Bektaşilik ve Felsefesi

Melamilik ve Bektaşilik

BEKTAŞÎLİK

I. Bektaşîlik ve Felsefesi

“Bektaşî” veya “Nâzenîn”, kâmil insân demektir. Bektaşîlik dış (zâhir) yüzünden halka ve iç (bâtın) yüzünden Hakk’a bakan iki yönlü büyük bir kavşak (berzah) 1 noktasıdır. Bektaşîlik bâtın ma’nâyı sem­bol ile zâhir ma’nâyı da misâl ile yani lâhutiyeti sembollerle, meşhûdâtı da misâl âleminden bildirir 2. Bektaşîlik, gerçeği anlatabilme yolun­da her dille konuşur ve her renk ile renklenir. Her şeyi kendisinde ve kendisini de her şeyde görür ve gören de görünen de “Benim” der.

Bektaşîliğe göre suretler ve isimler açısından “Allah, Muhammed, Alî” 3 tek bir nurdur, mertebeler bakımından insânlığın son noktası­dır yani Hakk’ın tam zuhurudur. Hakk’ın her sıfatta ve sıfatla zâhir olduğu da Bektaşîlikte şu nefesle işaret edilmiştir:4

Tuttum âyîne yüzüme              
Alî göründü gözüme      

…………………….
…………………….        

Alî evvel Alî âhir
Alî bâtın Alî zâhir            

Alî tayyib Alî tâhir                        
Alî göründü gözüme
……………………. 

Bektaşîler bu nefeslerine delil olarak da Kur’ân’daki: “Ağaç Mu­sa’ya dedi ki:‘Ben kâinatın Rabbi olan Allah’ım.’” 5 mealindeki âye­ti gösterirler.

Yukarıda “Allah-Muhammed ve Alî”nin tek bir nur olduğuna işaret edildi. Fakat bu Muhammed ve Alî Allah’tır demek değildir. Esasen bunlar isimlerdir, suretlerdir. Bu isimlerden murâd ma’nâya değil yalnız lâfza aittir. Meydanda Ali, Veli yoktur. Suret bâkî değil­dir. Maksûd olan şey, iki yön “zâhir ve bâtın”ın toplam “cem”idir.6 Besmelenin “Bâ”sındaki noktadır (bu sözlerimiz Kur’ân harflerine göredir), “Lâhut Âlemi”dir.

Nokta uzandı “Elif” oldu; zâtın ahâdiyyetidir; Allah’ın elifidir. “Allah” kelimesindeki iki “LL”den biri Muhammed’e diğeri de Alî’ye ve “H” de “Hüve” zamirine işarettir ve “Fenâ’” ve “Beka”nın müjdecisidir.

“Muhammed” kelimesindeki birinci “Mim” imkân “mim”i, ikinci “Mim” de şükran “mim”idir. Geri kalan “H ve D” harfleri de vâhidiyyete işarettir. Bu iki harf nokta ile yani Allah kelimesinin “Elif”i ile “A,H,D” olur ki Zât-ı Ahâdiyyettir. Bu ahâdiyyete yani “A,H,D”ye imkân “Mim”ini de eklersek “A,H,M,D” yani “Ahmed” olur.

İmkân “Mim”ine karşılık olan harf “V”dir ve çoğalma anlamına zuhura mail olduğundan “Vâhidiyyet” oldu ki “Ceberût Âlemi”dir; “Ümm’ül-Kitab”ın tafsili “Kitab’ül-Mübîn”dir; “O her gün yeni bir şe’ndedir” 7 âyetinin  meâlidir. 8

Alî kelimesine gelince, “Alî” lûgatte “Ulviyyet” anlamınadır. Ben aynayı yüzüme tutunca ulviyyeti görebilmeliyim ki bu ulviyyet, “Ulûhiyyet”tir, ulviyyetin ulûhiyyetidir.

Bektaşî dergâhında Âyîn ma’bedine giriş kapısının solunda bir sütun vardır ki bu sütunun kaidesi insân cemiyetini sembolize eder, zirvesi de ulûhiyyeti gösterir. Bu sütun, başlangıcında “Mahrûtî”dir. Bilinmektedir ki mahrût, kaidesi geniş, tepesi de tek bir noktadan 9 iba­ret bir şekildir ve bu şekil, aynı zamanda bir “Müselles”tir de.

Şimdi, insânlar başlangıçta mahrûtun kaidesindedirler ve tekem­mül ede ede yukarıya doğru yükselmeğe başlarlar. Yükselmek, ben­liğini anlamak ve hakikate yani Allah’a yaklaşmak demektir. Mah­rûtun kaidesinden zirvesindeki sonuç noktasına doğru yükseldikçe acaba nereye gidilmektedir? Şüphesiz ki Allah’a. İşte, kesretten vahdete felsefesi budur. İnsân, cemiyet hâlinde yaşadığı çokluktan birlik hâlin­de bulunan son noktaya yani ilâhî zâta doğru yüksele yüksele ulûhiyyet kazanır ve ulvîleşir.

Çünkü bildik aslımız evvel biziz, âhir biziz.
İptidayız, intihayız, bâtın-ü zâhir biziz.

İlâhî zât, Muhammed ve Alî’de tecellî ve teşahhus etmiştir. Mahrûtun kaidesindeki kesret insânlardan mürekkebdir. Bu insânların hepsinde de ulviyyet kabiliyeti yani “Ulûhiyyet” kabiliyeti vardır. Fa­kat insânların hepsi bu kabiliyetlerini idrâk edememektedirler, an­cak nasibi olanlar idrâk edip hakikati görebilmektedirler ve “Allah Birdir” remzinin hakikî ma’nâsını anlayabilmektedirler.

Bu ulviyyetin hâlen ve nisbeten bir zıddı vardır ki o da “Süflîyyât”tır. Bu süflîyyât, her insânın kanında mevcûd olan ve “Şeytan” namı ile namlanmış olan “Nefs-i Emmare”dir. Ulviyyet ve hâl sahibi olmak için bu şeytana uymamalı Nefs-i Emmareyi ezmelidir. Ancak bu Emmare Nefs ezildikten sonradır ki insân kendi benliğinden çıkar, kurtulur ve bütün mevcûdâdı Rahmân ve şefkat gözü ile görür, etrafındaki veya kendinden daha aşağıdaki insânların dertleriyle dertlenmeğe, sürûrlariyle de mesrûr olmağa başlar. Çünkü bütün insânların kendisin­den ibaret olduğunu anlar. Bundan ötürü de artık kendisinden haksız­lık ve fenalık gibi şeyler zuhur ve sudûr edemez. O vakit aynaya baktı­ğında kendisini Alî görür veya bu bakımdan kendisi artık evvelki adam olmamakla, kendisini değil “Alî”yi görür. Alî evvel, âhir, bâtın, zâhir yani her şey olunca, o insân da kâmildir. Bizzat ilâhî zât yani Allah, işte Alî budur, ulviyyet buradadır. 10

Bu anlattığımız gerçeği aşağıdaki nefes pek güzel açıklamaktadır:

Âyîne tutum yüzüme                Alî göründü gözüme

Nazar kıldım özüme                 Alî göründü gözüme

Âdem ana Havva ile                 Ol allemel esmâ ile11

Çarh-ı felek semâ’ ile 12           Alî göründü gözüme

Hazret-i Nuh Neciyyullah      Hem İbrahim Halillullah

Tûr-i Sîna kelîmullah                Alî göründü gözüme13

Îsâ ve ruhullah odur                 Mü’minlere penah odur14

İki âlemde Şah odur                 Alî göründü gözüme

Alî tayyib Alî tâhir                    Alî bâtın Alî zâhir

Alî evvel Alî âhir                      Alî göründü gözüme

Alî candır Alî Canan                Alî dindir Alî îmân

Alî Rahîm Alî Rahmân             Alî göründü gözüme

(Hilmî) gedâye bir kemter       Görür gözüm dilim söyler

Her nereye kılsam nazar           Alî göründü gözüme. 15

Şu hâlde Alî ben oluyorum. Tûfândan kurtulan “Nuh”, Tûr-i Sî­na’da konuşan “Musa”, Ruhullah “Îsâ”, tayyib, tâhir, bâtın, zâhir, evvel, âhir, hulâsa nereye baksam, ne görsem hep ben, hepsi benim. Bunu bana ayna söylüyor. Ve ayna bana diyor ki: Sen her şeysin. Lâkin, Alî olmak için hakikat ilmine ârif ve lâzım gelen meziyetlere de sahip olmaklığın zorunludur!.. 16

Kemâller elde ede ede yükselen insân son noktaya ulaşmakla ulviyyet sahibi olur. Fakat kesretten vahdete doğru yükselmeğe muvaffak olan yani son nokta olan “Ulviyyet”e ulaşan bir kâmil insân o noktada hayat boyunca tutunamaz. Hatta o kadar tutunamaz ki son noktaya ulaşmakla vahdetten tekrar kesrete düşüşü muhakkaktır. Çünkü istik­râr yoktur. Ve çünkü Hakk’ın her suret ve ma’nâ ile zuhuru hayat ve hareketle dâim ve kaimdir. Sükûn yoktur, o her gün yeni bir şe’ndedir. Zira Hakk “Hay ve Kayyum”dur ve dâimî bir devr ile zuhurdadır. “O her gün bir şe’ndedir” 17.

Öyle ise dâimî ve müstakarr bir ulûhiyyet olmuyor demektir. Kesretten vahdete doğru yüksele yüksele vahdete ulaşma anından sonra vahdetten kesrete düşüş de beşeriyetin tam şiarıdır 18. Çünkü hayatın müntehası, ilmin neticesi, fazîletin son bulduğu nokta yoktur 19. Beşeriyet durmadan hareket etmek ve çalışmak zorundadır, nisbette isterse a’lâda isterse esfelde olsun.

Bu çokluk âleminde ululuktan nasîbdâr olanlara “Nâcî” 20 denilmiştir ve bu dünyada bu Nâcî’ler o kadar nadirdir ki bu dünyadaki bü­tün insânları taş toprak ve ağaç farz ettiğimizde dünyada mevcûd “Cevherin” miktarı kadar azdır. İbn Arabî de bu noktaya önemle işaret etmiş ve nefsine ârif olmayanları taş topraktan da daha aşağı saymıştır.

Bektaşîlik, zâhirde Ca’ferî mezhebindedir 21, katarda İmam Ca’fer’e uyar. Fakat mukayyet değildir. Zâten Bektaşîlik hiç bir din ve hiç bir şey ile mukayyet değildir. Çünkü hepsinin maksat ve gayesini, uzak veya yakın yollarda kalmalarının sebeplerini bilir ve Kur’ân’ın hakikat ma’nâsına ârif ve mevcûdâdın iktiza-i zâttan ibaret olduğuna vâkıftır.

Bektaşîlik şark felsefesi ile birliktir. Bununla beraber Bektaşîlik son derece vatanperver ve milliyetçidir. 22 Bektaşîlik halîfeliğin de aleyhindedir. Hilâfet denen kelimeyi uydurma sayar ve onu da Yezid devrinden gelen zâlimlerin lakabı olarak kabul eder. Hakikatte hi­lâfet yoktur; ya Asalet veya Sefaret vardır. Asalet, her hangi bir kimse­den Hakk’ın tam zuhurdur. Sefaret ise işaret ettiğimiz böyle bir kimse tarafından irşâdla görevlendirilen kimsededir.

Bektaşîlik İbn Arabî’nin “Vahdet-i Vücûd” felsefesini tamamıyla kabul eder. Aynaya bakıp cemâli görme “Enelhakk” nazariyesinin; tevellâ ve teberrâ 23, sağ ve sol 24, hayır ve şer, zulümât ve nur nisbetlerinin derinliğine ulaşmıştır.

Bektaşîlik tükenmez pek kıymetli bir hazinedir; iffet ve fazîlet 25 kaynağıdır; Hakk ve İnsân yoludur 26. Bektaşîlikte namaz ve oruç gibi sırf görünüşe bağlı ibadetin yeri olmadığı gibi perhizin, kümes bayramı­nın, ateşperestliğin, putperestliğin de yeri yoktur. Bununla beraber Bektaşîlik her şeyi nefsinde toplamış bir özettir. Bektaşîlik câhil ve menfaatperest Baba’ların, geçmişte gördüğümüz gibi bir geçim vası­tası değil 27,  bir felsefî meslek, bir ledün ilmi kaynağıdır.28

Bektaşîlikte ilâhî felsefe iki şekilde ifade edilir: Varlık ve Yokluk.

