Birkaç Ses Birkaç Nefes Ek Notları

Melamilik ve Bektaşilik

1- Hakikat ehli için yüzdeki hatlar birer yazıdır ki bunlar bu yazıdan haberdar ol-mayanlar için gizlidir.
2- İnsânın her parçası kâinatı meydana getirir. Çünkü kâinat insân için yaratılmıştır; kudsî hadîste şöyle denmektedir: “Sen, sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım”.
Kâinatın her parçası Hakk’ın bir parçasıdır ve her parçadan Hakk’a varılır. Kâinat da insânda mündemiçtir.
İnsânın her bir parçasını, Hakk hikmet mayası ile mayalandırmıştır, yani insânın vücu-du büyük âlemdir ve hep o büyük hakikati, o büyük aşkı gösterir bir âbidedir.
3- İki göz bir görür, yalnız “Sirâcen”den maksat hayrı gören sağ gözdür; “Vehhacen”den maksat da kötülüğü gören sol gözdür.
4- Göz kapakları ile kirpiklere de “Fetahnâ” sûresi yazılmış; yani insân kirpiklerini açıp bakınca hakikati görmektedir ve görmelidir demektir.
“İnnâ fetahnâ..”nın hakikî ma’nâsı şudur: biz o çamuru öyle açtık ve öyle beyana ge-tirdik ki ondan “Adem” sureti meydana geldi. Âdem sureti de en güzel bir surettir. Çünkü gözden o sureti gören güzeldir. Bundan ötürü de o güzelin gördüğü şey de ki kendi yapısı¬dır, tabiatıyla güzel olacaktır.
5- Allah Kur’ân’da: “Biz insânı en güzel surette yarattık” buyurmuştur.
6- Ezelî yaratıcının insân resmini kudret kalemi ile tasvîr eylemesi demek “Nun vel-kalem ve mâ yasturûn” ile yani “Kün” emri ile tasvîr eylemesi demektir.
7- Yani, ben bu rumuzu yani çeşitli şekilleri, mertebeleri tahavvülleri, istihâleleri niçin yaptığını, hangi şekilden hangi çeşit zevk etmek istediğini “Esmâ”yı öğrenmekle bul-dum. İsimler, sıfatların isimleridir. Her sıfatın bir ismi vardır. Meselâ duvar taşlardan iba-rettir amma ona duvar diyoruz, taş demiyoruz. Hâlbuki hakikatte duvar ayni taştan başka değildir.
8- Bütün esmâyı ve müsemmâyı bildikten ve rumuzu anladıktan sonra öğrendim ki bütün bunları câmi olan kâmil insândır ve kâmil insân Hakk’tır. İnsân bir dergâh’tır ki on¬da bütün mevcûdâd vardır. Bütün mevcûdâd insân denen dergâh’ın zerrelerini teşkil eder.
9- Sübhânellezî esra “Subhâenellezî esrâ biabdihî el-leyle..” âyetine işarettir. Ya¬ni o Sübhân, kendi kulunu yani Muhammed’i gece vakti seyran ettirdi; ona bütün mevcûdiyeti, bütün varlığı gösterdi ki Muhammed’de yine o Hakk’tır, Muhammed suretinde bir cüz’iyyet göstermiştir. Başka bir deyişle, Hakk, kül olması bakımından yine kendi olan cüzü¬nü yine kendi olan külliyyetine yaklaştırmıştır. Esasen cüzler küllerine, asıllarına daima yak-laşmaktadırlar.
İnsânın başındaki saçları gecenin karanlığına benzetilmiştir ki saçlar insânın kafasını, yani beynini, aklını örtmektedir. Ve en nihayet o saçlar insâna güzellik veren madde-i aşk¬tan başka değildir. Saçlar, alelâde kıllardan ibaret değildir.
10- İnsânın yüzündeki çizgiler de, hatlar da Kur’ân’ın birer esrarıdır. Çünkü insânın
yüzü Kur’ân’ın “Fâtiha”sı gibidir ve bütün insân vücudu da Kur’ân gibidir. Nasıl, “Fâtiha”
suresi bütün Kur’ân’ın ma’nâ ve esrarını toplamış bulunuyorsa, insân vücudunun “Fâtiha”sı olan yüz de insânın bütün ma’nâsını, esrarını, ruhunu aks ettirmektedir.
İnsânın yüzündeki çizgileri, hatları okuyabilen bütün sırlara, bütün hakikatlere ârif olur. O çizgiler o insânın maddi varlığının ne olduğunu, ne olacağını, ne gibi mertebelere, tahavvüllere gireceğini gösterdiği gibi, onun ma’nevî varlığının da ne olduğunu ve ne ola¬cağını gösterir ve ispat eder. Ayni zamanda hem vücutta iken hem de vücuttan çıktıktan son¬ra da o insânın ne olacağını bildirir. Bu sebeple, yüzü iyi okumak gerektir.
İnsânın “Fâtiha”sı olan yüzdeki “Ben”ler, Fâtiha’nın noktalarını, kirpikler de Fâtiha’nın “Elif”lerini teşkil eder. “Elif” noktanın uzamış şeklinden, diğer harfler de “Elif”in değişik şekillerinden başka değildir. Dolayısıyla yüz alfabesi değişik harflerden mürekkeb olmasına rağmen ayni bir hakikati ifade ederler, ayni bir aşkı terennüm ederler ve ayni bir vîsâle var-maktadırlar.
11- Senin kaşların bir kokulu çiçek gibi yazılmıştır. O kaşlar ki “kaabe kavseyn”dir ve bin bir sırrı içermektedir. Ve bütün bunlar sana maddi bir güzellik verir, görenleri mest ve hayran eder. Nasıl etmesin ki senin yüzün Allah’ın defleridir ve sen onda yazılısın. Bütün aşkın, vîsâlin menbaı odur. Hakikat ondan gelir, ona gider.
12- Hakk’ı insaf etmek, Hakk’ı bütün makam ve mertebeleri ile tahavvül ve istihâleleri ile gerektiği şekilde bilip onun hakkında haksızlık etmemek demektir ki insân ancak o zaman Hakk’ın tâlîbi olmuş olur. Zira Allah’ın ve kendinin ne olduğunu gerçekten bilmiş olur. İşte ancak bu hâli ihrâz edendir ki irfânla lâf edebilir, böylece lâf etmeğe hak kazana¬bilir.
