Beş Hazret Ek Notları
1- Rahmân: 29.
2- Hiç bir madde önceki suretinde veya şeklinde tekrar gelemez. Çünkü aksi hâlde ilâhî zâta aciz izâfe edilmiş olur. Eğer, her zerre yok olduktan sonra eski şeklinde zuhur etse o zaman devran olmamak ve tabiatıyla hayat da olmamak gerekir. Hâlbuki zuhurdan maksat sevmektir. Sevmek için de devre girip bin bir şekilden geçmek zorunluluğu vardır. Şu halde her zerrenin mâhiyyeti bakımından da madde-i aşk süresince kendini sevmek için o mâhiyyetin bütün zerrelerde seyr etmesi gerekir ve bu da ebedîdir. Tecelliyât bahsi de bunu tamamlar. Çünkü küllî kudretin tecelliyâtı da her zerrede ve her mevzi’de ayrı ayrıdır. Madde, madde olması bakımından başka başka şekillere girmekte, tecelliyât da o maddenin mevzi’ine ve şekline göre zuhur etmektedir ki devir bakımından, mevzi’ bakımından ayniyyet olamaz.
Tecellîde, idrâkte dimağın girinti ve çıkıntılarının azlığı veya çokluğu önemli bir rol oynarsa da en önemli cihet tefekkür ve bilgidir. Tefekkür yani dimağ faaliyeti olmazsa dimağın girinti ve çıkıntıları ne kadar çok olursa olsun yalnız istidat seviyesinde kalır. İstidadı ilerletmek, parlatmak için dimağî faaliyet şarttır. Bir dimağda girinti ve çıkıntı az olsa da daimî tefekkür bu noksanlığı giderir ve istidadı arttırır. Tecellî keyfiyeti de tefekküre dayanan bir şeydir.
Tecelliyât, zât bakımındandır, zuhuru da sıfatladır. Mertebeler, sıfatlarladır. Seyr de sıfatlarda seyr ve onları tanıyıp bilmektir. Sıfatların başı da dört unsurdur ve bunların en önemlisi de havadır. Hava, boşluk dediğimiz şeydir. Havâ-yi nesîmî dediğimiz şey de bizleri yaşatan şeydir ve i’tidâl ile kaimdir.
Tecellî nurdur, bu nurun görüneni de nurun kesîfidir. Tecellî, her an olmaktadır ve zuhuru da çok kuvvetlidir fakat birçok sıfatlara büründüğü ve kesâfet peyda ettiği için biz tecellîye dayanabiliyoruz ve o tecellî ile hayat buluyoruz. Yoksa o nura varlıklar dayanamazlar, erirler. Varlıklar, nurun kesîfi olan güneşe bile arada birçok sıfatlar olmasa dayanamazlar.
İstidat demek bir şeyin veya her şeyin kendi cinsini araması ve bulması keyfiyetidir ki câzibe nazariyesi bunu ispatlar.
3- Kitaptan maksat satıra getirmek, satıra getirmekten maksat da kâinâtı tanzimdir. Yani kitap yazılmış şekiller anlamınadır.
4- Beyan, gerek zâhir ve gerek gayb aracı ile meydana çıkarmaktır.
5- Basît nokta demek, her şeyden soyutlanmış nokta demektir ki uzamasıyla sıra ile Alfabenin harfleri meydana gelir.
6- Gaybların gaybından maksat da lâhut âlemidir yani hissiyyât olmayan âlemdir.
Allah kelimesinin “A”sı ahâdiyyettir, lâhut âlemidir. İki “LL”den biri Ceberût diğeri de Melekûttur, bunları kaldırınca da bir “AH” kalır ki zâttır ve her şey onda yok olucudur. Allah kelimesindeki iki “LL”den biri Allah’ın fiillerine diğeri de Allah’ın sıfatlarına teşbih edilebilir. Geriye kalan “Ah” da zâta karşı aşkı ve zâta karşı yardım dilemeyi işaret eder.
7- En’am: 59.
8- Her şey makam ve mertebeler bakımındandır, bunlar olmasa zuhur yoktur. Makam ve mertebelerden maksat da sıfatlar ve isimlerdir ki zât bunlarla zuhur eder ve bunlar zâtın gölgeleridir. Fakat bunlar olmasa zuhur olmaz ve dolayısıyla zât olmaz. Bundan ötürü kâinât mevhûmdur. Zira zuhuru hayâldir, gölgedir, dolayısıyla zâttan başkası yoktur, ölümlüdür. Asıl olan zâttır, dolayısıyla bâkîdir.