Varlık asıldır, yokluk ondan zuhur eden ve yine ona dönen dalgalardır. Yani var olan derya, yok olan da dalgasıdır. Her şey o deryadandır. Mevcûdât ve mükevvenat o asıldan yani o nurdan bir şuledir. Her şey o var’ın bütün sırlarının aksi ve cemâlinin aynasıdır. Bu da “Allah” diye adlandırdığımız kudrettir. O kudret kemâl-i mutlak, cemâl-i mutlak, hüsn-ü mutlak, hayat-ı mutlaktır. Bunun niçin böyle olduğunu anlamak için kâinat denen kitabı iyice inceleyerek okumak lâzımdır.

Bu kitabın burhanı bizzat insândır. Yalnız bakmak, görmek yet­mez. Kâinatın âlî harflerini (esrarını) okumak ve onları ruhta da his etmek lâzımdır. Mutlak kudret, bazılarının dedikleri gibi, görünmesi ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey değildir. Mutlak kudret daima insânlarla beraber olduğu gibi (ki zâten insânın içindedir) bir şey­de değil, her şeydedir. Her şey deyimi de bütün kâinatı ifade eder; her şey ayni kâinattır alt tarafı çokluktur.

Kudret nedir?29 Her hareket bir iradenin (istek) eseridir. Can­sız bir şey itilmeden hareket edemez. O hâlde ilk hareketi yaptıran kuv­vet nedir? İrade, bir irade sahibini istilzam eder. İşte o irade sahibi­ni yani o birinci kudreti anlamağa giden yol hakikat felsefesinden 30 doğmuştur ve buna dayanan birçok şubeler ve yollar vardır. Bu yollar da bir bakıma “Sırat” tır ki kimini hidâyete kimini dalâlete götürür. Dalâlete giden yol değil, yolunu bilmeyen insândır 31. Bu noktada şu beyitlere işaret edebiliriz:

Âcizim bast-ü beyandan cevher-ü mâhiyyetin
Sorsa bir ârif bana Kâzım Cenâb-ı Şahtan
Kul desem ol kudreti bilkuvve akl etmez kabul
Hakk desem şirk etmeğe havf eylerim Allah’tan
 ______________

Cûş edip bâd-ı muhabbet ile derya ezelî
Oldu bir gevher-i meşhûd dü renk üzre celî
Dedi sarrâf-ı hüviyyet görüp ol dâneleri
Birine nûr-ı Muhammed birine nûr-ı Alî

Burada şuna önemle işaret edelim ki Peygamberimiz Kur’ân’ın sırrını ancak ehl-i beytine 32 ve ashabının en üstünlerinden bir kısmına bildirip açıklamışlardır. Ledün ilmini böyle pek az kişilere bildirip açıklamasının sebepleri de çoktur. Evvelâ, o yolda yürümek ve mutlak hakikati bilmek ve Hakk’ın dîdârına 33 ulaşmak her kişinin kârı değildir. Ve yine ledün ilmi kalbi arınmışlara 34, hakikî nazar 35 sahiplerine ve maâd aklı ehline mahsûstur. Vesveselerden kendini kurtaramayan 37 ve çokluk içinde bocalayıp duranların gözlerinden cehalet perdesini 38 kaldırmak kolay olmadığı gibi gaflet uykusunda olanlar da hakikatin kokusunu bile alamazlar. Çünkü bu gafiller zâ­hir mimarıdırlar, bâtın âleminden haberleri yoktur. Bu gibilere de maâd ehli değil, maâş ehli 39 derler. Bunlar ilâhî bilgiden binlerce söz işitseler de bunlardan gönüllerini bir zerre bile etkilemez, çünkü nâdândırlar.

Bir kimsenin bir saat kâmil ve ârif sohbetine girip mest olması bin yıl kendi başına ibâdet ve riyâzet etmesinden üstün ve hayırlıdır. 40 Bir kimse de kâmil ve ârif sohbetine girmeden maksuduna kavuşamaz. Kâmiller ve ârifler meclislerinden başka meclislerden hiç bir faide elde edilemez. Çünkü bu gibi meclisleri teşkil edenlerin irfâniyetleri çok az ve buna karşılık mukallitlikleri ziyadedir. Anayı, babayı, geçmişi taklit 41 ise hakikat yolunda pek büyük bir perdedir, işte bu perdeyi yırtıp geçenlere “Merd” 42, yırtıp geçemeyenlere de “Nâmerd” derler. Bu ilmi tatmayanlar bilmez, zira akılları maâd aklı değildir. Maâd aklına sahip olanlar bile yine de ârif bir üstadın gerçek irşâdına muhtaçtırlar.

Ey dilâ! ma’nâ yüzünden defter-i esrarı bil      
Kıl tefekkür âlem içre yârı bil, ağyarı bil.43

Gerçek bilgi ile bilmekliğimiz gereken ilk mesele yaratılış meselesidir yani “küntü kenzen mahfiyye……”nin açıklanmasıdır. Yaratılıştan maksat “Küntü kenz……” kudsî hadîsinde ifade edilmiş­tir. Fakat bu ifadeyi gerçekten anlayabilmek için daha önce Hakk’a ârif olmak gerekir. Hakk’a ârif olmak da “Taalluk”, “Tahalluk” ve “Tahakkuk” ile mümkündür. Taalluk, “Bilmek”; tahalluk, “Bulmak”; tahakkuk da “Olmak”tır. Bunun için de ârif olmak, ilâhî bildirileri ve özellikle Dört Kitab’ı gerçekten okuyabilmek ve anlayabilmek şarttır.

Furkan 44 ve Kur’ân 45, terim bakımından aynı şeyi ifade ederler. Böyle olunca yüz “Suhuf”un sırları dört kitapta 46 yani “Zebur, Tev­rat, İncil, Furkan’da toplanır ve dört kitabın usûlü de Kur’ân’da, Kur’ân’ın hakikatleri de “Fâtiha”da,

Fâtiha’nın ma’nâsı da “Besmele”de, Besmele’nin latifeleri de “Bâ”da, Bâ’nın incelikleri de “Nokta”da ibda’ ve derc olunmuştur. “Nokta” bütün nüshaların, mecmuaların metni ve gerek söze ait gerekse fiile ait bütün noktalar da onun şerhi­dir.47

Hz. Alî:”Ben ‘Bâ’nın altındaki noktayım” 48 diye buyurmuştur ve bütün çokluğa ait suretlerin başı ve sonu “Bâ” harfi olmak ve â’yân ve cevherler 49 ve arazlar ve vücûd feyzinde 50 münderic olan tafsiller 51 ve icmâller ve eserler ve hükümler 52 de “Besmele”den ibaret bulunmak­la Hz.Alî şöyle buyurmuş oluyor: “Allah’ın kitabında bulunan her şey ‘Fâtiha’da, Fâtiha’da bulunan her şey ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’de, Bismillâh’ta bulunan her şey ‘Bâ’da, Bâ’da bulunan her şey ‘Bâ’nın noktasında’ bulunmaktadır ve ‘Ben’ de o noktayım. Ve bu ‘Bâ’ harfi, insân nev’inin suretidir”.53

Harflerin aslı da şöylece bildirilmiştir:

Bütün harfler, “Bâ”nın noktasından zuhura gelmiştir. Harfler iki kısımdır: sessiz harfler ve sesli harfler.54 Sessiz harfler Âdem’in Vücûdudur; Sesli harfler de Âdem’den sudûr eden sözler “Kelâm”dır. Âdem, bütün mevcûdâdın aynidir 55. Bütün mevcûdâddaki madde, suret ve şekiller sessiz harflerdir. Bunların devri 56 bakımından zuhura gelen hareketler ve sadâ da sesli harflerdir. Başka bir deyişle, ezelde mukadder “Kitâb-ı Mübîn”in 57 tafsilidir. Gaybdaki mevcûdâd âlî harf­ler, şühûddaki mevcûdâd ta süflî harflerdir ve hepsi birden ezeldeki mukadderatın istikbaldeki tafsilini 58 bildiren hatlardır. Eşyada ve sair mevcûdâdda mevcûd olup istikbali bildiren hatlar Âdem’de tamamıyla mevcûddur. Âdemdeki bu hatlar onun kendi cüzlüğünün ezelî mukadderatını her ân bildirmektedir. Hangi devranda, hangi merte­be ve suret ve makamda bulunursa bulunsun insân ve her şey mutlaka o mertebeden geçecektir. 59 Hangi suret ve mertebede ise o suret ve mertebenin ezelde mazhar olduğu isimlerin ve sıfatların ve isti’dâdın tafsilini şühûd alanına getirmekle mükelleftir.60

Burada “Fark Âlemini” terennüm eden şu mısra’lara işaret ede­lim:

Esmâ-ı ilâhîyyede bîhad hünerim var 61                     
Her demde semâvât-ı hurûfa seferim var 62                
______________________________
                          
Bu hurûf ile biçilmiştir kubây-ı ma’rifet                 
Bu hurûf ile açılmıştır sarây-ı ma’rifet 63­­­                     
______________________________

Âdem libâs-ı harf ile imlâya bir gelir 64
Esmâ-i rumuz sırr-ı müsemmâya bir gelir
Her bir tamam âlem-i eşyayı devr ile
Tekmil edip merâtibin a’lâya bir gelir
Kâhî basît kâh mürekkeb olur vücûd
Âhir havâs-ı hamse-i ra’nâya bir gelir         
____________________               
Yüzün Mushaftır ey hûrî 65                      
Yanağın Kaaf-ı vel – Kur’ân 66                         
Budur Hakk’tan gelen “Tâhâ” 67                              
Budur “Yâsîn-ü Er-Rahmân” 68                   
________________________________
             
Yüzün Mushaftır ey rûh-ı musavver 69             
Taalâ şanühû Allah’u Ekber              
_____________________

Ebced harfleri adedince Âdem “45”, Havva “15” ve altı yön de “6”dır ve hepsinin toplamı da “66” eder ki yine Ebced harfleri ade­dince “Allah” kelimesinin tutarı da “66”dır.

Ve yine:

Hakk der ki kenz-i mahfîyim âlemde pünhân olmuşum 70                    
Zâtım münenezzehtir velî ismimle insân olmuşum 71                        
Zâtım ile zâtımdayım vasfım ile ispattayım 72                   
Sun’um ile îcâddayım 73 hem cism hem cân olmuşum.74   
______________________
                                      
Hem innî enallahım75 hem bu nârın nuruyum76                        
Vessînâ’nın Turuyum vet-Turî’nin mestûruyum77

Ve yine:

Deryây-ı umman benim gevher-i kân bendedir78
Gözünü aç anla bak 79 iki cihan 80 bendedir                    
Cisim, suret, can 81 benim delîl-ü burhan benim82              
Söz  benim, zeban benim, işte meyan bendedir83
Ayyâr-ı Bağdad benim, cümleye serdâr benim84
Burhân-ı esrar benim sırr-ü nihân bendedir85            
Maksad-ı insân benim, girdiş-i devran benim      
Mekteb-i irfân benim işte nişan bendedir86       
Zâhid-i tersâ benim Mescid-i Aksa benim             
Muhyi-i İsâ benim yahşi yaman bendedir            
Muhît-i Zevrak benim Hakk bendedir Hakk benim         
Tamu ve uçmak benim cümle mekân bendedir 87
Evvel-ü âhir benim, ganiyy-ü fakir benim
Zâhir-ü bâtın benim küfr-ü îmân bendedir 88
Kalplerde mâ’bûd benim, Kâ’be benim, Put benim
Âdem’e maksud benim işte matlup bendedir
Zerre benim, güneş benim, gizli benim, fâş benim
Her ne ki var uş benim cân-ü cânân bendedir. 89
_____________________________
                              
Fenâfillâh yani Hu! Deryası Mertebesinden

Ben beni dilmedim her kez ki canım yoksa cânânım               
Ne cismim var, ne cânım var, ne insânım, ne hayvanım                
Gehî katra, gehî umman, gehî peyda, gehî pünhân                                   
Gehî kulum, gehî sultan, ne kulum ben ne sultanım           
Ne ben cân ile cânânım, ne küfrüm ben ne îmânım              
Ne kânım ne mekânım ben ne girdiş ve ne devrânım                 
Ne ödüm ben ne yel oldum ne âbım ben ne kîl oldum                  
Ne cân-ü akl-ü dil oldum meğer bir sırrı-ı pünhânım                    
Ne Âdem ben ne Şît oldum ne Yunus’um ne Hûd oldum              
Ne dürrüm ne yâkût oldum ne de lü’lü-ü mercanım                      
Ne ağyarım ne yâr oldum ne Mansur’um ne dâr oldum.                  
Ne kânım ne gevher oldum ne katrayım ne ummânım                 
Ne ben dâr’ül-karar oldum ne bu aşk ile yâr oldum                   
Ne bu aşka şikâr oldum ne derdim var ne dermanım                    
Ne aklım ne akl-ı kül oldum ne ilm-i kal-ü kîl oldum                 
Ne İshâk-ü İsmail oldum ne Yusuf ben ne Ken’ân’ım              
Ne “Elif” ben ne “Bâ” oldum ne Lokmân-ü hakîm oldum        
Ne “Suhf”u İbrahim oldum ne İncil’im ne Furkan’ım
Ne “Yâsîn” ne “Tâhâ” oldum ne “veş-Şems ved-Duhâ” 90 oldum
Ne asa ne ejderha oldum ne ben Musâ-i Ümranım 91 
Ne ilm ile beyân oldum ne bendeyim ne Hân oldum
Ne Nuh’um ne Tufan oldum ne mûrum ne Süleymân’ım
Benim vasfım beyan olmaz bana nâm-ü nişan olmaz
Bana hiç kimse cân olmaz velî cümleye cânânım 92