13- Hakk’ın yüzünü görmek için beyni şeffaf kılmış demek, hakikate hayal katmamak yani Hakk’ın yüzünü her yerde ve her şeyde görmek, yani her yerin ve her şeyin Hakk’ın yüzü olduğunu yakînen bilmek demektir. Beynin bu derece şeffaflığa kavuşturulması da tam bir bilgi ile mümkündür. Bu tam bilgiyi de sen telkin mayası ile al ve telkin mayası ile sat. Yani, bilgi sözle alınır ve sözle satılır. Gaybî’nin: “Sözsüz bu âlem Âdem bir anda târâc ola” dediği budur.
14- Aradığın kendin olduğun zaman, o dereceye ulaştığın zaman aynan saf olmuş olur. Yani nereye baksan hep Allah’ı, hep kendini görürsün.
15- İşte, bütün bunları yapan, yaptıran Allah’ın feyzidir. Çünkü o mutlak feyz sahi-bidir. Eğer onun feyzi olmasa hiç bir şey de olmaz. Hiçbir şey fiile, varlığa gelmez.
Allah’ın feyzi, nurları yapmıştır. Hakikatte nur bir ise de mertebeler dolayısıyla ço-ğalmıştır. Zira kendini bilmek ve sevmek için mertebeye nüzûl etmiştir.
16- Kur’ân’ın sırrı Âdem’dir. Çünkü Kur’ân’ın sâmit’i de nâtık’ı da Âdem’dir. Zira Âdem, bütün varlığı kendinde toplamıştır; bütün varlık ondan görünür, ondan okunur.
17- Rahmânın arşı da Âdem’dir. Arş’ın zâhiri ma’nâsı maddiyatın sınırıdır, maddiyat ile ma’neviyat arasında berzahtır.
Hakikatte ise Rahmânın Arşı insândır. Çünkü insânın bir yönü ruha, zâta; bir yönü de maddeyedir ve Âdem arada berzahtır.
18- Zât-ı Sübhân, Âdem’dir; çünkü “99” esmâ-ı hüsnâyı kendinde toplamıştır. İnsân bütün varlığı kendinde toplamış olması dolayısıyla bütün isimleri de ve müsemmâyı da ken-dinde toplamış olmaktadır. Bundan ötürüdür ki insânda bütün hayvanların da huyu vardır.
19- Âdem’in “Âhiret” olması varlığın mertebeleri bakımından en son gelmiş olmasın-dan ötürüdür. Vücutta iken de vücuttan çıktıktan sonra da “Âhiret” insândır.
Cennet de insândadır. Çünkü insân zâttan gelmiştir ve bütün mertebeleri toplamıştır. İşte o mertebelerden adım adım zâta yaklaştığı nisbette onun için cennettir.
Cennetten murad zevktir. Zevk de insân gibi tekâmül eden bir varlıkta bulunmazsa başka nerede bulunur?
20- Hazret, yani “Zât” insândan göründü. Âdem, zâtın bir nişanesidir, zâttır. Âdem hem ma’nâyı hem maddeyi toplamış olmakla zât da maddesiyle ma’nâsıyla Âdem’den gö-rünmüştür. Âdem, ayni zâttır.
21- Asıl kitab âlemdir ve o hep mevcûddur. Ancak, bizim onu okuyuşumuz nisbetinde taakub ve zaman hâsıl olmaktadır.
Kâinat kitabının satırları da hâdisattır ki lâyuad ve lâ yunsâdır.
22- Tabiat, “Levh-i Mahfuz”dur ki “Â’yân-ı Sâbite”dir. Bütün mevcûdiyet, varlık onda mündemiçtir ve bütün varlık odur, yani birdir. Tabiat veya tabîî demek, hep kendi demektir.
23- Tabiatta her cisim ma’nâlı bir lâfzdır. Gerek esmâ ve gerek müsemmâ bakımın¬dan her cisim bir ma’nâyı şâmildir.
24- Kudsî ruh benden başka bir şey değildir. Tecellî de dört unsur ile zâhir olmuştur. Fakat sen beni dört unsur olarak değil, kudsî ruh olarak gör.
25- Cümle nâsût-ı cihan feyzini benden alır. Zira ben kudsî ruhum, lâhutum. Nasıl ki bütün varlığı aydınlatan güneş bütün yakıcı zerreleri câmi bir makam ise ve bütün cihanı aydınlatmakta ise işte ben de o lâhutiyet makamıyım ki, o nur makamıyım ki gerek Gayb ve gerek Şühûd âlemi nurunu, feyzini benden alır.
26- Hakkı bilmek isteyenlere benim sözlerim “Salâ”dır, da’vettir, yani benim dilim Hakk’ın varlığını i’lân etmektedir.
27- Ben Hakk’ın zâtıyım. Vasfım da “Kul hüvalluhü ahad”tır. Yani, ben ne doğarım, ne doğurulurum, ben “Ahad”ım. Ümm’ül-Kitab olan vücudum “Gaybî” namına gelmiştir. Çoklukta ben “Gaybî” namıyla anılırım. Kitab benim vücudumdur. Kitab ta ben, Gaybî de benim.
28- Hâzır-ü nâzır sensin demek, işte Allah sensin demektir.
29- Ârifâne, yani doğru bakarsan, yani gerçeği bilerek bakarsan “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadîs’inin sırrını da anlarsın.
Hakk sana senden yakîndir. Zira sen şekilsin ve onun gölgesisin. Fakat o asıldır. Demek ki o sana senden yakındır. Çünkü senin aslın odur.
30- Ârifâne bakarsan, doğru bakarsan, yani sende sana senden yakîn olan Hakk’ı bulursan o zaman sen Hakk olur ve bu suretle de lâyezâle ermiş olursun.
31- Sen bir hayalsin ve hayal âlemindesin ve sen arada perdesin. Senin madden perde olmuştur.
32- Yüz dediğimiz, baş da dâhil olmak üzere bütünlüğü ile kafa sathıdır.
Kafada bulunan hücreler levh-i mahfuzdur. Orada ne varsa insân ona göre düşünür, ona göre görür. Bu levh-i mahfuzun şerhini de insânın sözü yapar. Orada olanı söz ifade eder. Çünkü orada bir şey olmasa söz hiç bir şey ifade edemez.
İşte, bütün kâinat ta bir levh-i mahfuzdur. Fotoğraf camı buna güzel bir misâldir. Hâ-diseler ve şekiller de kâinatı şerh ederler.
33- Sözümüz Kur’ân’dır, çünkü insân nâtık Kur’ân’dır.
Yüzümüz de rahmândır. Çünkü Allah insânı kendi suretinde yaratmıştır.
Ve yine Rahmân, hayat verici, feyz verici anlamınadır da. İnsânın yüzü Fâtihat’ül-Kitab olmakla Rahmânın tecellîsi bizim yüzümüzdür.
34- Eğer insân: “İnsân Kur’ân ile eştir” sözünün ne demek olduğunu bilmezse tabîî kemâle eremez.