9- Ankebût: 6.
10- İnsan: 1.
11- Saffât: 180.
12- Kudsî Hadîs.
13- Hadîs.
14- Ruhun şekle girmesi izafidir.
15- Ez-Zâhir, hem zâhire hem bâtına misâldir. Zâhirin ma’nâsı zuhurdur (gerek ruh ve gerek ceset bakımından), Görünmek de şühûddur.
Âlemlerin hepsi birden olmuştur çünkü hep kendisidir.
16- Fussilet: 53.
17- Bütün şekiller yüksek harflerdir. Şühûdda olan şekiller de süflî harflerdir. Yüksek de süflî de mertebe bakımındandır esas kendine yakınlık meselesidir. Süfliyyet âliyata tâbi’dir; ruha nisbetle vücut, madde esfeldir. İnsanın her şeyi câmî olması da bundan ileri gelir. Çünkü ruh ile maddeyi, a’lâ ile esfeli mertebeleriyle kendinde toplamıştır. Zâtın tecellîlerinde kendine çekişi a’lâ, verişi de esfeldir ki o verilen bu kâinâtı yapan dalgalardır. Rahmânî nefsten ilk çıkan “A”dır yani lâhut âlemindeki basît noktadır. İkinci meydana gelen de “B”dir ki bütün eşyadır, vâhidiyyettir, ahâdiyyetin tafsîlidir. Nokta, ilâhî murâd olduğu için noktalı harfler o deryanın dalgalarına yani şühûd âlemine işarettir. Noktasız harfler de görünür olmadığı için melekût âleminden sayılır. Sonra bunlar unsurlara bölünür ve hava ile hayat meydana gelir.
18- “Kün” dedi her şey oldu ve olmakla da zâtta yok oldu.
19- “Hokka ile kalemi, kalem ile yazdıklarını şahit tutarım ki sen Tanrı’nın nimeti sayesinde dîvâne değilsin” Kalem: 1-2.
Bu ceberût hazretinde iki yön mütalaa edilir: biri zât, biri de zuhur. Birincisi, hakikat ve rübûbiyyet; ikincisi de ubûdiyyet ve mahlûkiyettir. Kendi, hakikat ve rübûbiyyet; kendinden çıkan da ubûdiyyet ve mahlûkiyettir. Mahlûkiyyet tenezzül ve teâkubdur, dört unsurdandır ve daimî bir devirdir ve bu devirde o, mertebelere nazaran kâh hâlik ve kâh mahlûktur.
20- Sidret-ül-Müntehâ demek bir bakıma gayb âleminin de nihayeti, şühûd âleminin de nihayeti demektir.
21- Emir âlemi demek zâtî gerekliliğin ortaya çıkması demektir ki bu da şühûd âleminin görünmesiyledir. Bu emir âleminin mevcudiyetiyledir ki meleklerin de âleminden söz edilir.
Melekler, kuvvetlerdir. Meleklerin daima Allah’a hizmette bulundukları keyfiyeti de bundan başka bir şey değildir.
22- Kâinât, bu hayâl âleminden çıkar ve bundan ötürü yalnız yok olucu olduğundan değil fakat ayni zamanda çıkışı bakımından da hayâldir, mevhûmdur, hayâl göstermeden başka bir şey değildir.
Ruhta miktar yoktur ancak fazla tefekkür dolayısıyla tecelliyâtla fazlalaşır. Çokluk, surettedir çünkü onda miktar vardır. Bütün çokluğu, sureti kaplamış olan ruh birdir ve bölünüp parçalanmaz.
23- Mevâlid âlemi de denen bu şühûd âleminde ne doğan ne doğuran vardır. Yalnız, unsurların i’tidâli ile şekil yapma vardır.
24- Mebde’ nurdur, güneştir. Güneş de kendi başına bir şey olmayıp göğe ait bir varlıktır ve nurun ve ısının yayılıcı ve çekici olan merkezi olup yayıldığı nisbette de çekişi vardır. Işığın ve ısının yayılışı da gaz zerreleri aracı iledir.
