II. YEDİ RUHSAL YÜKSELİŞ

Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe

İnsanın kendi nefsini bilebilmesi için her şeyden önce yedi tavırdan yani yedi ruhsal yükseliş mertebesinden sıra ile geçmesi gereklidir. Bu mertebeler şunlardır:

BİRİNCİ RUHSAL YÜKSELİŞ

İnsan iki şeyden bireşiktir: ruh ve beden.

Ruh, insanın paralanmaz ve bölünmez olan varlığı, beden de para­lanır ve bölünür olan varlığıdır. Fakat bu iki varlığı birbirinden ayır­mak da imkânsızdır.

İnsanın kendine ait tikel ruhu onun bedeninin yani maddi var­lığının kullanıcısı ve idare edicisidir. Bu bedeni kullanıcı ve idare edici olan ruha nâtık nefs veya akıl da derler. Bu ruha veya akla ayni zamanda kalb de derler, sır da derler. Gerçekte ve birlik ehline göre bü­tün bu ayrı ayrı adların hepsi ayni bir şeyi deyimler, ayni bir şeyin çeşit­li adlarıdır. O şey sıfatı değiştikçe, o sıfatı i’tibârında başka bir ad ile adlanır.

İnsanın tikel ruhu, onun bedenini yani maddi varlığını hem dıştan hem de içten kullanır ve idare eder fakat o, bedenin ne dışında ne de içindedir. Onun ne bir nişanı ne de özel bir mekânı vardır. Vücudun nere­sine parmak basılsa bu ruh, bütünlüğü ile oradadır. Yani ruh hem bedenin sadece şu veya bu yerinde değildir hem de her yerindedir. Çün­kü onun için bölünme ve paralanma söz konusu değildir. Bu sebeple de insanın elinden tutan, gözünden bakan, dilinden söyleyen, ayağından yürüyen, kulağından duyan,1 kısaca insanın her bir organında o organı kullanan ve idare eden odur. Ruh, bedenin parçalarından her bir parça­da kendi zâtı ile ve bütünlüğü ile mevcut olup bütün bedeni kaplamış olmakla beraber, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o yine de bedenin parçalarından sıyrılmıştır, onlara muhtaç değildir. Çünkü insanın be­deninin parçalarından biri ve meselâ parmağı veya eli veya ayağı kopsa veya kesilse ruh için hiç bir noksanlık ve yok olma söz konusu olamaz; o, yine bedendeki merkezinde kendi zâtı ile kaim ve dâimdir. Yalnız bu kadarla da değil; insanın bedeni toptan yok olsa da yani insan ölse de ruha hiç bir noksanlık gelmez ve o hiç bir suretle yok olmaz.

İşte, insanın kendi ruhu hakkında böyle bir bilgiye sahip olması birinci tavır, birinci ruhsal yükseliştir. Burada şu ayete işaret edebiliriz: “Ölü iken dirilttiğimiz insanlar arasında yürümesi için aydınlık ver­diğimiz kimse zifiri karanlıklarda kalan kimse gibi midir?”.2