35- İki kaş, dört kirpik ve bir saç yedi hattır ki bunlar anadandır. Yüzün iki yanındaki dört saç, iki bıyık ve bir de alt dudağa bitişik kıllar da yedi hattır ki bunlar da babadandır.
Bu yedi hat yirmi sekiz harfe işarettir ki Kur’ân harfleridir.
Bu hatlar Kur’ân’ın “Fâtiha”sı gibidir. Bu hatlar, zâttan çıkıyor ve okunup zât bilin¬sin ve zâta vîsâl hâsıl olsun içindir.
Bu siyah hatların yaptığı kırışıklıklar da beyaz hatlar i’tibar edilir ki hepsi otuz iki harf eder. Otuz iki harf de “Âdem” kelimesidir. Dişler de otuz ikidir ve dişlerden de ancak otuz iki ayrı ses çıkabilir.
Bu otuz ikiyi dörder dörder ayırırsak sekiz tane dört eder ve bu sekize asl olana “Bir”i eklersek dokuz eder. Dokuz sayısı bütün sayıları, yani sekize kadar olan bütün sayıları topla¬mıştır. Kâinatta ne varsa hep bu dokuz sayısının tekrarı ile sayılabilir.
Ve yine, bu dörder dörder ayırma keyfiyeti de insânın Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi dört kitaba işaret olduğunu gösterir.
Yüzümüzde burun hizasından geçmek üzere “nitekim geçmektedir” bir hat çizersek bu hat “Hatttı- Üstüvâ”ya delildir ve insân kafasının mevcûdlar âleminin her iki yönünü yani “Gayb” ve “Şühûd” yönlerini toplamış olduğunu gösterir.
İşte, bu hatları ve bunların ma’nâlarını, nereden gelip nereye gittiklerini ancak ârif¬ler bilirler. Hayatımızı ifade eden beyaz hatları meydana çıkaran bu siyah hatlardır. Bunları bilmeyenler dalâlettedirler.
36- Zât’ın etle kemiğe bürünüp insân suretinde görünmesi, başka bir deyişle harfe bürünmesi, anlama gelmesidir. Zât evi asl olan yer, asl olan derya demektir. Her insânın bir anası ve bir babası vardır ki bunlar iki deniz telâkki edilirler. Vîsâl olup bu iki deniz bir-leşince meydana çıkan yeni vücut da ana tarafından yedi hatta sahiptir. Bulûğa erdikten sonra da baba tarafından olan yedi hat kendisinde zuhur eder.
37- Vîsâle erişmek demek devranda birçok zerrelerden birçok mertebelerden geçerek insâna ulaşmak demektir. Bu mertebeler birer sırat ve bütünlüğü ile bir “Sırat”tır ve bu sırat-tan geçtikten sonra ulaşılan insân şekli de “Cennet”tir. Esfel olan her şey de cehennemdir.
Bir ma’nâda erkek tenasül organı da sırat telakkî edilir.
38- Şeş cihet, insânın etrafında olan altı yöndür ki kendisiyle birlikte yedi eder, yani
ruhu ile yedi eder.
İşte, yukarıda kısaca açıklamasını yaptığımız “Yedi Hat”tın esası da insânın bu altı yö-nü ile bir de ruhudur ki yedi eder. Yüzdeki yedi hat, işte bu esasın yazısıdır.
39- Âdem, kıblegâhtır. Zira âlemlerin zübdesidir ve çünkü izâfî ruh ondadır. Bütün
âlem onun nefsidir, o ruhu yaşatmak için vasıtadır. Bundan ötürü bütün âlemi kullanma
kudreti de Âdem’dedir.
Âdem, Nebî’lerin sonudur çünkü her şey onda tamam olmuştur; bu varlık onunla ik¬mâl olunmuştur. İşte bunu böylece idrâk edersen ancak o zaman ma’nen de, ilmen de Nebî’lerin sonu olursun ve ancak o zaman yaratılışın maksadı olan sevgiye, muhabbete, cemâle yüzünü çevirebilirsin.
40- Müteşâbih olsun muhkem olsun bütün âyetler insândadır, onun eseridir. Çünkü
insân gerek sâmit gerek de nâtık Kur’ân’dır. Bundan ötürü de berat insânın eline verilmiştir.
Hey sâkî! Yani Ey Hakk! Artık bize piyale sun, yani bâde-i aşkı sun!
41- Dört kapı ve altı yönden ibaret olan şehir insân vücududur. Bu şehrin otuz iki Hânedânı da otuz iki harftir ki insân bu harflerden mürekkeb bir alfabedir.
42- Dağlar, kafadan gayri olan vücuttaki çıkıntılardır.
43- Şaha mahsûs saray beyindir, aklî melekelerdir.
44- İnsân üç yüz on iki bin parçadır.
45- İnsâna da üç yüz almış altı yerden kan ve su gelip dolaşır.
46- Tûbâ, Âdem’dir. Tûbâ’nın kökü havada, yaprakları yerdedir derler. Nitekim insânın da başı havada ayakları yerdedir.
47- İnsân vücudu da dört yüz yetmiş yedi yerinden sinirlerle birbirine bağlıdır.
48- O bağların içinde de üç yüz yirmi üç bin müfredât vardır.
49- Kur’ân da altı bin altı yüz altmış altı âyetten müteşekkildir.
50- Fâtiha’nın hem başta hem de sonda sayılması ile Kur’ân’daki sûreler yüz on beş eder. İşte bu surelerin aslı da insân vücududur. Çünkü insân nâtık Kur’ân’dır.
51- Görünen çokluk, âlemler bir elif’ten başka bir şey değildir.
Bütün kâinat bir elif’tir ve sen de onun bir mislisin. Ve bu elif de vahdet noktasından çıkmıştır, onda mündemiçtir.
52- O elif’in aslında ne harf, ne lâfz, ne ses vardır. O elif baştanbaşa sırlarla doludur. Çünkü zât ondadır, Zât, elif’tir. Lâfzı çıkaran o elif’in unsurlarıdır. Lâfz, harf, ses unsurlar-dan başka bir şey değildir.
53- Gerçi surette ben elif gibiyim ama ben elif değilim. Elif olan unsurlardır.
Ben o cennetim ki onun yanında elif kuru bir da’vadan ibarettir. Çünkü ben ruhum, madde değilim. Cennet de maddelerin birbirlerine olan zıtlarının kaldırılmasından ibarettir. İşte azdat dolayısıyla madde kaldırılınca tekrar asla, yani bana dönmeniz cennettir. Aradı-ğınız benim, cennet benim.
54- Her ah! eden nefeste saltanat süren, ser çeken, yani binlerle şekle girip kendini bin¬lerle surette seven ve bu sevgi dolayısıyla da saltanat süren hep elif’tir.