Işığın ve ısının olduğu gibi, renklerin de aslı nurdur, güneştir. Nurun, güneşin zâtî, aslî renkleri de üçtür: kırmızı, sarı, mai. Zâhirde yedi renk göründüğünden yedi renkten söz edilirse de bu yedi renk zâtî olmayıp çeşitli cinslerin bir karışımıdır. Meselâ turuncu, sarı ile kırmızı arası; yeşil, sarı ile mai arası; mor, mai ile kırmızı arasıdır.
Siyah ve beyaz ise renkten sayılmazlar. Çünkü beyaz bu yedi rengin birbirine bir karışımı, siyah da bütün bu renklerin bulunmayışı, yokluğu hâlidir.
Bu yedi renk, teferruatıyla “360” renge bölünmüştür:
45 kırmızıya mensup.
27 turuncuya mensup.
48 sarıya mensup.
60 maiye mensup.
60 yeşile mensup.
80 mora mensup.
40 karaya çalar.
Renklerin “360” olup eksik veya fazla olmamasının sebebi de güneşimizin sınırının “360” derece olmasındandır. Dünyamız, güneş etrafında “360” günde bir “Hamel” burcuna gelmekle “360” derecelik bir devir yapmakta ve ondan sonra tekrar eski devrine başlamaktadır. Bu iş Mart ayında vuku bulur ki gece ile gündüz eşit olur.
Bu renkler konusu, tekvin konusunu açıklamakta da önemlidir.
Burada havanın önemine de kısaca işaret edelim:
Mebde’ nurdur ve ondan nar yani ısı meydana çıkmıştır dedik. İşte ısının, ateşin şiddetinden de tebahhur suretiyle hava zuhur etmiştir. Hava, ısının mevzi’ ve derecesinin ayni olduğundan, kâinâtın her tarafında mevcut olmayıp ancak ısı derecesinin ihatası nisbetinde mevcuttur. Isı, aralıksız süregeldiğinden hava da gayet ince zerrelerden ibarettir ve akıcıdır.
Havanın süratli akışına “Rüzgâr” adı verilir ki buna da sebep ısı ve çekici ateştir. Rüzgârlar geçtikleri yerlere, dünyamızın dört tarafına nisbetle çeşitli adlar alırlar. Rüzgârların birçok faydaları arasında en önemlisi yağmura sebep olmalarıdır. Rüzgârlar, karşılıklı iki veya üç yönden estikleri zaman birbirinin aksi ve zıddı olduklarından bulutları etkilerler. Bulutların birbirleriyle çarpışmasıyla da bulutlar parçalanırlar gök gürültüleri ve şimşekler meydana gelir ve bunların sonucunda da hararet derecesi azalır ve kalınlaşmış ve parçalanmış halde olan bulutlar da derhâl su hâline geçerler ve su hâline geçen bulutlar havadan daha ağırlaştıklarından dolayı da yere düşerler.
Bütün bunlar i’tidâli sağlamak içindir. Tabiattaki i’tidâlledir ki insanların i’tidâli olmuş, ruhlar da mevcut olmuştur. İ’tidâl olmasaydı ruh, idrâk de olmazdı.
25- Dört deryanın zuhurunda teâkub yoktur, birbirlerinin fâili olmaları dolayısıyla hepsi birden zuhur etmiştir yani arada zaman yoktur. Bütün âlemlerin birden zuhuru ilâhî arzudur.
26- Kamer: 50.
27- Rahmân: 29.
28- Bakara: 156.
29- Hud: 123. Nur: 35.
30- Rum, 11. Bakara, 156.
31- Ruh o olduğu gibi, madde de şekil de odur. Fakat bütün şekilleri kaplayan zâtıdır. Nisâ: 126.
32- Cüz’ler ve fertler hep mazâhirden ibarettir. Yapılan işler hep zâtındır. Cüz’lerde zuhur eden kuvvetler, hepsini kaplamış olan küll kuvvetlerinden ibarettir, fark maddededir. Çünkü kuvvet o maddeye göre zuhur eder.
Bütün maddeyi toplarsak unsurlara dayanırız, onu da toplarsak âlemin zübdesi olan insana dayanırız. Bu hâlde Allah’tan başka fâil olmadığında hiç şüphe edilemez.
33- A’raf: 96.
34- Bu makamda cüz’ kendini külle verir ve Allah’ın zâtı ile zevke dalar ki ayni mi’râcdır. Bu da o cüz’e en büyük nimettir. Çünkü bu mertebede o kimse artık iki âlemin hakikatlerini keşfeder yani mülk ve melekût âlemlerindeki sırları bilip kavrar.