_______________________________

Toplamdan sonra Fark’tan

Gönüllerde benim sırr-ı ilâhî   
Serâser cümle varlık nâmütenâhî
Benim hüsn kamu şekl-ü surette
Kamu başta benim Devlet külâhî
___________________

Âleme küllî sedef ve gevher ben oldum
Bu cümle âleme defter ben oldum 93
Kamu varlık yakîn bende bulundu
Yakîn, ırak, kem ve bisyâr ben oldum

­­­­­­­­­­­­­­___________________

Burada “Devran”a ait şu yazıya da işaret edelim:

“Hâlik’in emri beni gûzegâr balçığı gibi devranın çarhı üzerine koyup dolap gibi döndürdü. Kâh beni güze düzdü, kâh bozdu, kâh kâse düzdü. Kâh saraylarda kerpiç eyledi, kâh ayaklar altında hiç eyledi. Kâh gül eyledi başa çıktım, kâh kîl eyledi hâke düştüm. Kâh halk içinde azîz, kâh zelil eyledi. Kâh hayvan, kâh insân eyledi. Kâh nebat, kâh maden eyledi. Kâh yaprak, kâh toprak eyledi. Kâh pîr, kâh civan eyledi. Kâh şah, kâh gedâ eyledi. Kâh biliş, kâh yâd ey­ledi. Kâh gönde yattım, kâh hazîneye baktım. Kâh kul olup satıldım, kâh dellâl olup sattım. Kâh hâkim, kâh mahkûm eyledi. Kâh bezzâz, kâh kazzâz, kâh attâr, kâh hallaç eyledi. Kâh demirci, kâh kömürcü eyledi, kâh beni şark ‘a, kâh garb’a iletti. Kâh deryada mâhî, kâh dağlarda âhû eyledi. Kâh avcı eyledi av avladım, kâh beni av yapıp avlandı. Kâh âlim oldum okuttum, kâh emr eyledi okuttu. Kâh şakirt oldum öğrendim, kâh üstat eyledi öğrettim. Kâh beni ataya oğul eyledi, kâh atayı bana oğul eyledi. Kâh anaya beni kız eyledi kâh kızı bana ana eyledi. Kâh beni tıfl edip analara besletti, kâh anaları tıfl edip bana besletti. Velhâsıl, nîce bin kere ata belinden ana rah­minde cihana geldim. Nîce yüzbin kere tıfl oldum, pîr oldum. Yine ecel gelip beni atam ve anam ardınca gönderdi. Nîce bin kere bulut gibi havaya ağdım ve nîce bin kere yağmur gibi yere yağdım Nîce bin kere kâh hırâmende, kâh perrende oldum. Nîce bin kere küfr-ü îmâna karıştım. Nîce bin kere kâh zulümâta, kâh aydınlığa düştüm. Nîce bin kere türlü hil’atlar giydim. Nîce bin kere türlü yakadan baş göster­dim. Nîce bin kere eller ve âşinâlar gezdim. Nîce bin kere isimler ve lakaplar öğrendim. Nîce bin kere türlü sıfatlardan göründüm.

Hâsıl-ı kelâm, bu nefs askeri 94 beni göçten göçe saldı, kaptan kaba boşalttı, şehir beşehir, kıyı bekıyı gezdirdi ve şol kadar gezdim ki dil ile ayân, kalem ile beyân olunmaz”.95

Bektaşî Tarikatında Hurûfîlik ve Ebced Alfabesinin Rolü

Burada kısaca, Bektaşî Tarikatında pek büyük bir rol oynayan İbn Arabî’nin “Harfler Nazariyesi” ve bu paralelde “Hurâfîlik” ve dolayısıyla “Ebced” hesap ve işlemleri hakkında da gerekli açıklama­da bulunmak zorundayız.

Esasen Tarikat İlmi on iki ilmin esası sayılmakta, Tarikat İlminin esası da “Ebced” olduğu ve Ebced’in de Hz. Alî tarafından vaz’ edil­diği kabul edilmektedir. Çünkü Peygamber, gerek şeriatta, gerek ta­rikatta, gerek ma’rifette ve gerek hakikatte onun hakkında: “Ben il­min şehriyim, Alî de kapısıdır” buyurmuştur.

Ebced konusunda “Mısrî” de şöyle demektedir:
Esmâ-i îlâhiyyede bî-had hünerim var
Her demde semâvât-ı hurûf’a seferim var
Gönlüm göğünün yıldızının hiç adedi yok
Her burçta benim bin güneşim bin kamerim var
Âlimlere “Ebced” hocası olmak olur âr
Alçak görünen “Ebced”e âlî nazarım var
Arşı ve semâvâtı ulûmun budur elhak
Hem dâhi zemininde tükenmez güherim var
Bununla bir oldu dem-i İsâ ile (Mısrî)
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var.
­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­_________________                            
Bu konuda yine bir şair şöyle demiştir:                         
Yakîn bil Ebced-i burhan Alî’dir                                   
Beyân-ı Tevhîd-i Kur’ân Alî’dir                            
Muhammed mi’râca vardığı gece                               
Kapuda gördüğü aslan Alî’dir                                
Çıkardı yüzüğün verdi nişane                                
Hakikat gördü kim sübhân Alî’dir.                     
______________                                       

Ebced Alfabesinde harfler ve mukabili olan sayılar şöyledir:

Ebced (E,B,C,D): E-l, B-2, C-3, D-4.

Hevvez (H, V, Z)  H-5, V-6, Z-7.

Huttî (H, T, Y): H-8, T-9, Y-10.

Kelemen (K, L, M, N) : K-20, L-30, M-40, N-50.

Sa’fes (S, A, F, S) : S-60, A-70, F-80, S-90.

Karaşet (K,R,Ş,T) : K-100, R-200, Ş-300, T- 400.

Sahzaz (Eski harflerle: S “se”, H “hı”, Z “zel”, Z “dat”) : S- 500,

H-600, Z-700, Z-800.

Zag (Eski harflarla: Z “zı”, G “gayin”) : Z-900, G-1000.

Ebced hesabına göre:  (Allah, Muhammed, Alî, İnsan, Ehl-i
Beyt, Fâtiha-Besmele… ilâ).

Ebced adedince  Ebced adedince Ebced adedince
Allah=

Seb’al-Mesânî=

Besmelenin Harfleri =

66

7

19

Hz. Alî = 110 Allah =

Âdem =

66

45

  92-Muhammed     111
    Zât-ı Ahadiyyet,
Mümkinât,   
Vâhidiyyet.
-1
      110

Muhammed’deki “Mim”lerin birisi “Mim-i İmkân”, birisi de “Mim-i Şükrân”dır. Geriye iki harf kalır: (H-8) ve (D-4).

Mim-i İmkân     = 40
Mim-i Şükrân    = 40

                          _____

                                 80        

“H” ve “D” harflerinin adet toplamı da “12”dir ki Muhammed’den çıkan “12” İmam’a işarettir. Bunların hepsini toplarsak yine Muhammed olur, şöyle ki:

İki Mim                   =  80

“H ve D” harfleri    =  12

                                 ______

                                        92 = Muhammed

Besmele harfleri            =  19
Seb’al-Mesânî âyetleri  = 7
“Fetaalâllah el- Mülk
el-Hakk… âyetinin        =  19
adedi”                        ______

                                              45 = Âdem

Mürekkeb aded Hamse-i Âl-i Abâ Cevherî adet Cevherî Yekûn
92

110

135

118

128

Muhammed

Alî

Fatıma

Hasan

Hüseyn

9+2

1+1

1+3+5

1+1+8

1+2+8

11

2

9

10

11

583     43
43=4+3=7
7=(Seb-al-Mesânî)

583=5+8 + 3 = 16. “9” aslî aded olduğundan “16”dan çıkarır­sak geriye “7” kalır ki yine “Seb’al-Mesânî”yi gösterir. Yani, “Seb’al-Mesânî” “Hamse-i Âl-i Abâ”dır.

Ve yine:

Cevheri harfler noktalı harflerdir ve cevheri harfler bakımın­dan Hamse-i Âl-i Abâ’daki beş ismin içinde noktalı olan:

Fatıma’nın   F =   80

Alî’nin           Y =    10

Hüseyn’in     Y =    10   

                                   100

Harfleri sayıları da toplam bakımından “100” eder. Sıfırlar sayılmazlar, onlar mertebelere, nihayete işarettirler. Bu bakımdan “100” sayısından sıfırları atarsak sahih adet olarak elimizde sadece “1” kalır. Şu hâlde, “Hamse-i Âl-i Aba” bir tek vücuda işarettir, bir vücûd demektir, tekerrür etmez olan Nur-ı Vahîddir.

Ve yine:

Allah kelimesinin sayısı “66”dır ki cevheri adet bakımından iki “6”dır. İki “6” da “12” eder ki “12” İmama işarettir.

İki “6” çokluktur, maksat bir “6”dır. Bir “6”da da iki “3” vardır. Bu üçün de biri asıl diğeri gölgedir, zıttır ve üç “Teslîs”tir.

Hulâsa, altı cihet “6”dır, Âdem ve Havva da “6”dır ve Allah da “6”dır.

Allah ve Âdem’in sayılarının toplamı “111” eder, yani üç tane “1” eder ki “Teslîs”tir. Ve yine bu üç “1” den biri “Zât”a, diğer ikisi sıfata yani azdâda aittir ki mümkinâttır, vâhidiyyettir.

Alî kelimesinin sayısı “110” eder ki onda da iki “1” vardır. Muhammed kelimesinin sayısı “92” eder ki bu sayının cevheri adet toplamı “11” eder ki yine iki “1” demektir. Yani Allah zât; Alî ve Muhammed de mümkinâttır. Başka bir deyişle; Alî ve Muhammed Allah’ın zuhurudur. Âdem kelimesinin sayısı “45”tir ve cevheri bakımdan “4+5=9” eder ki bu “9”  sayısı kesrete işarettir, kesrettir.

Ve yine:

“Muhammed, Alî” yedi harftir; “Bismillah” da yedi harftir ve “Fâtiha” da yedi âyettir.

Ve yine:

“Hasan, Hüseyn” de yedi harftir.

Ve yine:

“Muhammed, Alî, Hasan, Hüseyn, Fâtıma” ki “Pençe-i Âl-i Abâ”yı temsil eder on dokuz harftir ve “Bismillâhirrahmânirrahîm”de de on dokuz harf vardır.

Ve yine:

“Âdem” kelimesi ebced hesabı ile “45” eder. “45” ise üç “15”tir. Üç “15” de “Havva”nın üç şeklidir. Cevheri sayı hesabı ile “45”, “4 + 5”tir ki toplamı “9” eder. Dünyada mevcûd her şeyi de “l”den “9”a ka­dar olan rakamlarla hesaplamak mümkündür. Bütün varlık, bu rakamlarla hesaplanır. Bu rakamlar ise “Âdem”dir. Şu hâlde, dünya­nın tamamını gösteren rakamlar “Âdem”dir ve “Âdem” dünyanın ta­mamı ve toplamıdır.

Âdem ise Rahmân suretidir, öyle ise Allah insân suretindedir.

“Havvâ”nın ebced hesabı ile “15” olması ve üç “15” in “Âdem”i teşkil etmesi kemâlin erkekte olduğunu gösterir. Zâten kitapta bildirildiğine göre Allah “Havvâ”yı “Âdem”in uyluk kemiğinden yaratmış­tır. Uyluk kemiği ise “Bel”dir, yani “Havva”, “Âdem”in belinden yara­tılmıştır.