Maksat da gönüldeki muhabbet da’vasıdır. Başımda olan elif de ancak o sevdadır, o aşktır.
Ben ki elif’im, bin bir suretten dönüp dolaşıp yine kendime, ruhuma, nuruma avdet ediyorum ve o zaman bir Ah! çekiyorum ve Ah! kalıyorum.
55- Hakikat otuz iki harftir ve insân da otuz iki harften mürekkeb bir nâtık Kur’ân’dır. Dişler de otuz ikidir ve dişlerden çıkan sadâ da otuz ikidir ki bütün mevcûdiyettir.
Bu otuz ikiden biri cennet anahtarıdır. O da bu otuz ikinin içinde bulunan “Sultani Ruh”tur. İşte ona vardığın zaman cüz’i ruhtan külli ruha varmış olursun, dolayısıyla ebedî cennete dalmış olursun.
O elif, Mevlâ’nın adıdır, Allah’tır.
Allah kelimesinin baş harfi “Elif”tir ve kendi mevcûdiyetini cem’ etmek için bu “Elif”e iki “LL” ve bir de “H” eklenmiştir.
Allah kelimesi tam bir kelime olarak bütün mevcûdâdı, varlığı ifade eder. Allah keli-mesindeki iki “LL” mükevvenâta işarettir. Eğer bu iki “LL”yi atarsak geriye bir “AH”! kalır ki bu zâta, ruha işarettir.
Ve işte, bütün aranan ve var olan da bu zâttır, bu aşktır.
56- Farka geldik ve cihanı var ettik, dolayısıyla Allah’ı var ettik, adına da Allah dedik
ki esasta zât biz idik ve farka gelen de biziz.
Haneden maksat da kâinattır ve insân şeklidir. Yani Allah kâinatta ve insân şeklinde görünmüştür.
57- Önce, balçığın şekli yoktu. Tekâmül ede ede nihayet insân şeklini buldu ve hâne de kendi, hanede oturan da kendi oldu.
58- İnsân sureti vasıtasıyla cüz’iyet ve külliyet birleşti ve hepsi birden Allah oldu. Ancak, bu sözlerimiz tefhim içindir. Ayrılık ve sonradan birleşme yoktur. Çünkü hepsi bir tek vücûddur.
Nokta-i amâ, görünmez nokta “ben bir gizli hazine idim…” hadîsine işarettir. Ya¬ni gizli idik, sonradan farka geldik. O noktanın içine girdik yerleştik ve onunla birlikte zuhur ettik.
“Küntü Kenz” sırrını orada söyleşmekle farka, ayâna geldik. Ayâna gelesiye de her zev¬ki duyar olduk. Bu suretle de onun ismine Rahmân dedik. Rahmân gerçek anlamda, hayat¬taki bütün zevklerdir.
59- Kâinatı birlikte yarattık. Zâten, hepimiz biriz. Kâinat da bizden başka bir şey değildir.
60- Yedi kattan maksat yedi yıldızdır. O yıldızlara karşı olan durumumuz da yer¬leri de yedi kat yapar.
Yedi yıldız bakımından kâinatın yedi günde yaratıldığı da söylenir. Bu da “Kün” em-rinden sonra sıra ile yedi yıldızın meydana gelişine işarettir ki bunda eski astronomik görü-şün etkisi açıktır. Bu yedi yıldız hesabı ile olan yedi güne de bir hafta denilmiştir. Kısaca, kâinatın yaratılışındaki altı veya yedi gün hesabı dinlerin ve eski astronomik görüşün etki¬sini aks ettiren bir görüştür.
Rızktan maksat da tahavvül ve istihâledir. Bundan maksat da devrandır. “Besle ve bes-len!” tekerlemesi de devranda hep birbirimize girip çıktığımıza işarettir.
61- Hurî ve gılmandan maksat zevklerdir. Zevklerin de en üstünü güzel kızlar ve oğ-lanlarla olduğundan ve bunlar da dünyada bulunduğundan demek ki cennet de dünyadadır. Yani, cennet hâldedir, istikbalde değildir.
62- Sırât’ın birçok ma’nâsı vardır. Fakat esas i’tibariyle şekilden şekle geçmektir. Vîsâle varmak, cennete varmak; varamamak da cehenneme düşmektir.
Cennetin asıl ma’nâsı “ilim”dir. Cennet dereceleri de ilim derecelerine göredir ve ilim dereceleridir. Cehennem de câhilliktir ve cehennem dereceleri ve câhillik derecelerine göre¬dir ve câhillik dereceleridir.
İnsân şekli vîsâl yoludur, yani insândan başka diğer bütün maddeler ancak insân şek-line girmekle vîsâle ulaşmış olur. Ama vîsâle ulaşmak için esas şart hakikat bilgisine sahip ol¬maktır. İnsân şekline girmek ancak bir vasıtadır. Fakat insân şekline girilmeden de hakikat bilgisi elde edilemez; diğer hiçbir şekil buna müsait değildir.
Mizanın gerçek anlamı insân şekline geldikten sonra irfâniyet veya cehalet derecesin¬de iyilik ve kötülük bulmadır. Dine göre de herkes ne yaparsa onu bulacaktır ve yaptığı dere-cede bulacaktır.
63- Arş, ma’neviyatın sınırı, Kürsü de maddiyatın mecmunun başlangıcıdır. Arş, bütün maddiyatı da içerir.
İlkten Arşı ve Kürsü’yü gezdik durduk ve insânı sonradan yarattık demek, insân tâ ezelden vardır. Ancak, biz taakubumuz dolayısıyla olan şeyleri hâdiseler gözü ile görüyor ve onun için de sonradan oldu diyoruz. Hâlbuki biz fermanımızı ezelde eyledik.
Kevn-ü mekânın boş kalmaması lâtifin kesif olması ile mümkündür. Eğer kesafet olmasaydı biz her tarafı bomboş görecektik.
64- Mübhem demek akla gayet zor sığabilen kavram demektir.
İsm-i A’zam, zâta, ulûhiyyete, külli kudrete, mutlak vücûda işarettir ki o İsm-i A’zam bizde izhâr oldu, onun izhârını yapan bizim ruhumuzdur.
İsm-i A’zamın izhârı çamurdan vücuda gelen milyarlarla şekilden sonra insân şekli iledir. Yani o, tekâmül ederek kendini insân şeklinde gösterdi ki o biziz. Çünkü insân biziz. Ve o, kendini ilm ile de hakikat sözleri ile de her ân izhâr ettirmektedir.
Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik demek letafetin kesafete inkılâb etmesi ve fakat yine de letafetin kesafetle birlikte mevcûd olması demektir. Yani, kuvvetin maddede mevcûd olması demektir. Bütün bunları yapan da hep kendidir.
65- Âdem ile Havva’nın birlik olması şudur: bunlar ezelde zât i’tibarı ile bir idiler, bir
ruh idiler, Sonra farka gelmekle unsurlar oldular ve unsurlardan da sırasıyla insân şekline
girdiler ve burası ne güzel bir mekân dediler.
Acaba insân şeklini meydana getiren ve erkeklik ve dişilik cinslerini meydana getiren sebep nedir?
Bu mühim meseleye kesin bir cevap verilemezse de Havva’nın Âdemin eğe kemiğin¬den hâsıl olması demek, eğe kemiği “Meni”nin toplandığı yer olduğundan, Havva Âdemin
“Meni”sinden hâsıl oldu demektir. Fakat bu da nasıl oldu? diye sorarsak bu soruyu da kesin şekilde açıklamak mümkün değildir. Fakat şu muhakkaktır ki daha hayatın başlangı¬cından beri “İnsân” zümresi diye bir zümre ayırmak mümkün değildir. Hayat sularda bir ta¬kım küçük hayvancıklarla başlamıştır ve insân şekli de işte böyle bir hayatın tekâmülüdür.
Meni ile meydana gelen hayvanlar da memeli hayvanlar olmuşlardır. Zira meydana gelecek yavrunun beslenmesi zarureti karşısında tabiat dişilerdeki memeleri, yani gıdaların hülasası olan süt biriken yerleri geliştirdi ve bu suretle meni ile meydana gelen hayvanlar memeli oldular. Fakat yumurta ile meydana gelen hayvanlarda da “Çiftleşme” faaliyetini görüyoruz ve onlar yavrularını yumurtadan çıkarıyorlar ve sütle beslemiyorlar. Acaba bu¬nun açıklanması nedir? Bu da cevaplanması güç bir da’vadır. Ancak, biz bu konuda şöyle diyebiliriz: Yumurta memeli hayvanlarda da vardır ve esas çiftleşme, yumurtalarda olmak-tadır. Yalnız bazı memelilerde yavrular dişilerden doğrudan doğruya doğuyorlar, yumurta¬dan çıkan hayvanlarda ise önce yumurta doğuruluyor ve sonra o yumurta üzerine yatılarak ve bekletilerek yavrular dolayısıyla doğurtulmuş oluyor.
Çiçeklerde görülen rüzgârlar veya böcekler vasıtası ile çiftleşme ve çoğalma da başka bir mesele teşkil etmektedir.
Âdem ve Havva’nın cennette buğday yemesi sözünden maksat da, buğday vücudu besleyen başlıca gıda olduğundan, insânın ruhunun vücuda bürünmesine vücut yapmasına işarettir. Ruhun kendiliğinden vücut yapması ve kendisinin de yaptığı vücudun içinde bulun-ması keyfiyetinin sembolik bir ifadesidir.
Sürdük bu dünyaya puyan eyledik demesi de zât bakımından söylenen bir sözdür. Ya-ni zâttan, ruhtan ayırıp kesrete soktuk, şekilden şekle soktuk demektir.
Kesrette vahdeti ve vahdette kesreti bulmak ve görmek usûlü hakkında da burada şuna işaret edelim ki:
Dirliği görmek kesreti bilmekle mümkündür. Kesrette yapacağımız bütün seyran il-mimizin nisbetine, derecesine ve her şeyi basiret gözü ile görebilmemize bağlıdır. Basiret gö-zü demek ruh demek, ilim demektir. Zira her şekli muhit olan ruhtur. Çünkü şekiller, ruhun temessülünden başka bir şey değildir.
Kâinatı seyr etmemiz yedi göz ile mümkün olabilir ki bu yedi gözden murad yedi ma’nâdır. Bu yedi de teferruatıyla yetmişe kadar dayanır, ölmeden önce ölmek de bunda dâhildir.
Kısaca bütün varlık kâh var ve kâh yok olarak nazara alınırsa tam hakikat tezahür etmiş olur. Nisbetler, taakub da bunu emr eder. Zâtta ise bunların hiç birisi yoktur. Orda ne varlık ne de yokluk vardır.
66- Tufan, hem maddî hem ma’nevîdir. Ma’nevîsî: Hakikati dinlemeyenler selâmet
gemisine binemediler, cehaletle felâkette kaldılar; hakikati dinleyenler ve anlayanlar ise
gemiye bindiler, yani kurtuldular demektir.
Nuh Necîyyullah demek Allah’ın kurtuluşa erdirdiği Nuh demektir. Kurtuluştan maksat da hakikati anlamış olmaktır.
67- Salih’in devesi maddeten, zâten kaya içinde, yani “Mağara”da büyüyordu.
Bunun iç ma’nâsı da şudur:
Kaya ki o tek vücûddandır, o tek vücûdun unsurlarındandır. Bütün mevcûdâd gibi de-ve de o unsurlardan, o tek vücûddan meydana gelmiştir. Hatta Salih “Devem nereden çıktı ise ben de oradan geldim” demiştir.
İşte birçok insânlar bu tek vücûda inanmadıklarından dalâlette kalıp emin olamadılar ve yerle bir oldular, yok oldular. Bu anlamın maddîsi de Salih onlara inkisar etti de onlar bir Tâuna yakalanarak öldüler demektir.
68- Ashâb-ı Kehf şunlardır:
“Yemlîhâ, Meyselinâ, Tikselinâ, Mernûş, Debernûş, Şâzelûş. Kefeştatayyûş, Kıtmir”
Ashâb-ı Kehf’in uyuması yetmiş veya yedi yüz yıl olarak kabul ediliyor ki bu onların hakikate vâkıf olup o kadar yıl devranda ruhen seyrde bulunmuş olmalarına işarettir. Bunlar uyandıktan sonra üzerlerindeki eski paralarla nazar-ı dikkati çekmişler ve ta’kib edilmişler-dir. Rivayete göre takibten kurtulmak için bunlar dağlara kaçmışlar ve dağlarda başlarını toprağa sokup aylarla toprak altında tagaddî etmek gibi acibeler göstermişler. Bu gün Hint fakirlerinin gösterdikleri bu gibi garîbeler de onlara irca edilmektedir.
Bu gün Avrupa’nın en makbûl cins saydığı köpeğin de “Kıtmîr” neslinden olduğu ba¬zı söylentiler arasındadır. Bu cins köpeğin ana vasfı insâna çok benzeyişi ve çok hassas oluşu imiş.
