehennemin maddesi hük­münde olup o yerde cennet ve cehennem ve bunlar da lezzetler ve keder­ler suretlerinde zuhur edecektir 33.

Tekrar edelim ki hakikat suretten başkadır ve hadd-i zâtinde kendi­leri için tecellî etmekte olduğu suretlerden sıyrılmıştır. Hakikat faz­lalaşması ve çoğalması kabil olmayan tek bir şeyden ibarettir ve çeşitli yerlerde, çeşitli suretlerle zuhur ve tecellî etmektedir. Suretler, birbir­lerine kesinlikle aykırı iseler de bu aykırılık ancak bulundukları eser­lerin gerekliliklerinden ötürüdür. Kısaca, çeşitli suretlerle tecellî eden şey tek bir hakikatten ibarettir 34.

Bu konuda sonuç şudur: insan dünyada hakikati tefekkür ve riyâzât dercesine göre, dünya cenneti olan ilâhî bilgi 35 bahçelerinde, onun ebedî nimetleri ve zevklerine gark olmuş bir hâlde bulunur. Eğer insan, bu dünya cennetinin tamamına ulaşmak isterse gerek kâinâttaki olay­larda gerekse kendindeki beşerî hallerde hep her şeyi takdîr edici kadir Mevlâ’yı düşünmeli ve onun varlığından bir ân bile gaflet etmemeli­dir. İşte ancak dünyada ilâhî bilgiye sahip olup dünya cennetine girmiş olan kimsedir ki dünyadan göçtükten sonra da âhiret cennetine gire­bilecektir. Çünkü âhiret, dünyanın tarlasıdır. Ve böyle kimseler için dünya cehenneminden ve hâllerinden ürkmek söz konusu olmadığı gibi âhiret cehenneminden ve hâllerinden ürkmek de söz konusu değil­dir. İlâhî bilgiye sahip olmayan kimseler ise daha dünyada iken en güzel şeyi ve cenneti tanımamış, dolayısıyla dünya cennetine girmemiş ola­cakları için bu cennetin devamı olan âhiret cennetine de giremeyecekleri dolayısıyla ebedî zevkten ve mutluluktan da yoksun kalacakları pek açıktır.

K

MELEKLER VE ŞEYTAN

Cennet ve cehennem meselesi dolayısıyla Meleklere ve Şeytana da burada kısaca işaret edelim:

Melekler göklerde, yerde, unsurlarda mevcut olup kendilerinden daima eserler zuhur etmekte olan tabii kuvvetlerdir.

Meleklerin Allah’a ibâdetten bir ân hâlî kalmamaları ve ezelî ve ebedî tesbîhleri de kendilerinden sürekli olarak eserlerin sudûr ve zu­hur etmesinden ibarettir ki bu yolda Kur’ân’da da şu âyete işaret ede­biliriz: “Hiç bir varlık yoktur ki kendi hamdi ile tesbîh etmiş olma­sın” 36.

Ve yine, insanın damarlarında bulunduğu kabul edilen Şeytan da insanı hayvânî iştihalara sürükleyen dolayısıyla dine, hakka ve hakikate daima karşı koyan tabii kuvvetlerden ve vehmî kuvvetlerden iba­rettir ve “Şeytan insanın damarında akan kandadır.”37 sözü de buna işarettir.

Kısaca melekler de şeytan da küllî ve cüz’î kuvvetlerden ibarettir. İnsanı Hakk’a yaklaştıran kuvvetlere Melekler ve Allah’tan uzaklaştıran kuvvetlere de Şeytanlar denilmiştir 38.

Melekler hakkında halk arasında pek yaygın olan bir mesele de yağmurun gökten melekler vasıtası ile indiğidir. Bunun gerçeğini kısa­ca açıklarsak diyeceğiz ki: yağmur damlalarından her bir damlanın mutlaka bir sebebi vardır ve damla ancak o sebeple yeryüzünde şura­ya veya buraya düşer. Bu sebep de yağmur damlasının yere düşüşünün tam illetidir ve o yağmur damlasını şuraya veya buraya indiren melek de işte o “Sebep”ten, o “Kuvvet”ten ibarettir.

Bununla beraber, her yağmur damlasının vücûdunu teşkil eden her zerreden bir zerre için de bir sebep ve bir kuvvet vardır ki bunlar arasında (yaşlık, hararet, soğukluk, letâfet, kesâfet, istidat…) gibi şey­leri sayabiliriz. İşte, bu gibi sebepler ve kuvvetlerle yağmur damla hâli­ne girer.

Şu halde, her yağmur damlası için bir melek vardır veya her yağmur damlası için bir takım melekler vardır sözleri de doğrudur. Çünkü birincisi yağmur damlasının düşüşünün tam illetidir; ikincisi de yağmur damlasının vücûdunun tam illetidir.

Kısaca her kuvvet birer suretle temessül edebilir ve o surete de Me­lek 39 namı verilir. Meleklerin en mühimleri ve meşhurları da dört ta­nedir: Cebrâil, Mîkâîl, İsrâfîl, Azrâil. Bunlardan Azrâil, insanların ca­nını almakla görevli olduğundan “Ölüm Meleği-Melek’ül-Mevt” diye de adlanmıştır ve insanların bunun elinden ölmeleri mukadderdir.

L

ÖLÜM NEDİR?

Ölüm, bu bedende bulunan bir cevherin her hangi bir suretle ve her hangi bir ânda bedenden ayrılmasıdır ki o cevher o bedende, o suret­te zuhur etmiş olan mutlak vücûttan ibarettir.