Bu işlem de şu teslîse dayanmaktadır:

  1. Bizzat “Havvâ”nın kendisi.
  2. Havvâ’yı yaratan “Âdem”in beli,
  3. Varlık bilgisi.

Daha açık bir deyişle:

Mademki ben varım, o hâlde:

  1. Ben varım.
  2. Ben var olduğumu biliyorum.
  3. “Ben” ile “var olduğumu bilmek” arasında birleşmek bağı vardır.

Kısaca, Bektaşîlikte her şey ya “Muhammed, Alî” ikilisine, ya “Allah, Muhammed, Alî” üçlüsüne, ya “Muhammed, Alî, Hasan, Hü­seyn, Fâtıma” beşlisine, ya yüzdeki yedi hatta, ya Fâtiha’daki yedi âyete, ya sekiz imama, ya on iki imama, ya Besmele harfleri sayı­sına…ilâ dayandırılmış ve bir çok ebced alfabesi ve hesabı işlemleri ile bunların doğruluğu ispatlanmak istenmiş, bütün bu işlemlerle de Ehl-i Beyt ve mensuplarının takdîsi ile Hz.Alî’nin ulûhiyyetini sağlama yoluna gidilmiştir. Bu onların başlarına giydikleri “Tâc” şeklinden, içinde oturdukları “Dergâh” mimarisine kadar maddî ve manevî her şeylerinde açıkça görülmektedir.

Tarikatlar

Peygamberimiz, dünyanın tertip ve düzeni, dolayısıyla herkes ile ilgili olan şeriatını bütün ümmetine açıkça bildirmiş, fakat yük­sek kişilere mahsûs olan hakikat ilmini, Kur’ân’ın iç yüzünü, din ve vah­det sırrını “Halka akılları erdiği kadar gerçeği açıklayınız” fehvasınca, yalnız ashabının en ulularına ve Ehl-i Beyt’ine gizli ve açık olarak açık­lamıştır.

Peygamberimizin ancak en yakın ulularına açıkladığı bu Hakk yolu da yine açık ve kapalı olarak iki genel yol ile Peygamberin ilimlerinin mirasçısı olan Hz. Alî’den on iki imam vasıtası ile sürdürüle gelmiştir.

Açık yol, özellikle Seyyid’üt-Tâife diye anılan Cüneyd-i Bağdâdî’den itibaren birçok kollara ayrılmış ve her kolun, her tarikin pîri kendi düşünüş ve görüşüne göre bir zikr ve taat yolu kabullenmiş ve sâliklerini o yol ile Hakk ve hakikate ulaştırmağı uygun görmüştür. Meselâ tarikat âyînini Kadiri’ler “Devran” ile Rufai’ler “Zikr-i Kı­yamî” ile Mevleviler “Semâ’ ” ile yaparlar.

Açık yol ulularınca sâlik’in hakikat yolunda adım adım ilerleyebilmesi mürşid tarafından öğretilen esmânın durmaksızın zikrine, tes­lim ve tevekküle ve mürşidin kalbine rabıtaya dayanır. Sâlik bu suretle yeni esmânın hallerini ve nurlarını kendi nefsinde müşâhede eder ve bu müşâhedeleri ile bu müşâhedelere ait kalbî tulûâtını adım adım mürşidine bildirir.

Yedi esmâ “Kelime-i Tevhîd, Allah, Hû!, Hakk, Hay, Kayyum, Kahhar” ilâhî isimlerinden ibarettir ve sâlik nefs-i emmare’den başlayarak son ismin nefs-i sâfiyyeye ulaşması ile kemâl mertebesine ermiş olur ki bundan sonra sâlik rahmânî sıfatlarla vasıflanmış olur.

Kapalı yol da iki kısımdır: biri “Nakşibendî Tarikatı”, diğeri de “Bektaşî Tarikatıdır.”

Bu yol: Hz. Alî’den Selmân-i Fârisî’ye, ondan Kasım b. Muhammed’e, ondan imam Ca’fer’üs-Sadık’a, ondan Bâyezîd-i Bistâmî’ye, ondan Ebu’l-Hasan’ül-Harkanî’ye, ondan Ebu Alî alFarmedî’ye, ondan Hoca Yusuf Al- Hemedânî’ye gelerek ikiye ayrılır. Bir kısmı Hâce-i Hâcegâri Abdulhalik Gacdivânî vasıtası ile altı silsilede Hoca Muhammed Bahaeddin Nakşbendî’ye gelerek “Nakşbendî” tarikatı­nı kurar. Diğeri de Hoca Ahmed’el-Yesevî ve ondan da Şeyh Lokman’ül-Horasânîyy’ül-Perrende vasıtası ile Bektaşî tarikatının

Pîri Hacı Muhammed Bektaş-ı Velîyy’ül Horasânî’ye ulaşarak “Bektaşî” Tarikatı meydana gelir.

Nakşiyye ve Bektaşîyye silsilesinde tarikat bağı Bâyezîd-i Bistâmî’dir ki bu zât da ruhaniyet bakımından İmam Ca’fer’e dayanır.

Bektaşî Tarikatının silsilesi şöyledir ve “Besmele” sayısınca yani “Bismillâhirrahmânirrahîm”  harflerince  “19”dur:

  1. Sultan’ül-Ârîfîn, Burhân’ül-Vâsılîn Es-Seyyid Muhammed El-Hâce Bektâş-ı Velî El – Horasânî.
  2. Eş-Şeyh’ül-Burhan Hoca Ahmed El-Yesevî.
  3. Hoca Yusuf El-Hemedânî.
  4. Şeyh Ebu Ali Farmedî, (Farmedî’nin bir nisbeti Ebu’l-Kasım Kürkânî’ye bir nisbeti de Ebu’l-Hasan El-Harkaanî’yedir).
  5. Şeyh Ebû Kasım Kürkânî .
  6. Şeyh Ebu Osman Mağribî.
  7. Şeyh Ebu Ali El-Kâtib El-Mısrî.
  8. Şeyh Ebu Ali Rûdbârî.
  9. Seyyid’ül-Taife Cüneyd-i Bağdadî.
  10. Şeyh Seriyy’üs-Sakatî.
  11. Şeyh Ma’ruf El-Kerhî.
  12. İmam Ali Rıza.
  13. İmam Musa Kâzım.
  14. İmam Ca’fer Sâdık.
  15. İmam Muhammed Baakır.
  16. İmam Zeynelâbidîn.
  17. Mevlâna ve Mevleyy’el – Kevneyn Şehîd-i Kerbelâ Hüseyn.
  18. Emîr’ül-Mü’minîn Alî b. Ebî Tâlib.
  19. Seyyidinâ ve Seyyid’ül-Mü’rselîn ve Hâtem’ün-Nebîyyîn Muhammed Mustafa.

Hz. Muhammed’in Mürşidi de “Cebrail”dir 96

Ve yine silsile şu hesapça da on dokuz eder:

Seb’al-Mesânî            7
On iki İmam             12 

                 __________  

                                   19

Bektaşî Tarikat silsilesi hakkında şöyle bir sıralama da vardır:

1- Ebu Bekir. 2- Selmân-ı Fârisî. 3- Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir. 4- Ca’fer Sâdık.  5- Bâyezîd-i Bistâmî. 6- Ebu’l-Hasan Harkanî, (Ebu’l-Hasan Harkanî’nin bir nisbeti de Ebu’l-Kasım Kürkânî’ye, onun bir nisbeti de Ebu Osman Mağribî’ye ve ondan da ân’ane ile Cüneyd-i Bağdâdî’ye ve ondan da beş vasıta ile Hz. Alî’ye da­yanır). 7- Şeyh Ebu Ali Farmedî. 8- Hoca Yusuf El-Hemedânî 9-Hoca Ahmed Yesevî. 10-Şehy Lokman Perrende. 11- Hacı Bekktâş Velî.

İcazet ve Hilâfetleri Hz. Alî’ye dayanan Turuk-ı Aliyye hakkında şöyle bir silsile de vardır.:

  1. İmam Alî
  2. Hasan Basrî.
  3. Habîb A’cemî.
  4. Dâvûd Tâî.
  5. Ma’rûf Kerhî.
  6. Seriyy Sakatî.
  7. Cüneyd Bağdadî.
  8. Ebu Ali Rûdbârî.
  9. Ebu Ali Kâtib El-Mısrî.
  10. Ebu Osman Mağribî.
  11. Ebu Kasım Kürkânî.
  12. Ebu Hasan Harkanî.
  13. Ebu Ali Farmedî.
  14. Hoca Yusuf El-Hemedânî.
  15. Hoca Ahmed Yasevî.
  16. Şeyh Lokman Perrende El-Horasanî.
  17. Hacı Bektâş Velî El-Horasânî.

Hacı Bektâş Hakkında Birkaç Söz

Hacı Bektâş Horasan’ın namlı vilâyetlerinden “Nişâbûr”da “Seyyid İbrahim El-Sânî” adındaki baba ile “Hâtem” adındaki anadan hic­rî “645” yılında doğdu.

Hacı Bektâş’ın adı “Muhammed”tir. “Bektâş” da mahlasıdır.

Hacı Bektâş önce Ahmed Yesevî’nin halîfesi Horasan’lı Şeyh Lokman Perrende’den ta’lîm ve terbiye gördü. Daha sonra ve rivayete göre kırk yıl riyazeyt ve mücahedede bulundu. Bu arada Hoca Ahmed Yesevî’nin feyzine de nail oldu ve onun: “Suluca Karahöyüğü Sana Yurd Verdik” şeklindeki işaretleri üzerine Horasan’dan “Rum” diya­rına geçti.

Hacı Bektâş Horasan’dan Rum’a olan bu seyahatinde önce Necef’e uğradılar ve Hz. Alî’nin âsitânesinde bir erbaîn “kırk günlük riyazet” çıkardılar. Oradan Mekke’ye geçerek Harem-i Beytullah’ta üç yıl ikamet ettiler. Sonra Medine’ye gelerek Peygamberi ziyaret ettiler ve orada da bir erbaîn çıkararak Hz. Muhammed’in nuru ile feyzlendiler. Daha sonra sıra ile Kudüs’teki Enbiyânın merkadlarını ve Halil’ür-Rahmânın makamını, Şam’daki mukaddes makamları, Halep’te Câmi-i Ekber’de makam-ı Davud’u, Elbistan’taki Eshâb-ı Kehf gârını ziyaret ve buralarda da birer erbaîn çıkardıktan sonra Suluca Kara Höyüğe geldiler ve orada irşâd postuna oturarak halkı uyarmağa başladılar.

Hacı Bektâş Karacahöyük’te uyandırma ve ilim yayma ile meşgul iken ikinci Osmanlı Padişahı Sultan Orhan kendisini ziyaret etmiş ve kurdukları “Yeniçeri” ocağının kuruluşu merasimine kendilerini davet etmişlerdir. Merasim günü Hacı Bektâş teberrük makamında hır­kalarının kolunu huzurlarına getirilen bir Yeniçeri neferinin başı üze­rine uzatmış, bu suretle de Yeniçerilerin başlarındaki kalpakların ar­kasına kol şeklinde bir aba parçasını takmak teberrüken âdet olmuştu.

Kendisine pek çok harikalar ve kerametler de isnad edilen Hacı Bektâş “738” Hicrîde Suluca Karahöyük’te vefat etmiştir. “Bektaşîye” sözü Ebced hesabı ile ölümüne tarih düşmektedir.

Hacı Bektâş’ın aile silsilesi de şöyledir:

  1. Hz. Alî. 
  2. Hz. İmam Hüseyn. 
  3. Hz. İmam Zeynelâbidîn. 
  4. Hz. İmam Muhammed Baakır.
  5. Hz. İmam Ca’fer Sâdık. 
  6. Hz. İmam Musa Kâzım. 
  7. Es-Seyyid İbrahim El-Mükerrem El- Mücâb.
  8. Es-Seyyid Hasan El-Mücâb. 
  9. Es-Seyyid Muhammed. 
  10. Es-Seyyid İmam Mehdî.              
  11. Es-Seyyid İbrahim.
  12. Es-Seyyid Hasan.
  13. Es-Seyyid İbrahim.Es-Seyyid Muhammed.
  14. Es-Seyyid İshak.
  15. Es-Seyyid Musa.
  16. Es-Seyyid İbrahim Es-Sânî.
  17. Es-Seyyid Hacı Bektaş Velî.

Bektaşî tarikatındaki erkân ve kaidelerin koyucusu ve “Mücerretlik” müessesesinin kurucusu olan “Balım Sultan” da bu hizmetlerin­den ötürü Hacı Bektâş’tan sonra tarikatın ikinci pîri sayılır. Balım Sultanın babası Mürsel Sultandır ki bu zât Hacı Bektâş’ın manevi sulbünden gelen Yusuf Bâlî Sultanın oğludur. Balım Sultanın tarikata ve maddî vücuduna ait silsilesi şöyledir:

  1. Hacı Bektâş-ı Velî.
  2. Hızır Bâlî Sultan (Hacı Bektaş’ın manevî evlâdı İdris Hocanın üçüncü oğlu).
  3. Resul Bâlî Sultan.
  4. Yusuf Balî Sultan.
  5. Mürsel Baba Sultan.
  6. Balım Sultan (Tarikatın ikinci pîri).