Musa’yı “Tûr” da okuttuk demekten maksat şudur: Musa, eskiden her şeyden ayrı bir Allah’ın mevcûdiyetini farz ediyordu. Ne vakit ki onu görmek istedi kendinden gelen bir ses ona: “Eğer sen beni “Allah’ı” görmek istersen kendine bak, çünkü Hakk sende tecellî etmiş-tir” dedi. Nitekim buna bir misâl olarak da ağaç Musa’ya: “Ene Rabbüküm’ül-A’lâ” dedi. İşte o zaman Musa hakikati anladı ve kendi kendini dinleyerek “Tevrât”ı meydana getirdi.
Musa’nın Tur-ı Sina’ya gitmesi keyfiyetinden maksat da dağlar ve taşların da kendi nefsinden başka bir şey olmadığını idrâk içindir.
Şît’e çulha dokutmaktan anlaşılması gereken de şudur: Zâti gereklilik için Şît, maddi-lerin tahavvül ve istihâle ettiklerini anladı ve bunun için çalıştı. İdrîs de bu tahavvül ve istihâlelerin, mertebelerinde nasıl zuhur etmeleri gerektiğini açıkladı ve bu suretle kâinatın düzenini sağladı. Başka bir deyişle Şît iptidai maddeyi kurdu, İdrîs de onu hayat gereğine göre biç¬ti dikti, yani yerli yerine koydu. Dış anlamda Şît, çulhacılığın; İdrîs de terziliğin üstadıdır.
69- Süleyman’ı dehre Sultan eylemekten maksat vücûd bir vücûd olmakla beraber
bu tek vücûdda esfeli ve a’lâyı bildirmektir. İşte Ya’kub, Eyub ve Yusuf kıssaları da hep bu
esfel ve a’lâyı bildirmek ve esas olan zevki tattırmak içindir; maddî ve ma’nevi bütün mertebeleri bildirmek içindir. Ayni sebeple yani yine bu mertebeler bilinsin diye Musa da Şuayb’a
çoban yapılmıştır.
Bu sebepledir ki kâinatta öncülük, mürşidlik edenlerin herkesten ziyade devrana vâkıf olmaları şarttır.
70- Yusuf’u kuyuya atmaktan maksat, ruhun ceset içinde habs edilmiş olduğunu anlat¬mak içindir. Ruhun cesetten kurtulması demek de ruhun cehaletten kurtulup âlim olması,
hakikati anlaması yani vücudun da kendi kesafetinden başka bir şey olmadığını idrâk etmesi
demektir. Ruh bu hakikati bildiği zamandır ki cesette mahbus kalmaz ve ma’nâda da, maddede de her şeye hükm eder, sultan olur. Nitekim Yusuf da maddeten kuyudan çıkıp kurtulduktan sonra Mısır’a sultan olmuştur. Kısaca, insân nefsini bildiği vakittir ki Rabbini de bilebilir. Bu misâl yalnız Yusuf’a ait değil, herkese şâmildir.
İnsânın nefsini bilmesi dolayısıyla sultan olması da, kâinata hükm etmesi de ancak ve ancak kendi hakikatini bilebilmekle mümkündür.
Yusuf’un Züleyha’ya çattırılması da sevginin esas ve ezelî olduğuna işaret içindir. Çünkü Elest bezminde ruhlar bir idi, hepimiz ayni ruh, ayni nur idik. Vakta ki misâl âle-minde hayaller zuhur etti, o bir olan ruh, nur: Cüz bakımından şekillere bölündü ve maddi âlemde de şekiller içinde ve şekiller dolayısıyla bölünmüş olan o tek ruh seyr etmeğe başladı.
İşte bu dünyadaki sevgililerimiz bize Elest bezminde en yakin olanlarımızdır.
Yine bu sebepledir ki insân sevdiğini daima kendine çekmek, yani onunla birleşmek is-ter. Ve hatta birleşme ânında bile yine ona hasret içindedir. Zira insân sevdiğini maddeten ne kadar satsa ve ne kadar sevse yine de ona tamamıyla mâlik olmuş sayılamaz. İşte bu keyfi¬yet de aşk hayatının büyük kanununu doğurmuştur: “Doymamak”. Çünkü sevişen iki insânda maddece birleşme hâsıl oluyor ve maddî hararet dolayısıyla ruhlarda da bir dereceye kadar bir yaklaşma vuku buluyorsa da bu keyfiyet gerçekte ruhların vuslatı değildir. Ruhlarda gerçek bir birleşme olabilmek için aradaki maddelerin tamamıyla ortadan kalkması zorun-ludur. Madde mevcûd oldukça ortada bir görünen vardır, bir varlık vardır işte biz ona “Var-lık, hayat, fark” diyoruz. Ölüm olayında da maddemiz yok olduğundan ve ruhla görünür olmadığından ve birbirleriyle birleştiklerinden ona da ölüm diyoruz, yokluk diyoruz.
71- Davud Peygambere ud çaldırdık deniyor. Çalgıdan maksat ruhlara zâtlarını
yani vahdet halindeki ânını duyurmaktır ve çalgıdan “Mest olmak” da bundan ileri gelir.
Ruh bu çalgı yolu ile olan vahdet zevkini ilk önce Dâvud’da yaptı.
Daha başka bir deyişle, çalgının ahenkli ihtizazı ânında ruhlar, derhâl “Nur” oldukları ve “Vahdet Hâlinde” oldukları zamanı hatırlarlar ve dolayısıyla pek büyük bir zevk duyarlar. İşte zâtın kendi kendini eğlendirmesi ilk olarak Dâvud Peygamberde “Ud” âleti ile vâki ve zâhir oldu.
Nemrûd’tan murad nefs-i emmare, zulümât, hakikatin gölgesidir.
İbrahim’den murad da nefsi mutmainne, hakikat, nurdur.
Nemrûd ve İbrahim varlığın iki zıddıdır. Ve bu iki şahıs maddeten ve şeklen de bir-birine zıt olarak dünyaya gelmişlerdir.
72- Kurban kelimesi “Takarrub” anlamına gelmekte olup Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kesmek istemesi de kendi cüzlüğünü külliyette mahv etmesi ve bu suretle tamamıyla zâta,
vîsâle varmak istemesidir. Hâlbuki İbrahim, vücudu terk etmeden de vîsâle varılacağına
ârif oldu ve oğlunu ve kendini mahv etmekten çekinip elde ettiği bu hakikî vîsâl uğruna maddeten bir Kurban nezr etti ki şimdiye kadar gelen Kurban kesme ân’anesinin aslı budur.
Bektâşilerin bu hususa fazla önem vermeleri de bu büyük hakikî sebepten dolayıdır. Yani daha cesedi terk etmeden hakikate ulaştıklarından, hakikî vîsâle erdiklerinden dolayı bunun şerefine bir Kurban kesmeği zorunlu sayarlar.