İKİNCİ RUHSAL YÜKSELİŞ

Bu ikinci yükseliş için insan kendi dışındaki yani kâinâttaki tümel ruha bakmalı ve kendinin tikel ruhu gibi, kendi dışındaki bütün âleme ait tümel ruhun da cisim ve cismânî olmadığını, bütün yerlerin ve gök­lerin yalnız içinde de ve yalnız dışında da bulunmadığını, bununla bera­ber bütün varlığı kapladığını ve idare ve tasarruf ettiğini ve kendisine oranla yükseklerin en yükseğinin alçakların en alçağı ile 3 beraber olup her mertebede zâtı ile ve bütünlüğü ile mevcut olduğunu, paralan­mayı ve bölünmeyi kabul etmediğini, bütün yerler ve gökler yok olup gitseler de ona hiç bir suretle yokluk gelemeyeceğini, bu sebeple de ona İzafi Tümel Akıl ve İzafi Tümel Ruh dendiğini, bu İzafi Tümel Akıl ve­ya Ruhun da Allah’ın Halifesinden ibaret bulunduğunu bilmelidir. Al­lah’ın Halifesi olan bu Tümel Akıl veya Ruh, âlemi aydınlatan güneşe benzer ki güneş, nasıl ki âlemdeki bütün binaları pencerelerine göre aydınlatır ve binaların yıkılmasıyla güneş için asla bir yokluk söz konusu ola­mazsa, bu ruh da Allah’ın yarattığı hayvânların ve insanların hepsine hayat verir ve hepsini idare ve tasarruf eder ve bütün canlılar ölse de bu İzafi Ruh bulunduğu hâl üzere dâim ve kaim ve merkezinde sâbit kalır.

İşte, insanın kendi tikel ruhundan sonra kendi dışındaki âleme ait tümel ruh hakkında böyle bir bilgiye sahip olması da ikinci tavır, ikinci ruhsal yükseliştir. Burada şu âyete işaret edebiliriz: “Biz onlara âyet­lerimizi ufuklarda da, kendi öz canlarında da göstereceğiz”.4

ÜÇÜNCÜ RUHSAL YÜKSELİŞ

İnsan, kendi tikel ruhunu ve âlemin tümel ruhunu, yukarıda açıkla­dığımız şekilde bildikten sonra kendi tikel ruhunu âleme ait tümel ruh­ta fânî kılar ve kendisinin izafi tümel ruhla canlı ve zinde olduğunu bi­lir ve öyle olursa, başka bir deyişle insan kendi tikel ruhunun tümel ruh ve tikel aklının tümel akıl olduğunu Hakk’a ait yakin (Hakk-el-yakin) ile bilir ve görürse 5 böyle bir bilgiye sahip olmak da üçüncü ruhsal yük­seliştir.

DÖRDÜNCÜ RUHSAL YÜKSELİŞ

Bu yükselişte insan, kendi tikel ruhunu âleme ait izafi tümel ruhta fânî ve bu izafi tümel ruhu da Allah’ın zâtında fânî görüp tikellikten ve tümellikten kurtulmalı ve bütün fiillerin Hakk’ın fiilinde, bütün isimlerin ve sıfatların Hakk’ın isimleri ve sıfatlarında ve bütün zâtların Hakk’ın zâtında fânî olduğunu ilme ve Hakk’a ait yakin (İlm-el-yakin ve Hakk-el-yakin) ile bilip görmelidir. Bu makamda olan insan “Ondan baş­ka mevcut yoktur.”6, “Vücut cübbesi altında ondan başkası yoktur.”7 anlamlarını zevk ve hâl ile kavrar, “O gün, mülk kimindir? Bir olan, her şeye kadir ve hâkim olan Allah’ındır.”8 âyetinin anlamını da bilir ve dışta Hakk’tan başka varlık olmadığına ârif olur.

İşte insan, kendinin bir tikel ruhu bulunduğunu, âlemin de bir tü­mel ruhu olduğunu ve kendi tikel ruhunun âlemin tümel ruhunda fânî bulunduğunu ve üçüncü yükselişin, enfüse ve afâka ait ilk iki yükselişin toplamı (cem’i) olduğunu ve bu üç yükselişin de toptan Allah’ın zâtın­da fânî olduğunu hem ilmen hem de Hakk’a ait yakin ile bilirse böyle bir bilgiye sahip olma da dördüncü ruhsal yükseliştir.