Balım Sultan “922” Hicride vefat etmiştir.

Bektaşîlikte on iki imama nisbetle on iki post yani on iki makam vardır şöyle ki:

On iki imam Ölüm Tarihleri
İmam Ali El-Murtaza 661
İmam Hasan El-Muctebâ 667
İmam Hüseyn El-Şehid 680
İmam Zeynelâbidin  El-Seccâd 712
İmam Muhammed Baakır 733
İmam Ca’fer Sâdık 765
İmam Musa Kâzım 799
İmam Ali Riza 816
İmam Muhammed Takiy El-Cevâd.                                                826
İmam Ali Nakiy El-Hâdî 868
İmam Hasan el-Askerî El-Zekiy. 873
İmam Mehdî (kaybolma)   266 (H.)
   
Post Sahipleri Postların Adları
Hacı Bektâş-ı Velî Mürşid (Baba) postu
Seyyid Ali Sultan Aşçı Postu
Balım Sultan Ekmekçi Postu
Kaygusuz Sultan Nakîb Postu
Kanber Ali Sultan Atacı Postu
Sarı İsmail Sultan Meydancı Postu
Kara donlu Can Baba Türbedar Postu
Şah Kulu Hacim Sultan Kilerci Postu
Şah Şazelî Kahveci Postu
Hz. İbrahim Kurbancı Postu
Abdal Musa Sultan Ayakçı Postu
Hızır Aleyhiselâm Gaipler ve Mihmandar Postu.

On iki İmamın Türbe-i Şerîfelerinin Bulunduğu Yerler

1. İmam Alî (Necef’ül-Eşref)
2. İmam Hasan (Medîne-i Münevvere)
3. İmam Hüseyn (Kerbelâ)
4. İmam Zeynelâbidîn (Medîne-i Münevvere)
5. İmam Muhammed Baakır (Medîne-i Münevvere)
6. İmam Cafer Sâdık (Medîne-i Münevvere)
7. İmam Musa Kâzım (Bağdat)
8. İmam Ali Riza (Horasan)
9. İmam Muhammed Takiy (Bağdat)
10. İmam Ali Nakiy (Şahmeran)
11. İmam Hasan el-Askerî (Şahmeran)
12. İmam Mehdî (Sâmire’de gaib oldu).

On Dört Ma’sûm-u Pâk Şehitlerin Gömülü Bulundukları Yer­ler

Muhammed Ekber (Hz.Alî’nin oğlu) (Bağdat)
Abdullah (Hasan’ın oğlu) (Bağdat)
Abdullah (Hüseyin’in oğlu) (Kerbelâ)
Kasım (Hüseyin’in oğlu) (Kerbelâ)
Hüseyn (Zeynelâbidin’in oğlu) (Basra)
Kasım (Zeynelâbidin’in oğlu) (Basra)
Ali el-Eftar (Baakır’ın oğlu) (Sivas)
Abdullah (Ca’fer’in oğlu) (Bistam)
Yahya el-Hâdî (Ca’fer’in oğlu) (Kûfe)
Sâlih (Musa Kâzım’ın oğlu) (Sivas)
Tayyib (Musa Kâzım’ın oğlu) (Remlede Şirâzda)
Ca’fer (Muhammed Takiy’nin oğlu) (Kudüs)
Ca’fer (Hasan Askerî’nin oğlu) (Deyr)
Kasım (Hasan Askerî’nin oğlu) (Cezayir)

İşte Bektaşî tarikatının Hz.Alî’ye dayanmakta olduğu böylece açıkça görülmektedir.

Yukarıda Alî adının lûgavî ve bâtınî ma’nâları üzerinde durmuş­tuk. Şimdi de yine dış ve iç ma’nâları ile birlikte “Alî” adının beşer sıfatının da müsemmâsı olduğu üzerinde de kısaca duralım:

Cenâb-ı Hakk (ve hüvel aliyyül azîm) insânlar içinde “Mu­hammed b. Abdullah”ta Nebîlik sureti ile ve “Alî b. Ebî Tâlib”te de Velîlik sureti ile tecellî ve zuhur etmiştir. Bunların ikisi de bir nurdur. Bir hadîste şöyle denmiştir: “Ben ve Alî ayni bir tek nuruz”.

Cûş edip bad’ı muhabbet ile derya ezelî
Oldu bir gevher-i meşhûd dü renk üzre celî
Dedi sarrâf-ı hüviyyet görüp ol dâneleri
Birine Nûr-ı Muhammed birine nûr-ı Alî

Yine bir hadîste şöyle denmiştir: “Her kimse ki benden ayrıldı Hakk’tan ayrıldı ve her kimse ki senden ayrıldı Ya Alî! benden ayrıldı”.

Bir kere de Peygamber, Hz. Alî’nin elini kendi eliyle tutarak şöyle buyurmuştur:

“Her kimse ki buna buğz eder, Allah ve Resulüne buğz eder ve her kimse ki buna muhabbet eder, Hâlık-ı Kevn-ü Mekâna ve Resulüne muhabbet etmiş olur”.

Ve yine Peygamber şöyle buyurmuştur: “Alî’nin eti benim etim, Alî’nin cismi benim cismimdir”.

Zât-ı pâkinden ziyade var mıdır hiç kimsenin
Fahr-i âlemle karâbet ya Alî!
Lâhmike lâhmî dedi hakkında Sultân-ı Resul
Mazhar-ı sırr-ı fesahat ya Alî!
Cûd-u ihsanın için nâzil oluptur (Hel Etâ)
Dendi hakkında bu âyet ya Alî!
Lâ fetâ illâ Alî, lâ seyfe illâ zülfekar
Nâil-i medh-i belâgat ya Alî!
Şehr-i ilmin babı sensin bi-iştibâh
Kimsede yok bu şerâfet ya Alî!.

Hz. Muhammed, mi’râcında, mertebeleri ve makamları seyr eder­ken aslan suretinde bir mahlûk önüne geçti. O, bunu görür görmez bel­ki yoluna mani olur diye parmağındaki yüzüğü çıkarıp aslanın ağzına attı (çünkü yüzüğünüzü aslanın ağzına atın diye emir gelmişti). As­lan da büyük bir tevazu ile bu şerefli yüzüğü ağzına aldı. Ondan sonra da Hz. Peygamber urûc ve seyranına devam etti. Mi’râcın sonunda da ashabına mi’râctan haber verirken Hz Alî de orada hâzır bulunuyordu. Peygamber, mi’râcta bir aslana rastladığını ve aslanın onun yolunu kesmemesi için yüzüğünü aslanın ağzına attığını ve böylece yine sey­rine devam ettiğini açıkladığı sırada Hz. Alî yüzüğü ağzından çıkarıp Hz. Muhammed’in önüne koydu. Orada hâzır bulunan ashap Hz. Alî’­nin yüksek mertebesine ve velâyetine ve mi’râcta seyranın Muhammed’le birlikte olduğuna kail olup kendisine olan meyl ve muhabbetleri bir kat daha artmıştır.

Nûr-i vechinle dü âlem pür ziyadır ya Alî!
Rû-yi pâkinde berk eden nûr-i Hüdâdır ya Alî!
Doğduğun saat dü çeşmin iptida
Gördüğün rû-yi Muhammed Mustafa’dır ya Alî!
Ol mübarek ağzına aldın zebân-ı hâtemi
Ancak ol zevke senin ağzın sezadır ya Alî!
Hakk seni etti bu nimetle müzeyyen şüphesiz
Vâris-i ilm-i Resûl-i kibriyasın ya Alî!

Yine Hz. Muhammed mi’râcı esnasında Hz. Alî’yi, Alî’nin kendi sureti ile görüp: “Bu Alî b. Ebu Tâlib’tir. Acaba ne vakit buraya gel­miş olur?” diye tefekkür ederken, o onun cismi değil resmidir dedi­ler.

Hâk-i pâyın Arşü Kürsî olsa revadır ya Alî!               
Yoluna bu şân ile başım fedadır ya Alî!           
Cismine başındaki tâcı geçirdi çün Resul               
Mâsivalar öyle tâca bir bahâmı ya Alî!             
Kimse nail olmadı bu Devlet-i Uzmâya hîç             
Zât-ı pâkin Tâc-ı Re’s-i Enbiyâdır ya Alî!                 
İsm-i pâkin ism-i Hakk’tır hem dahî hakk her işin               
Her kelâmın mültecây-ı Evliyadır ya Alî!

Hz. Alî ve ailesi hakkında Kur’ân’da vârid olan âyetlerden bazıları şunlardır: 97

“….. de ki sizden ancak akraba sevgisini gözetmenizi isti­yorum.”

“Biz onların gönüllerindeki her türlü kini giderdik, onlar kardeştir.”

“Peygambere isyan hakkında konuşmayın Allah ve Peygambe­re itaat edin.”

Peygamberle gizli konuşmadan önce bir sadaka verin   ………….

…. eğer bulamazsanız, Allah bağışlayıcıdır…………………… Ey Ehl-i

Beyt! Allah, sizin üzerinizden her türlü kirliliği gidermek, sizi te­miz yapmak ister.

Hz. Alî hakkındaki bazı kudsî hadîsler de şunlardır:

“Ya Alî! Sana müjdeler olsun hayatın ve ölümün benimledir”. “Alî’yi sevmek hasenedir ki bu muhabbet bâkî oldukça seyyie zarar vermez”.

 “Alî’yi sevmek ateşin odunu mahvı gibi günahları giderir”.

“Alî’nin bu ümmet üzerindeki hakkı babanın evlâd üzerindeki hakkı gibidir”.

“Kardaşlarımın hayırlısı Alî ve amcalarımın hayırlısı Hamza’dır.”

“Arap kavminin Seyyidi Alî’dir”

“Sırrımın sahibi Alî b. Ebî Tâlib’tir”

“Alî aslım, sonrakiler fer’imdir”

“Ben kimin efendisi isem Alî de onun efendisidir”

“Alî bedenimde baş gibidir”.

“Alî benden, ben Alî’denim; her müminin de velîsi Alî’dir”.

“Alî’nin, insânlığın hayrı olduğunda kim şüphe ederse kâfirdir”.

“Alî ebrarın imamı, küffârin mukatilidir”.

“Ehl-i beyte buğz eden münafıktır”.

“Alî ile hilâfet için mukatele edeni nerede olursa olsun katl ediniz”.

“Bu Alî’dir ki eti etim, kanı kanımdır”.

“Alî’ye zinhar sövmeyiniz. Zira, kendisi Zâtullahtan memduh ve memsuhtur”.

“Tahkîk, Alî benden sonra velînizdir”

“Ya Alî! Tahkîk Cenâb-ı Allah seni ve zürriyyetini mağfiret eyledi”..

“Ya Alî! Benden sonra tecrübe olunacaksın, asla mukatele etme!”

“Ya Alî! Sen benim Sünnetim üzere katl olunursun”.

“Ya Alî! Sen bana Musa’nın Harun’u gibisin”.

“Ya Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin”.

“Ben korkutucu, Alî hidâyete vesile olucudur”

“Ben hikmetin evi, Alî de kapısıdır”

“Ben ilmin şehri, Alî de kapısıdır”

“Ben ve Alî Allah’ın kulları üzerine Allah’ın hüccetiyiz”.

“Ben ve Alî bir ağaçtan, nâs da başka ağaçtandırlar.”

“Üç kimse için cennet, yani ‘cemâl’ müştaktır. Onlar da Alî b. Ebî Tâlib, Ammâr Yâsir ve Selman-ı Fârisî’dirler”

“Ben ilmin şehri, Alî de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin”.

“Benden sonra ümmetimin en âlimi Alî b. Ebî Tâlib’tir”.

“Halk içinde Alî, Kur’ân içinde ‘Kul hüvallah’ sûresi gibidir”.

“Eğer Alî yaratılmasaydı Fâtıma için küfv olmazdı”.

“Her Nebî için bir vasî ve vâris vardır. Alî de benim vasîm ve vârisimdir”.

“Her kim Âdem’in ilmine, Nuh’un fehmine, İbrahim’in hûlkuna nazar edip mesrûr olmak isterse Alî b. Ebâ Tâlib’e nazar etsin”.

“İlim ve hikmet on parçaya ayrılıp dokuzu Alî’ye ve yalnız biri halka verilmiştir.”

“Terazinin bir gözüne yerleri ve gökleri, bir gözüne de Alî’nin il­mi konulsa Alî’nin ilmi ağır gelir”.