Mutlak vücûd, vücudun yok olmasıyla yok olmaz 40. Mutlak vücûd, sonsuz olarak bâkîdir ve kendisinde eşyanın suretleri de sürekli olarak birbirini peşleyicidir. Çünkü bu cevherin kendi kendine bir taayyünü yoktur. Bundan ötürü, her zaman kendisi için bir suretin bulunması zorunlu bir keyfiyettir. Öyle ise bu cevher, nasıl olursa olsun, her hangi bir suretten hâlî değildir.

Cenâb-ı Hakk önce bir cevher yaratmıştır, sonra da o cevherden bu âlemi halk ve îcâd etmiştir sözü meşhur filozoflarca ileri sürülmüştür ve herkesçe de bilinmektedir. Fakat bunun hakiki ma’nâsı herkesin san­dığı gibi değildir. Bunun hakiki ma’nâsını bilebilmek için “Cevher” ke­limesinden ne kastedildiğini bilmek lâzımdır.

Cevherden murâd Hakk’ın suretidir, ilk önce kendisinde zuhur et­miş olan “İlk” mevcuttur. Şu hâlde, yukarıdaki sözün anlamı da: Cenâb-ı Hakk ilk önce basît bir surette zuhur eyledi, sonra da o suretten diğer suretler dallanıp ayrılarak nihayet şu âlemler meydana geldi demek olacaktır.41

M

ÖLÜ HER ŞEYİ GÖRÜR

Ölü her şeyi görücüdür.42 Zira onun gözü keskin, görüşü hatasız ve kuvvetlidir. Çünkü cesetle olan hayatında kendisinde nisbî olarak bulunan tabii zulmânî örtüler, maddi ve nefsânî sıfatlar ve insanlara mahsus bulanıklıklar artık ondan kalkmıştır. Bundan böyle o “Siz ne­rede iseniz ben sizinle beraberim” 43 âyeti gereğince Hakk ile maiyyette olan kimsenin “Yakınlık”ını müşâhede eder.

Çünkü onun gözünden bütün perdeler kaldırılmıştır. Bu konuda özellikle, şu âyete işaret edebiliriz: “Artık üzerinden perdeyi kaldır­dık. Bugün gözün keskindir” 44 ve bu söz “Bu dünyada kör olan âhirette de kördür…”45 sözüne aykırı değildir. Zira kör diye, kendisini hidayete çağıran ve mutlak Rabbin tecellîgâhı olan kâmil insanın davetine kulak asmayan kimseye derler.

Perdelerin kalkması yolunda ölülerden her birinin göz keskinliği de onların aynî suretlerinde mütecellî olup hükmü ve etkisi altında gir­dikleri kendilerine hâss Rablerine nisbetledir. Perdelerin kalkması, et gözü “Basar” ile görme hakkındadır; körlük de kalb gözü “Basiret” ile görme yani idrâk hakkındadır.46 Bu konuda da şu âyete işaret edebili­riz: “Hiç şüphe yoktur ki, kör olan gözler değil fakat sînelerdeki kalb­lerdir” 47.

Suret bakımından ister ölü ister canlı olsun gerek cesette, gerek ruhta, Hakk daima beraberdir. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Allah: “Ben daima sizinle beraberim.” demektedir 48.

N

DÜNYA VE ÂHİRETİN GERÇEK ANLAMI

Var olma ve yok olma 49 “Madde”den bir suretin kaybolması ile diğer bir suretin sonradan onun yerini almasından ibarettir. Ve bu da ezelî ve ebedîdir. İşte bütün varlık ve olaylar bu esasa bağlıdır.50 Varlıktaki maddiyat ve ruhiyat yani letâfet ve kesâfet farkı 51 idrâk derecelerinden ibarettir. Şekiller, renkler, hareketler, zamanlar, evvel, âhir, zâhir, bâtın gibi birçok sıfatlar ve mertebeler 52 hep bu esasın nisbetleri ve dallarıdır. Görüşler, telâkkiler, zanlar, i’tikadlar hep idrâk derecelerine bağlıdır.

Bu esasa binâen, dünya ve âhiret de i’tibârî bir keyfiyet olup zâhir suretlerde “Fânî Dünya”, bâtın surette de “Âhiret ve Ukbâ”dır.

Dünya ve âhiretin ikisi de ezelen 53 ve ebeden mevcuttur. Fakat i’tibâr galibe yani esasa olduğundan, dünya “Fânî” ve âhiret 54 de “Bâkî” telâkki edilir. İslâm dünyasında müspet ilim yolunda yürüyen âlimler dünyaya ait hükümleri, hukukçular (Fakîhler) da dünyevî mesele­lere ait hukukî hükümleri müspet ilimlerle birlikte Kitap ve Sün­netten de istinbât ettikleri gibi, âhiret âlimleri de âhirete müteallik iş­leri ve vakaları yine müspet ilimlerle birlikte Kitap ve Sünnetten istin­bât etmişlerdir. Bundan ötürü de zâhir ve bâtın hakikate ait ma’­nâları bilen hakikat âlimlerine, terimde “İki Taraflı- Zülcenâheyn” denmiştir 55.

İşte, bundan ötürü de bu iki taraflı âlimlerin eserlerini diğer tek taraflı eserlerden üstün tutmak ve onları anlamaya çalışmak hakikat yolcuları için şarttır. Fakat bu kitapları okuyup anlamaya çalışma şartından daha önce de bu kitapları anlayabilmek için böyle iki taraflı olan gerçek âlimlerden ders görmek şarttır. Ve işte ilimde tevazu da 56 bunun için zorunludur. Ben de okuduğumu anlarım, ben de o âlimler gibi âlimim diyebilmek için her şeyden önce, gerçekten iki yönlü ilim sahibi olmak zorunludur.