BEŞİNCİ RUHSAL YÜKSELİŞ

Bundan önce açıklanan dört yükselişin dördünü de birbiri içinde ve topluca müşâhede etmek de beşinci ruhsal yükseliştir. Bu makama ulaşan insana da “İbn-ül-vakt” derler.9

ALTINCI RUHSAL YÜKSELİŞ

Bu altıncı ruhsal yükselişte insan, kendisinin her şeyin aynası oldu­ğunu, her şeyin kendisine bağlı bulunduğunu bilir ve dolayısıyla yalnız kendisini görür ve kendinden başka hiç bir şey göremez. Bu sebeple de “Bedenim içinde Hakk’tan başka kimse yok” ve “İki cihanda benden başka kimse yoktur.”10 der.

Başka bir deyişle, bu altıncı yükseliş merhalesinde insan, kendin­den başka varlıkları kendisine ayna ve kendisini de kendinden başka di­ğer bütün varlıklara ayna görür ve daha da ileri, ayna da ve aynadan görünen de kendi olur.

Bundan önceki yükseliş merhalesinde bulunan kimseye “İbn-ül-vakt” derlerdi. Bu merhaleye yükselen kimseye de “Ebu’l-vakt” derler. “İbn-ül-vakt” mertebesi sahibi “Allah’tan başka mevcut yoktur.”11 der­di. “Ebu’l-vakt” mertebesi sahibi ise “Benden başka mevcut yoktur.”12 der.

YEDİNCİ RUHSAL YÜKSELİŞ

Yedinci ruhsal yükseliş mertebesi, insanın tam ve tümel yokluk (fenâ’) ile sırf yokluk ve katıksız yokluk (fenâ’) mertebesine ulaşması,13 dolayısıyla beka ender beka hâsıl olup hiç bir hâl ve hiç bir makam ile vasıflanmaması ve müşâhedenin de bilginin de tamamıyla yok olup hiç bir suretle dile getirme ve söz etmenin kabil olmaması mertebesidir. Bu mertebede hiç bir suretle dile getirme ve söz etme mümkün olamaz. Çünkü bu makam, tüm yokluk makamıdır. Burada makam sözünü de açıklamak gerekir. Zira bu mertebenin sahibi için hiç bir makam ve ni­şan söz konusu olamaz. Bunu ancak zevk ehli olanlar zevkle bilebilirler.

İnsan, toplama (Cem’) makamı olan bu makama ulaştıktan sonra farka geldiğinde, artık ona Hakkanî vücut giydirilir. Yani hakikat yol­cusu Hakk’ın kendisine âriyet olarak verdiği elbisenin yani cesedin cüz’iyyette ve külliyyette yok olduğunu bilip ondan sıyrılmadıkça dünya ve dünya ziynetlerinden yüz çevirmedikçe ve hattâ kendinden de geçip ken­dini de yok etmedikçe Hakk ve hakikate ulaşamaz. Hakk ve hakikate ula­şanlara da artık Hakk’a ait vücûd giydirilir ve bunlar da bu vücûtla far­ka yol bulurlar; bu suretle de kendilerine, dolayısıyla da Hakk’a ârif olurlar.

Bu makamda esas bâtındır. (Fenâ’ ve Beka) da onun aslî vasıfla­rıdır. Lâkin dışa yani suretlere ve olaylara ait muameleler, bâtına ait muamelelerin de yardımcıları ve manevi yükselmelerin de sebepleridirler. Nitekim: ” Sizde ne varsa tükenir, Allahın nimetleri bâkîdir.”14 âyeti de buna delildir. Dehr denen âleme göçmeden önce âriyet verilen ve fânî olan libas ile o makamda bekaya ait kemâllerle ilgili bilgilerin ve sırların elde edilmesi keyfiyetine de şöyle işaret edilmiştir: “İnsan, za­mandan öyle devirler geçirdi ki bahse değer bir şey olmadı…biz insanı işitir ve görür kıldık; ona yolu gösterdik”.15 Yani o varlık, kâinât aynalarının aksi üzere kendi külliyyeti ile teşahhusu ile de kendinin aynası olmak suretiyle görünür. Çünkü Allah’ı yine Allah’tan baş­ka zikredecek yoktur.16

İşte, bu makam sahibi kendisinin hakikatine Hakk’la ârif olur ve bun­dan böyle de hiç bir mecazi inanca bağlanıp kalmaz.