“Ya Alî! Ben “Nebî”lerin ve sen “Velî”lerin hâtemisin”.

“Alî’nin yüzüne bakmak ibadettir”.

Peygamber, Hz. Alî’ye işaret ederek şöyle buyurmuşlar: “Hakk şununla, Hakk bununla yani Alî iledir”.

İmam Hasan ve Hüseyn hakkındaki bazı kudsî hadîsler de şun­lardır:

“Hasan ve Hüseyn’i seven, tahkîk beni sever”.                             

“Ehl-i Beyt’ten bana ziyade muhabbetli Hasan ile Hüseyn’dir”.                

“Ya Rabbî! Ben Hasan ile Hüseyn’i severim; Sen de sev!”,               

“Hüseyn, altmışıncı yılının başında şehit olur.”,                       

“Ya Rab! Hasan ile Hüseyn’i severim, sen de sev ve onlara düş­manlık edene sen de buğz eyle”.

“Ya Allah! Hasan ile Hüseyn’i severim ve onları seven kimseyi de severim”.

“Hüseyn tâhir olan torunlar içinde benim torunumdur” (Hasan ve Hüseyin “Mükkerem Torunlar” diye de adlandırılmıştır).

“Ey halk! Alî’nin oğlu Hüseyn’e verilen fazîletlerden diğer Nebî­lerin çocuklarına verilmedi. Hz. Yusuf aleyhisselâm müstesna”.

“Bir kimse beni ve Hasan ve Hüseyn ile babalarını ve analarını severse kıyamet günü benimle beraber olur”.

“Bu iki İmam (Hasan ve Hüseyn) benim evlâtlarımdır ve kızı­mın evlâtlarıdır. Ya Rabbi! Ben bu iki imamı severim ve onları seveni de severim”.

“Şüphe yok! Hasan ve Hüseyn her ikisi de dünyada benim reyhanımdır”.

“Hüseyn, sen Seyyid oğlu Seyyidsin, kardeşin de Seyyiddir ve Sen imam oğlu imamsın, kardeşin de imamdır ve sen hüccet oğlu hüccetsin, kardeşin de hüccettir ve sen dokuz hüccet olan dokuz ev­lâdın babasısın; on iki imamın sonu da Mehdi-i kaimdir”.

“Bir kimse Hasan ve Hüseyn imamlarını severse beni sever ve beni severse Allah’ı sever; bir kimse bu iki imama buğz ederse bana buğz eder ve bana buğz eden Allah’a buğz etmiş olur”..

“Hasan ve Hüseyn ism-i şerifleri güzellik isimlerinden iki isimdir”.

Cedd-i Haseneyn aşkına feryad ederim ben
Bir lâhza cüda olmayayım Âl-i Abâdan                        
____________________
Ya Rab! Beni dûr eyleme evlâd-ı Alî’den              
____________________

Cümle beşerden yoğidi bir nişan                          
Gayr-i Hüdây-ı Ahad lâmekân                                
Nüh feleğin tarh-u binasın koyan               
Evveli mimar Alî’dir Alî!             
Hüccet-i cebbar Alî’dir Alî!           
Katil-i küffar Alî’dir Alî!              
Âlem âra izzet-i Peygamberi                         
Eyleyen izhâr Alî’dir Alî!      
______________________

Nâm-ı şerif-i Alî rehber-i habl-i Velî                                               
Sanmadır müncelî oldu cihan çâkeri                  
Şîr-i Cenâb-ı Hûda Pâdişeh-i Evliya                  
Server-i Âl-i Abâ Seyyid-i İns-ü Peri                 
Elde kalem lâl olur hayretime dâl olur             
Kendisi meh oldu encüm Hüseyn-ü Hasan              
Âlemi rûşen eden Nun Kalemin defteri                       
Eyle kerem bendeye câm-ı gevher kevserî 
___________________________

Uyur idik uyardılar 98                     Diriye saydılar bizi 99

Koyun olduk ses anladık 100           Sürüye saydılar bizi 101

Sürülüp kasaba gittik 102                 Kenâreyi mesken tuttuk 103

Dîdâr defterine yettik 104                 Şükür hoş gördüler bizi 105

Hâlimizi hâl eyledik 106                   Yolumuzu yol eyledik 107

Her çiçekten bal eyledik 108            Arıya saydılar bizi 109

Hakk defterine yazıldık 110             Pîr divanına dizildik 111

Bal olduk şerbet ezildik 112             Doluya saydılar bizi 113

Pîr Sultanım Haydar şunda             Çok keramet var insânda

O cihanda bu cihanda                     Alî’ye saydılar bizi 114

______________________

Bizim serçeşmimizdir Ehl-i Beyt hem Hayder-i Kerrar
Velâyet mülkünün işte bunlardır sâhib-i keremkânı
Eğer bin yıl çalışsan ilm-ü a’mâle değil nâfî’
Tutup bunların destin feda eyle ser-ü canı
Eğer ikrâr edersen Hayder-i Kerrar’a cân ile
Sârî olur ulviyyet eder hem lütf-u İhsânî                 
_______________________

Anlatırlar ki: “Bir gün bir hırsızı Hz. Alî’nin huzuruna getirirler ve hırsız suçunu itiraf eder. Bunun üzerine de Emir hırsızın elini kestirir. Yolda Selmân-ı Pâk ve arkadaşları hırsıza rastlarlar ve meseleyi sorar­lar. Hırsız da meseleyi anlatır ve Hz Alî’yi yine de metheder. Selmân ve arkadaşları hırsızın Emir hakkındaki sözlerini kendisine anlattık­larında Hz. Emir o muhibbi istetir ve kesilen elini yerine koyup hırsızı tekrar eline kavuşturur.”

Şîr-i Cenâb-ı Hûda Padişeh-i Evliya                
Server-i Âl-i Abâ Seyyid-i İns-ü Peri           
Vâkıf-ı her hayr-ü şer mazhar-ı fevz-ü zafer       
İstese alırdı ger zaptına her kişveri            
Hasma ol âlî tebar saldığı dem Zülfikar             
Ettirir idi firar terk ile cân-ü seri      
_________________________

Ey Şeyh-i âlempenah Şah selâmünaleyk
Ehl-i dile secdegâh Şah selâmünaleyk
Server-i habl-i Resul, hâdi-i ehl-i Sübül
Hâteme-i cüz-ü kül Şah selâmünaleyk
Ahmed-ü Mahmud-ü enâm Tâlib-i Hakka İmam
Yani Resul-i enâm Şah selâmünaleyk
Lâhmike lâhmî sana dedi Resul-i Hûda
Mazhar-ı nur-ı Hûda Şah se .. ..
Şâh-ı Velâyet özün mahz-ı kemaet sözün
Ârife âyet yüzün Şah se .. ..
Sana dedi ol Nebî (Ente) ahî ya Alî!
Hakk dedi haktır belî Şah se… .
Kân-ı hayâsın bugün nokta-i (Bâ)sın bugün
Şîr-i Hüdâsın bugün Şah se ….
Ey meh-i berd-i tam âline yüz bin selâm
Vird edene subh-u şâm Şah se. .. .
Aşk-ı Hasan cân olup sînede îmân olup
Yoluna kurban olup Şah se . …
Şâh-ı şehîdân Hüseyn sevmesidir farz-ı ayn
Ehl-i cinan içre zeyn Şah se. . . .
Bende-i Baakır benim zikr ile zâkir benim
Fakr ile fâkir benim Şah se . . . .
Hazret-i Zeynelabâ server-i âl-i necât
Bendesiyim bî inad Şah se . . . .
Ca’fer’üs-Sâdık safiy mahzen-i genc-i hafî
Mülk-i dilin Asaf’ı Şah se. .. .
Şâh-ı Horasan Alî Musa Riza ol velî
Cân ile dedik belî Şah se.. . .
Şâh Muhammed Takiy oldur seniyy müttakî
Suhf-u cemâlin hakkı Şah se .. ..
Oldu Nakiy rehnüma ehl-i dile pîşiva
Kâşif-i “kul innemâ” Şah se . . . .
Muse-i Kâzım yakîn rehber-i ehl-i dîn
Yani İmâm-ı güzîn Şah se . . ..
Şâh Hasan’ül – Askerî pâyına koduk seri
Cân-ü dilin serveri Şah se . . . .
Mehdi-i sâhib zaman yani İmâm ‘üz – Zaman
Hazret-i şâh-ı cihan Şah se. . . .
Nâmını ol bînazîr nây ile kıldı münîr
Cümleye ol destgîr Şah se . . . .     
____________________________                   

Ey vücud-i mat’la-ı envâr-ı kudret ya Alî!    
Nazmdâr-ı künfekân bünyân-ı fıtrat ya Alî!        
İsmi cevher cismi cevher zâtı cevher lâ garaz        
Âlem-i envarda bennây-ı kudret ya Alî!..                 
Rabb-ı hâlık Rabbı-ı râzık Rabb-ı allâmelguyub
Bünye-i zâtında koymuş a’lemiyyet ya Alî!            
Âlem-i ma’nâda fevka küllî zî ilmün alîm          
Allemel esmâ-i Âdem’e filhakika ya Alî!             
(Bâ)daki bir noktasın sen (Bâ-ı Bismillâh)sın  
Kelme-i (Elhamdüllillâh)a vesatet ya Alî!          
Ente ya Mevlây-ı dîn Mevlây-ı Rabb’il-âlemin         
Bâtın ma’nâyı remz ile hamd içinsin ya Alî!              
İsmin olmuş ism-i Rabb’ül-Âlemînden intihab
Nâmınız münşakk-ı esmâ-i celâlet ya Alî!              
Rabb-ı A’lâdan a’lâsın Rabb-ı Rahmândan Rahîm
Rabb-ı izzet Rabb-ı devlet Rabb-ı kudret ya Alî!
Mâlik-i dîvan-ı yevmüddîn sensin mutlaka             
Âyet-i (İyyâke Na’budu) ul ibâdet ya Alî!
(Nestaîn iyyake)  bel vallahu hayrülmüstahak
Ey olan miftâh-ı bâb-ı istikamet ya Alî!
Bezm-i hass-ı hâlık-ı ashaba misbah olur
(İhdinâ) lâfzında mısdâk-ı hidâyet ya Alî!
(Ellezîne yenkurrunen nimete veylün lehum)
Bâtın-ı nimette maksûd-ı nimet ya Alî!
(Lâ aleyhim gayr’il-Magdûb-i aleyhim) bel ve lâ
Mevkıf-i dîvân-ı ukbâda şefaat ya Alî!
Hâulâ’il-Kavme ehlünnâr bel hüm tâlîbin
Merhaba ahbabına a’dana zillet ya Alî!
(Kul hüvallahu ahad) sensin derim hâşâ ve lâ
Vardır (Allahussamed)ten sende kudret ya Alî!
(Lem yelid)sin âlem-i envar içinde şüphesiz
Yüz bin yıllar âlemi kıldın seyahat ya Alî!
Ger (ve lem yûled) desem estağfurullahilazîm
Var bu istekten vücudunda merâtib ya Alî!
Lâfz-ı (ve lem yekun ile lehû küffüvven ahad)
Sensin hem bîdâr-ü bîna Râbb-ı izzet ya Alî!
Dûn-ı Hâlık Ferd-i vâhid fevk-i mahlûkatsın
Her cihetten var seninçin vâhidiyyet ya Alî!
Aşikârdır ad veren câh-ı celâl-ı rütbene
Tam yüz on dört sûre-i Kur’ân şahadet ya Alî!
İptida ol (Elif lâm mim zâlikelkitab)
Şüphesiz hâdîye sen olmaktır işaret ya Alî!
Kim eder inkâr sen olmamak Kelâmullahtan
Ma’raz-ı (İnna araznâ)ya emanet ya Alî!
Kelme-i hakk-ı velâyettir seninçin innemâ
(Kul kefâ) fil’inde eyler pes kifayet ya Alî!
Âyet-i tathîr mazmûn-ı yürîdullahta
Zülcelâl maksada ayn-i iradet ya Alî!
Küllü kavma mühteda ol hâdi-i nehc-i sebîl
Müstefâd-ı âyet-i ecrülmüvedde ya Alî!
Senden oldu nazil işte (Ellezîne Yenfikûn)
Muktedâ’ül-iktidâ hayr’ül -berriyyet ya Alî!
Sûre-i Necm’den maksad (Hel Etâ) yâ tâcidâr
Yedi (Hâ Mim-ü Elif lâm Mim)e şevket ya Alî!
Hem (Elif Lâm Mim Sâd)ın bâtın ma’nâsına
Müddeâsın eylese hakka ifadat ya Alî!
Vasf-ı na’l-ı Düldülü gör (Sûre-i vel’âdiyat)
Men’ba-ı cûd-ü Sehâ kân-ı şecaat ya Alî!
Bir mahabet bir salâbet, bir şecaat sende var
Kudret-i hükmündedir miftah-ı nusret ya Alî!
Bendesin Allah’a amma küllü halka Rabsın
El uran dâmânına çekmez nedâmet ya Alî!
Var ümidim ma’rifet ehli beni tutsun muaf
Bir hakîr-i kem metâım bî bazaat ya Alî!