Balığın karnını Yunus Peygambere mekân eyledik demekten maksat şudur: Hakikat, Yunus’un maddi varlığında bir müddet habs kaldı yani Yunus’un ruhu bir müddet cehalet içinde idi. Ne zaman ki hakikate ârif oldu o zaman ruhu cehaletten kurtuldu ve güya Yunus Peygamber, bir bakıma balığın karnından çıktı ve balığın karnından kurtulmak da zulümâttan nura çıkmak demek oldu.
73- Rivayete göre Meryem bir gün Kilisenin özel yıkanma mahâllerinden birinde yıkanıyor. Fakat ondan önce Meryem’in âşığı genç orada yıkanmış ve oraya menisini bırakmıştır.
İşte bu menî derhâl Meryem’e te’sîr ediyor, bu suretle de Meryem zâhiren, babasız bir çocuk anası oluyor.
Bu suretle Meryem’de tecellî eden kuvvet, Îsâ gibi yüksek bir hakikatperest zâta ait bir şekil meydana getiriyor ki asıl mesele de o kuvvetin böyle bir zâtta tecellîsindedir. İşin iç yüzü böyle olmakla beraber bu hususta dış görünüş bakımından, çeşitli rivayetler hâlâ süre-gelmektedir.
Zekeriyya’nın ağaç içinde biçtirilmesi de şunu anlatmak ister: Zâten her şekilde ve her harekette hepimiz ayni vücûd idik. O zamanlar Zekeriyya hakikati, Allah’ı anlatmak istemiş fakat câhiller onun dediklerinin hakikatini anlamadıklarından ve onlarca onun sözünde kesin bir inkâr bulunduğundan, korunmak amacı ile bir ağaç kovuğuna saklanmış, fakat orada bu-lunarak ağaç ile birlikte kesilmiştir. Yani, Zekerriyya, cesedini tamamıyla terk ile zâta, vî¬sâle ulaşmıştır.
Zekeriyya, ismi de “Zikr”den gelir ki Allah’a ulaşmanın başlangıcının “Zikr” olduğu¬na işarettir.
74- Yahya’yı Hıristiyanlar “İlk Gelen” diye de çağırırlar ki bu, Yahya’nın Îsâ’dan
önce gelerek Îsâ ‘nın geleceğini haber verdiğine işaret içindir. Başka bir deyişle, hakikatte
Yahya, Îsâ idi ve Yahya şekl ve sıfatından, sonradan Îsâ şekli ve sıfatında geleceğini haber
verdi.
Gerçek anlamda Yalıya demek hayat demek, ebedî hayat demektir.
Îsâ’nın da nehirde çıplak yıkanması, maddesini atıp sırf ruh kaldığına işarettir. Îsâ, ilk-ten gerçi vücutla geldi, fakat sonra işi tamamen ruhaniyete dökerek ruhânîleşti ve kendisine bu yüzden “Ruhullah” dendi. Îsâ Allah’ın ruhu olunca da, kendi vücut maddesi kendisine bir engel teşkil etmeksizin diğer maddeler üzerinde arzusuna göre tasarrufta bulunma ve meselâ ölüyü diriltme kudretini kazandı.
Kısaca Îsâ’nın nehirde yıkanması maddesinden, hayalinden, gölgesinden kurtulması demektir.
Hıristiyanların, çocukları “Vaftiz” keyfiyeti de bu hikmete dayanmakta ise de onlar böyle bir hikmetten tamamıyla câhildirler.
75- Hakk, Muhammed, Alî ile birleştik demekle teslîse işaret ediliyor ki bu da birliğe
işarettir ve bu surede ayrı i’tibar edilen bu üç vücudun ayni bir vücûd olduğunu bildirmektedir.
Muhammed’in Mi’râc’ı Alî ile birlikle olmuştur. Mi’râcın vuku bulduğu yere “Kaabe Kavseyn ev Ednâ” makamı derler. Bu Mirâc’ın hakikati, her ikisinin de tefekkür hâlinde ru-hen birbiriyle birleşmeleri keyfiyetinden ibarettir.
Bildiriye göre Mi’râcla Hz. Muhammed’e “Cebrail” önderlik etti, fakat “Sidret-ül-Müntehâ”dan ileri geçemeyerek Muhammed’i orada kendi başına bıraktı. Bu rivayetin an¬latmak istediği şudur: Cebrail demek akıl demektir. Akıl ise maddede, vücutta bulunduğun¬dan yine maddeye göre tefekkür edebilir yani maddi varlığın sınırını aşamaz. Başka bir de¬yişle akıl da, bir bakıma maddîdir, dolayısıyla sınırlıdır. İşte Hz. Muhammed de seyranını maddi aklının son sınırına kadar yaptı fakat daha ileri gidemedi. Ancak daha ileri gitmek ve hakikati tamamıyla kavramak istemekle bu sefer, aklını bırakıp onun yerine “Ruh”una sarıldı ve ruh yoluyla, kalb yoluyla, sezgi yoluyla seyrana başladı. İşte Hz. Muhammed ru¬hu ile bu seyranda iken karşısına güya bir aslan çıktı ve nereye gittiğini sordu. Muhammed de Hakk’a gittiğini ve birlikte gitmelerini teklif etti ve Muhammed bu aslana iyice bakınca onun Hz. Alî olduğunu anladı. Bu suretle de Hakk’a beraberce gittiler.

Mi’râc’ın dış anlamda rivayeti böyledir. Fakat iç anlamda ortaya konmak istenen ger¬çek şudur: hakikate tamamıyla ulaşma yolunda Hz. Muhammed ile Hz. Alî maddeten karşılaşıp ruhen birleşmişler ve Hakk’a birlikte ve bir ruh olarak ulaşmışlardır. Başka bir deyişle Hakk kendini bilmek ve sevmek için Hz. Muhammed ve Hz. Alî suretlerinde ve şahıs¬larında tecellî etmiştir ki onların ruhları birleşince tekrar aranan zât bulunmuş ve onunla tekrar birleşilmiş, bir olunmuş olur.
Mi’râc keyfiyeti, kendi derecelerinde âriflere, kâmil insânlara da müyesseridir. Kendi derecelerinde sözümüzden maksat da hakikat yolundaki ilimleridir. Esasen, bütün maddi ve ma’nevi ilimlerimizden asıl maksat da böyle ilâhî bir seyran yapabilme kudretini kazanabil-memizdir. Bu da insânın varlığını ve yokluğunu ayni zamanda bilebilmekle ve bütün zerre-lerin kendi olduğunu görüp her şeyi, bütün varlığı o gözle görmekle mümkündür. Yani, kendi kendimizi her bir zerre olarak ve her bir zerrenin kendi bilgisi ve görüşüyle görmekle mümkündür ki “Ölmeden önce ölmek” de budur.