Şimdi yukarıda açıklanan bu yedi yükselişten anlaşılması gereken şudur:

Gerek insanın vücudu içinde ve gerek insanın vücudu dışında, kâi­nâtta (enfüste ve afâkta), türlü tecellîler, cilveler gösteren tek bir zât, tek bir hakikattir, ondan başka yoktur. Bütün varlık bir tek can ve bir tek tendir. Bu tek olan zât ve hakikat hiç bir suretle bölünüp paralan­maz. Dışta bütün görünenler (mazâhir) onun yaratılmışı ve aletidir. Bu tek varlık, meydana çıkıp görünen her bir şeyde, o şeyler bütün isim­ler ve sıfatlarıyla bir zerre de olsalar, bütünlüğü ile görünür ve herkese inancına ve zannına göre görünür ve her mertebe, her mahal ve makam­da başka başka birer yüz gösterir. Dışta (zâhirde) olsun, içte (bâtında) olsun her bir şekil ve surette tasvir ve tasavvur edilmiş olan, her akılda düşünülmüş olan, her gönülde anlam olan, her kulakta duyulan ve her gözde görülen odur. Bu tek zât ve hakikat, bir yüzden tecellî edip görü­nür bir yüzden de kendisini yine kendisi görür. Dolayısıyla seven ve sevilen (Âşık ve Ma’şûk), isteyen ve istenen (Talip ve Matlup), İnanan ve İnanılan ve İnanış, bir ve ayni şeydir. Şu hâlde ârif olan insan, hiç bir özel inanca saplanıp kalmamalıdır. Bu gerçeği temsîlen söylenmiş pek yaygın bir hikâye vardır ki o da şudur:

Bazı körler Filin nasıl olduğunu merak etmişler ve Fili yoklamaya başlayarak kimi Filin kulağına, kimi ayağına, kimi karnına, kimi de hor­tumuna yapışmış. Filin kulağına yapışan, Fil sofra gibidir; Filin ayağına yapışan, Fil direk gibidir; Filin karnına yapışan, Fil, küp gibidir; Filin hortumuna yapışan da Fil boru gibidir demiş; yani körlerden her biri Fili yapıştıkları organları şeklinde sanmışlar ve bundan dolayı da birbirleriyle kavgaya başlamışlar.

İşte taklit ehli olanlar da bu körler gibidirler, yani özel ve belirli bir inanca bağlanıp kalmışlardır ve kendilerini bu inançtan kurtaramamışlardır. Fakat kendi hakikatinin ne olduğunu bilen Allah ârifleri, kendilerini belirli ve özel bir inanç ile kayd altına almazlar.

Bu noktada “lî mallahi vakt – benim Allah’la beraber bulunduğum bir vakit vardır” meselesi söz konusudur. Yani, Allah’la beraber bulu­nulan bu vakt, cüz’î isim sahibinin dairesi altındadır; cüz’î isim sahibi­nin küllî isim sahibine olan nisbetidir veya o ismin zâtî şuûn 17 ve i’ti­bârlarda son bulan usûlüdür; fenâ’ ve bekanın husûlüdür. Hakiki “Velâyet” 18 ve “İslâm”ın 19 husûlü ona bağlıdır. Meydana çıkıp görünüş, başlangıcın olan isim ile mütehakkık olmadıkça Müslüman ola­mazsın demektir.

Şimdi, insanın kendini etrafındaki yaratıkları ve dolayısıyla bu ya­ratıkları yaratanı bilebilmesi için yukarıda açıkladığımız yedi ruhsal yükseliş mertebesinden geçmekle beraber, insanın kendi nefsini hakkıyla bilebilmesi, Beş İlâhî Hazreti veya Yedi İniş (Tenezzülât) mertebesini bilmesine bağlıdır.