______________________

Şehid-i Kerbelâ Hüseyn-i Müctebâya Hutbe

Ey Kavm-ı bî perva bilin men milk-i dîn a’dasıyem
Gâh-ı celâlet çarkının mihr-i cihan ârasiyem       
Benden götürmüş revnakın buruc-ı âsümân           
Kalb-i revâk-ı ahzarın çün mescid-i aksâsıyem            
Almış taravet zevkini benden arûsân-ı çemen          
Dîn-i mübîn gülzarının bir lâle-i sahrâsıyem           
Olmuş vücudumla benim encâm-ı âlem berkarar
Mas’nû-ı sun’i- sâniin âlemde Rabbünnâsıyım         
Nazm-ı nizâm-ı âlemin icrây-ı hükmü bendedir  
Takdîr-i hükm-i hâlıkın hem câri-i mecrâsıym          
Benden gelüptür arsa-i mevcûda aksâm-i nüfus          
Feyz-i asl-ı kudretin dünyâ-u mâ fîhâsıyem       
Bezm-i tecerrütten gelip unsur libâsın giymişem    
Lâkin makâm-ı kurbta levlâke müstesnâsiyem     
Bensiz urûc etmez melek, bensiz dolanmaz felek    
Arş-ı ilâhî lengeri Cîn-ü Beşer Mevlâsiyem    
Ceddimdir Şah Muhammed festakim deryây-ı aşk     
Aşk-ı hakikat kenzinin bir gevher-i yektâsiyem    
Câh-ı celâl-ı rütbede ben kandeyim Âdem kande    
Asl-ı vücûd-ı Âdem’in ben Allemelesmâsiyem    
Yoktur Halîle nisbetim mahbub gedâ hılkatım   
Hallâk-ı Hay ve Ulânın esmâul-hüsnâsiyem   
Maksûd-ı asi künfekân nûr-i Hüdây-ı lâmekân   
İslâmın ey Firavniyân derya yaran Mûsâ’sıyem      
Yok medhali Musa’nın bana tecellî etmiş ihtisas   
Bendendir ayn-ı mu’cizi çünkü yed-i beyzâsiyem Yarab!
Keyfe yuhy-il-mevtâ diyen demde Halil   
İhyây-ı nefs-i tayr için men muhy’il-Mevtâsiyem
Sinemde Kur-ân defteri ilm-i ledün mazharı     
Tenzîl-i münzelin belî Yasîn-ü Tâhâ’sıyem          
Asl-ı hakikatte benim Kur’ân-ı münzel-i bâtın      
Lâfz-ı yürîdullah’ta mısdâk-ı tathîrâsıyem
Şanımda nazildir benim (Ecr’ül – müvedde) âyeti
Ol âyet-i meşhurenin mazmûn-ı filkurbâsıyem
Sabt’ün – Nebîyy’il-mu’temen ah’ul-İmam-il-muhtesen Yani Hüseyn İbn Alî Kerbelâ tenhasiyem
Gitmiş celâl-ü şevketin artuktur derd-ü mihnetim
Şehr’ül – Haramın zulm ile maktûl-ı âşûrâsiyem
Aldınız şücâ-ı nâsımı nâkâm kıldınız Kasımı
Öldürdünüz Abbas’ımı serkeşte-i sevdâsiyem
Doğarandı yâr-ü yaverim koynumda kaldı ellerim
Ölüp kefensiz Ekberim navaslının cûyaniyem
Ey kavm-ı pür tezvir-i aşk ne Rum-ü Zengim ne Habeş
Yandım susuzluktan el’atş ruz-ı ceza sakasıyem
Giymiş ayâlim kâareler kan ağlar o bîçareler
Sînem açıp fevvareler bin çeşme kan deryasıyem

______________________________

Mevlûd-ı Şah Hz. Alî Nevrûziye

Bu gün bir nûr-ı kudsî âsümâne şems-ü tâbândır               
O nurun devresinde arş-ı a’zam şem-i lem’andır                      
Bu gün bir necm-i a’zam âsümâna oldu nümâyân                
Münevver eyledi eflâk -ü melâlik cümle hayrandır              
Bu gün nevrûz bu gün şehruz bu gün iyd-i saadettir                
Bu gün künfekân emri Hamel burca işarettir                       
Bu gün geldi cihana bir sadâ Firdevs-i a’lâdan                   
Ferahyâb oldu bülbüller kamu gülzar handândır.             
Bu gün bir yevm-i kübrâdır melâik cümlesi şâdân               
Dönüp mihver Hamel burcun velâdet Şah-ı Merdândır           
Bu gün nevrûz bu gün şehrûz bu gün iyd-i saadettir                 
Bu gün künfekân emri Hamel burca işarettir,                        
Bu gün geldi cihana tâcidâr-ı kul kefâ billâh             
Derûn-ı beyt-i Rahmânda bu gün ol Şâh mihmandır                  
Bu gün geldi cihana kâşif -i esrâr-ı Peygamber                 
Müşerref oldu ârifler Havaric cümle hüsrandır
Bu gün nevrûz  ………………….
Bu gün kün…………………..
Bu gün geldi cihana ol vahy-i Hakk Habibullah
Okundu sırr-ı Kur’ân’ın rumuzu Bâ-i Bismillah
Kudumiyle müferrahtır kulûb-i zümre-i ahbâb
Ki ruhsâr-ı Âdemî’de nakş olup ol nur-i vechullah
Bu gün nevrûz …………..
Bu gün kün………………
Bu gün geldi cihana ol hadi-i nehc-i hidâyet
Tevellâ eyleyen cânana tutuptur ayni yedullah
Yüzü Seb’almesânîdir sî ve dü harf ayânıdır
Rumuz-i Hel etâ şân-ı hitabtır nasrun minallah
Bu gün nevrûz………………….
Bu gün kün  …………………….
Bu gün geldi cihana hâce-i üstâd-ı Cebrail
Enalhakk sırr-ı tevhîdi ayân kıldı velîyyullah
Hitâb-ı allemelesmâ rumuz-ı âyet-i Kur’ân
Alî’den keşfedip esrar Eb’ul-Beşer Safiyyullah
Bu gün nevrûz……..
Bu gün kün………………….
Bu gün geldi cihana ol kaasım’ün – Nar v’el-Cinan
Kudumundan kılıp tebşîr Melâik Hur-ü hem Gılman
Kuruldu minberi nurdan bihişt-i sahn-ı çerâda
Okundu menkibet Şahın ol necm-i âyet-i Kur’ân
Bu gün nevrûz  ……….
Bu gün kün   ……..
Bu gün nevrûz bu gün şehruz Alî postunda bir Sultan
Açıldı Nergis-ü güller bezendi sertâser cihan
Kevâkip devrile bu gün kılıp âlemleri gülrenk
Vücud-ı menba-ı feyz-i ilâhî şeriyle şâdan
Bu gün nevrûz . . .
Bu gün kün .. .
Bu gün geldi cihana ol server-i Şahân
Münevver oldu nurundan Kulûb-ı cümle mü’mînan
Çerâğ-ı enver-i mihr-i rahşân sure-i vettîn
Burûc-us Semâ’ medhi kifayet ziver-i îmân
Bu gün nevrûz   ………
Bu gün kün   ……..
Bu gün kıldı cihana evc-i izzet lâ fetâ Haydar Müşerref oldu nüh eflâk zemîn-ü âsümân ahter Beşaret feyz kudumiyle bezendi cennet-i Firdevs Güvâh-ı fadlına kâfî kelâm-ı Vedduha yekser
Bu gün nevrûz …
Bu gün kün …
Bu gün geldi cihana bir sehab bahr-ı rahmetten
Seyrâb olup kamu gülzar açıldı cümle çiçekler
Halil’e âteş-i Nemrûd-u gülistan eyledi ol dem
Sana gülşen kılan nârı Aliyy’ül-Murtaza Hayder
Bu gün nevrûz   …
Bu gün kün  …
Bu gün geldi cihana ol Şeninşah âde min âdâ
Kudumuyla müşerreftir güruh -i vâlih-i min vâlâh
Vucud-ı enveri (Yâsîn) hitâb-ı nutku (Tâhâ)dır
Cemâli iyd-i ekberdir basiret ehline her gâh
Bu gün nevrûz …
Bu gün kün …
Bu gün geldi cihana künfekânın bâis-i îcâd
Okundu âyet-i bahr’il-izam şanına ol malı
Cemâl-i fazl-ı Yezdandır lisân-ı nâtık-ı Kur’ân
Dehanı menba-ı hikmet yanağı şems -ü mihr-i mâh
Bu gün nevrûz . . .
Bu gün kün  .. .
Bu gün geldi cihana (Sübhânellezî isrâ)
Serîr-i kaabekavseyne göründü pîşüva ol şah
Yine şad eyledi hurşîd cihanı serteser Cümle
(Elem neşrah leke sadrek) okundu fakr ile billâh
Bu gün nevrûz .. .
Bu gün kün  …
Bu gün geldi cihana rehnüma (Kaaf-ı v’el-Kur’ân)
Açıldı bu keşf sırrı göründü nâtk-ı Furk’ân
Bi hamdüllâh ki zulmetten münevver oldu âlemler
Kabul-i hakk olan canan kılıp ikrâr ile îmân
Bu gün nevrûz  …
Bu gün kün …
Bu gün geldi cihana ol emr-i rıkk-ı menşurun
Okundu mâlik’ ül-Mülk müvahhitler olup şâdan
İlâhî ravza-i hayat değil taatta maksudum
Bunu yazan âkibet cem’inde diler senden riza heman
Bu gün nevrûz …
Bu gün kün  ….
İlâhî dîdâr-ı Ahmed cemâl-i Şâh-ı Merdanın
Rûze kıl evvelde âhirde kamu ahbap handan
İlâhî düvazdeh İmam cihardeh ma’sumun hakkı
Ayırma dîdâr-ı Hakk’tan guruh-ı Nâzenîn ihvan
Bu gün nevrûz  . . .
Bu gün kün …

 

_______________________________

Fâtihia-i Şerîf Seb’al-Mesânî

Bismillâh’il-Aliyy’ül-Azîm hüv’er-Rahmân’ir-Rahîm.

Elhamdü lillâhillezî caalena min ümmeti habîbihi ve halîlihî Muhammed El-Mustafa, Rabb’il-âlemîn ellezî sayyerena min zürriyetihi velîyyin ve vasîyyin Alî El-Murtaza ve salli alâ Seyyidina Umm’ul-Mü’minîn Haticet’ul-Kübrâ ve bint’ir-Resûl Fatımat-uz-Zehrâ, Er-Rahmân’ır-Râhîm ellezî nevvere kulûbena bimuhabbeti Hasan’ul-Müctebâ ve bimüveddeti Hüseyn El-Mazlûm El – Şehîd biardi deşti Kerbelâ, Mâliki yevmiddîn ellezî temellke aleyna Zeynelâbidin bil emam v’el-hüdâ, îyykâke na’büdu ibâdeten tübelluguna bil ikameti bisuhbeti Muhammed El-Baakır v’el-Cafer’ El – Sâdık ve Musa El-Kâzım ve Ali Musa El-Rizâ, İyyâke nestaîn kemâ nesteânüke Muham­med El-Takiyy El-Cevâd, Ali El-Nakkiyy El-Hâdî ellezî bihimâmi Ehl’il-Mecdi v’el-alâ, İhdines Sırât’el-Müstakîm ellezî hüve sırât’el-ikame bil-mecdi v’el-hidâye v’el-alâ ellezî hüv’el-mukted, Sırâtellezîne en’amte aleyhim ellezî hüve bimütabaati Hasan El-Askerî ve bimütabaati Muhammed El-Mehdî sâhib’ül-asr v’ez-zaman, Gayril mağdûbi aleyhim ve lâddâllîn. Münkerün min ehl’il-bid’ati v’el-heva.

İstecib duaena yâ sâmi’ud-dua ve neşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhü ellezî hüve fî şanihi sûret’un-Necm el- hüdâ ve neşhedü enne Emîr’el-Mü’minine Alî Velîyyullah ellezî hüve fi şânihi sûre Hel Etâ ve sallâllahu Taalâ alâ Âli Muhammedin El-Tayyibîn El-Tâhirîn.