76- Kuşlarla konuşma kudreti Hz. Süleyman’a verilmişti, Yani Hz. Süleyman hakikate tamamıyla ârif olmakla yerde ve gökte bütün varlıklarla hâl dili ile konuşurdu, onların ne olduğunu bilirdi demektir.
77- Biz elestte de, şimdi de daima Hakk ile beraberiz. Zira zâten biz Hakk’tan başka de¬ğiliz. Hakk biziz ve Hûda’nın mekânı olan kalb de bizim kalbimizdir.
Kısaca kendisiyle, mekânı ile Hakk insândır ve biz insân suretinde Hakk’ın müthiş güzelliğini görmekteyiz.
78- Vahdet âlemi, mutlak vücûd, sabit aynlar alanı bizden ayrı değildir. Hz. Sübhân biziz. Çünkü esasta biz yoğuz hep ve yalnız o vardır. Yani biz Hakk’ız ve Hakk da biziz.
79- Kâinatta her zerre, dolayısıyla bütün âlemler birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu bağlılık da bir daire şeklindedir. Çünkü bütün âlemler ve âlemlerdeki her zerre esas bakımın-dan yuvarlaktır. Zira düz olan bir şeyin başı ve sonu, dolayısıyla sınırı olacağından o mev-cûdun hareketi de sınırlı olmak zorunluluğundadır. Yuvarlak olan bir şeyin ise başı ve sonu ola¬mayacağından, sınırı da olamaz ve böyle bir şeyin hareketi de hiç bir yerde durmayan sürek¬li bir hareket olur.
Yuvarlak bir şeyde hareketin başlangıcı ve bitişi izafîdir, yani başlangıç sayılan yer baş¬langıç ve son sayılan yer de sondur ki bu son denilen yer de yine başlangıçtır.
İşte, bütün yıldızları içine alan böyle bir devir tasavvur edilirse o genel bir devir olur ve bu takdîrde bütün yıldızların hayalî sınırı da “A’yân-ı Sâbite” olmuş olur.
Şimdi, bütün âlemlerin esasta nereden geldiğini bulmak istersek, onlara gelen “Ziya”nın nereden gelmiş olduğunu bulmalıyız.
Biliyoruz ki “Kün” emri olmadan hâlis “Nur” vardı, yani yalnız zât vardı. “Kün” emri ile “Nur”dan “Nâr yani Ateş” hâsıl oldu. Ateş’ten de sırasıyla diğer üç unsur çıktı ve bun¬ların birleşmelerinden de milyarlarla şekiller meydana geldi ki bütün bunlar ayni hareketin, ayni alaverenin sonucudur. Şu hâlde bu hareketin, bu alaverenin sonucu gibi görünen âlem¬ler “Yoktan var olma”dan değil, ancak “Zuhur”dan ibarettirler. Zira gerçekte taakub yok, ancak zuhur vardır. Bu zuhur da Hakk’ın zuhurundan ibarettir, iş böyle olunca doğan, ölen, yapan, yapılan hep Hakk’tır ve bütün bunlar da “Fark” gereğidir.
“Fark” da, ayni bir şeyin letafet ve kesafet suretinde zuhurundan ibarettir. Lâtifi görmek için kesifin mevcûdiyeti, kesifi görmek için de lâtifin mevcûdiyeti şarttır. Eğer her şey kesif
Olsa, o zaman kesif bilinemez. Çünkü lâtif olan bir şey yoktur ki bize kesafeti ayırıp gösterebilsin. Letafet için de ayni sözler doğrudur.
İşte, bundan ötürü her şey yokluktan ibarettir ve bundan dolayı da bu âleme “Âlem-i Hîçî” denilir. Zuhur, letafet ve kesafetle farka gelmekten ibarettir.
Bütün renkler, şekiller, velhasıl çokluk letafet ve kesafet dediğimiz bu iki esastan do-ğar. Karaya beyaz ile kara diyoruz ve beyaza da kara ile beyaz diyoruz. Öyle ise ne hareket, ne şekiller, ne zaman ne de başka şeyler yardır. Bütün bunlar fânîdirler. Bunların fânî ol-maları da yine asla rucû etmelerindendir. Çünkü kesif ve lâtif, esasta ayni şeydir.
80- Vahdet sarayı, Âdem vücûdudur ve oraya girebilenler de ancak vahdet sırrını
bilen âriflerdir.
Bu sırrı bilenlerle birlik meydanında cevelân etmek, birlikte ve bir olarak zevk etmek demektir.
On sekiz bin âlemdeki bütün varlıkların en üstünü insândır. Çünkü insân her şeyi kap¬lamıştır, küldür, bütün varlıktır ve onun idrâkine erişecek bir idrâk daha yoktur diye tasav¬vur ediyoruz.
Fakat bizim bu tasavvurumuz yalnız bu on sekiz bin âlem içinde sınırlı kalmaktadır, yaptığımız istidlâller ve istiğraklar bu on sekiz bin âlemi aşamıyor ki biz insândan daha vâsi insâni bir idrâkin mevcûd olup olmadığını ve hangi şekilde zuhur ettiğini bilelim ve bulalım. Fakat bizim insânın ulvîyetini maddeten, ilmen ve ruhen ispat ettikten sonra külli kudretin azametini de düşünerek böyle bir ihtimali göz önünde bulundurmak lâzımdır. Belki bilme-diğimiz, görmediğimiz âlemlerde biz insânlardan daha fazla idrâkli başka insân şekilleri de vardır. Fakat ne olursa olsun, onlar da ayni insân, ayni Hakk sayılırlar ve onlarla bizim aramızda, üzerinde yaşadığımız yıldızlar dolayısıyla, dâimî bir alavere carîdir. Ancak, mertebede a’lâ ve esfel olmak üzere her şekil, her ruh ayrılmış olabilir ki bu da farkta nisbetten ibarettir. Ama bütün bunları yapan o küldür, o bütündür. Bunun için de varlıkta “Olamaz”ın ve “Ama nasıl mümkün olur?” sorusunun yeri yoktur ve “Lâ yüs’el amma yef’âl” sözü de buna güzel bir delildir. Çünkü her unsura ve maddeye göre ayrı bir hayat şekli vardır.
Hakk’ı hakkelyakîn görmek de bizzat Hakk olmak demektir.
81- Hakk ganidir, çünkü o “Kül”dür. Biz fıkarayız, çünkü biz “Cüz”üz.
82- Vahdet demi demek bütün varlığın tek bir varlık olduğunu bilmek demektir.