Bismillâh’ın Tefsiri

Bismillâh’taki “Bâ”nın noktasının zuhuru şöyledir:

Başlangıçta Hazret-i Allah izzet ve istiğnanın en yükseğinde, tenezzühün en üstünde olup henüz isimler ve sıfatlar dairesine tenezzül etmeyip bütün isimler, sıfatlar ve şekillerin Hakk’ın zâtında mahv ve müstehlek idi. Bu makam “Lâhût Âlemi”, “Mutlak Gayb Âlemi”, “Lâ Taayyün Âlemi” makamıdır, “Ümmül Kitab”tır. Daha doğrusu bu makamda ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resm, ne sıfat, ne de mevsûf vardır. Bu makam:

“Allah âlemlerden ganidir.” 115

“Allah vardı ve onunla birlikte hiç bir şey yoktu.” 116 

“Gaybın anahtarları Allah’ın indindedir onları ancak o bilir.” 117

“İnsân zamandan öyle devirler geçirdi ki bahse değer bir şey olmadı” 118

“Senin Tanrın onların isnadlarından münezzehtir” 119

“Ben gizli bir hazine idim  .. ..” 120 makamlarıdır.

Bu makamda her şeyden sıyrılıp soyunmuş olan “Sırf Vücûd” ilâ­hî hüviyyettir. Bu makamda “Evvellik, Âhirlik, Zâhirlik, Bâtınlık” yok­tur hatta Ezel ve Ebed de yoktur. İşte bu “Sırf Vücûd”un zuhuru, “Zâhir” ism-i şerifinin ezelen ve ebeden tahakkuk etmesidir ki bu da “Ümmülkitab”ın tafsilidir.

Evvelâ “Kün” yani “Ol!” emri ile basit “Nokta”dan “Elif” yani “Ahadiyet” oldu. Daha sonra asi olan noktayı “Elif” altına koy­makla “Bâ” oldu ve bu suretle de “Vâhidiyyet” meydana geldi, çokluk belirdi. 121

Noktadan “Ahadiyyet”in, ahadiyetten de “Vâhidiyet”in çıkışını ya­ni mevcûdâdın zuhurunu ve hakikatini gerek iç düşünüşe ve gerek dış anlayışa göre misâl yolu ile “Kaygusuz’un Seyranı” ile açıklayalım:

“Ol vakit ki encüm ve eflâk ve anasır ve tabayi bir şey vücuda gelmemiş idi. Biz dahi Âdem kisvetini görmeyip ve giymeyip Sultan vücu­dunda bir can idik. Ol kadîm-i lâyezâl diledi ki “Kenz-i Mahfî” sin 122 aşikâr edip kendisini temaşa ede. Tecellî eyledi zâtına ki zâtı bilinsin diye. Esmâ ve sıfatı kendisi kendisine nazil eyledi. “Kâf”ı “Nun” a vu­rup “Kün” sâz eyledi. 123  “Kâf” ve “Nun” arasında bu kârhane-i âlemi bünyad eyledi. Ve ol Sultan-ı âlem hemen bu kârhanenin içinde sır oldu. 124 Biz dahi ezeldeki mukadderatımızın tafsile gelmesini yani cüz’iyyetimiz i’tibariyle bu kârhaneyi biz dahi döndürmeği taleb et­tik.125 Sultân-ı âlem dileğimizi kabul edip Âdem donunu bize hıl’at verdi ve canımıza 126 emr etti ki ademden yani bâtından zâhire gel­dik şe’niyyetle.127 Bana dahi nöbet geldi, Âdem donunu giyip bu-milke seyrana geldim 128. Bir şeyden haberim yoktu. Çünkü nefis çerîsine 129 duş oldum, ayık iken sarhoş oldum 130, hoş hâl iken kem maâş oldum, doğru iken kallâş oldum 131, nihân iken fâş oldum…….nice yüz bin kere türlü türlü sıfatlardan göründüm. Elbette bir gün sen de göre­ceksin, geçen hallerine güleceksin. Nitekim bu nefs askerine duş oldum nâlân ve giryan olup çok tazarru’ ve zârîlik eyledim. Hiç kimse bana rahm etmezdi. Nîce zamanlar geçerdi ve nîce devranlar dönerdi, ne edeceğimi bilmezdim, hayran olup kalmıştım.

Yine bir gün babamı at, anamı don etmiştim. Hemen kulağıma bir şada geldi ki “Yeter gel!”132, gittim, sanki yok idim,  var oldum.

Nâgâh anadan doğup şîrhâr oldum, tıfl oldum, baliğ oldum, yiğit ol­dum, pîr oldum. Nâgâh bir gün ruh aşinalarına dûş oldum. Hâlimden haber sordular, dediler ki: “Hey derviş, doğru söyle ne gördün?” Ben dedim: “Efendim, benim sergüzeştim çoktur ve çok feda sefer gördüm yani çok haberler getirdim. Ama ne bileyim ki rakiplerin korkusu var­dır. Nihayet muhtasar budur ki çok ve sayılmaz âşiyan gezdim 133. Açık bir haber söyleyeyim ki hâlimin ancak binde biri ola. Ol vakit ki âlem-i sahavetten hâlet-i bulûğa eriştim zerre kadar gam-u gussa yok idi. Günden güne yiğitlik menzilesine kadem bastım. Ol vakit yolum bir çöl yabana erişti. Baktım ki bu yetmiş iki milletin halkı güruh güruh olmuş bu sahrada sergerdân gezerler 134. Ben dahi bu güruhun birine karıştım. Kâh yavuz olup bu halkla savaştım, kâh nerm olup yi­ne barıştım. Bu çöl yabanda ben dahi bu halk ile mütehayyir kalmış idim. Velhâsıl, bin türlü belâ ve mihnetle cidd-ü cehd ederek bu halktan kendimi kenara çıkardım. 135 Hemen gözüme bir şehir göründü 136.Ol şehirden tarafa gitmek istedim. Ne kadar cehd eyledim ise de gidemeyip âciz kaldım. Bu tahayyürde iken hemen karşımda bir oğlan zâhir oldu137. Baktım ki yüzünün şulesi âlemi nur eylemiş. Bana dedi ki:

“Abdal aşk olsun!” Ben dahi meşk olsun dedim. “Bu çöllerde ne gezersin”
dedi. Dedim ki: “Bu şehirden tarafa gitmek isterim.” Hemen boynuma bir
ip takıp çekti. “Ey Kaygusuz Abdal seni ol şehre götüreyim” dedi, ben
dahi yanına düştüm. Velhâsıl, bu şehre girdik 138, hemen bu oğlan kayboldu, tek-ü tenha kaldım. Baktım ki bu şehirde benden gayri kimse
yoktur 139. Bu kerre kendi kendime dedim ki: “Şehir senin helva 140 se­nin….”

Bu kere bu şehri kuşe bekûşe, serteser temaşa eyledim,141, türlü
türlü cevahirler… metaın nihayeti yok. Her neye meyl eyledim ise
hemen o saat mevcûd olurdu. (Men ânem ki men dânem)142…….

Çün devran beni suretten sıfata, sıfattan surete toplayıp gezdirdi, âhir kâr bana dahi nöbet erişti 143. Hemen bir gün teferrüç içinde bir sohbete uğradım. Gördüm ki bu oturanların kimisi Muhammed Resulullah ve kimisi İsâ Ruhullah ve kimisi Musa Kelîmullah ve kimisi İbrahim Halîllullah ve kimisi Âdem Safiyyullah 144 bana yer gösterdi­ler, oturdum. Dediler: “Derviş, kuşdili 145 bilirsen söyle yahut git. Ben dahi tefekkür edip aceb sayyadların dâmına giriftar olduk ya guft (söy­le) ya reft (git) dedim. Ama söz söylemeği tercih edip söze başladım:

“Bu cihan bir kubbe misâlidir, Ay ve Güneş kandile benzer ve gece ve gündüzü bildirir 146. Yerler; vücudumdur 147, sular; damarımdır; gökler;  çadırımdır 148,  arş 149; seyranımdır, çarh; devranımdır 150, yıldızlar; meş’alemdir 151. Gece; velâyet 152, gündüz; nübüvvet 153, doğmak; bahar, ölmek; güz, sağlık; gülistan, hastalık; zindan, ya­lan; zagallık, doğruluk; erlik, uyku; münâcat (istek), uyanıklık; âriflik, inbisât; cennet, kabz; cehennem, velâyet; vezirlik, peygam­berlik; elçilik, akıl; Cebrail, kitaplar; vasf-ı hâl, cimrilere zahmet, cömertlere rahmet, münkirlere zulmet, âriflere vahdet, âşıklara ferah, câhillere keder, nâdânlara mihnet, âdillere nur, zâlimlere ateş, pîrlere bereket, yiğitlere sıhhat, sabilere selâmet, güneş yukarıdan aşağıya iner, su aşağıdan yukarıya çıkar bunların cümlesi bir vücuttur ki kaim­dir. Bütün kâinata ben Halik’im. Beylik ve hâkimlik ve kulluk benim mertebemdir.” dedim ve sükût eyledim.

Bunların cümlesi birden: “Derviş aferin sana güzel hikâye söyledin, bu sözler rüya mıdır, hayal midir?” dediler. Ben de: “Evvel Allah
hakkı için 154 kardeşinizin oğlunun 155 sözleri hakktır, öz hâlidir 156 ki
söyledim.” dedim. Görmediği, bilmediği nesneden haber veren er değildir157, namerttir. Başımdan geçen hikâyettir ki söyledim.” deyip sükût eyledim…….”

Yine günlerden bir gün derviş kendisini bir sahrada gördü 158 ki o sahranın ucu bucağı yok. O sahranın ortasında da büyük bir yol var 159. Derviş o yolu tutup bir zaman gitti. Gördü ki bu yolun niha­yeti yok, özünden de gayri hiç kimse yok idi 160. “Bari çağırayım, belki bir kimse bulunur ki bu yoldan haber vere” dedi. Derviş, ne kadar ki çağırdı gördü ki özünden gayri deyyar 161 kimse yok ve (Men ânem ki men dânem 162 deyip şu beyti okudu:

“Âleme küllü vücûd ben oldum     
Cihana can ve cana canan ben oldum
Suretimi görenler der ki beşerdir    
Suretle sıfata Rahmân ben oldum 163”

Derviş öz hâline mütehayyir oldu 164. Gördü ki gönlü emin ol­maz, bir kimse ister ki hâlinden haber sora. Görür ki özünden deyyar kimse yok, acaba rüya mı görüyorum yoksa hayalim mi ola deyip biraz tefekkür eyledi, gördü ki rüya değil. Bu kere özü özüne büründü 165. Gördü ki başı tâcdan dışarı çıkmış 166. Gözü bir sahraya dûş oldu. Tîz başını özüne çekti167, gördü ki ne sahra var ne yol var. Özünden gayri deyyar kimse yok. O vakit bu beyti okudu:

Kamu şeyde benim ayni hakikat       Sıfât-ı zât-ı mutlak bahr-ı hikmet
Hemen benim çûn-u çıra yok           Ne Mansur var ne Bağdat’ta (Enelhakk)

Derviş bu sözde iken gördü ki bir pîr karşıdan çıka geldi 168; sakalı ak, boynunda ridâ, elinde tespih, bir elinde asâ 169  dudakları deprenür durur. Abdal, bu sahranın haberini bundan sorayım deyip karşı vardı ve selâm verdi. Pîr, dervişin selâmına iltifat etmeyip dudakları­nı depredir durur idi. Derviş dedi: “Selâm, Tanrı selâmıdır niçin alma­dın? Pîr, senin selâmın benim tespihimden artık değil diyerek dervi­şin üzerine yürüdü. Derviş dahi kepeneğini sallayıp çomak ile karşısına yürüdü. Pîr, dervişin tutumunu gördü, hemen kaçtı. Derviş; “Kaçmak ile kurtulamazsın?” deyip ardından yetişti, pîri tuttu ve dedi: “Niçin ka­çarsın, senden haber soracağım.” Pîr dedi: “Sen bir çetin ve metin adama benzersin seni bir sıfatta gördüm ki az kaldı ödüm patlaya, sözün var ise sor.170

Derviş etti: “Sen ne kişisin söyle? Pîr dahi etti: “Yerin ve göğün misafiri bir kişiyim. Bu halk ekseriya bana tâbîdir. 171 Ama sen bu halktan taşra adama benzersin” dedi. “Benim kim olduğumu ne sual edersin? Başka soracağın var ise sor” dedi. Derviş dedi: “Bu sahra nedir? Pîr de­di: “Buna ‘Heyhat’ sahrası 172 derler. Nîce Süleyman’lar ve Rüstem Zal’ler bu sahrada batmıştır ki nâm ve nişanları dahi kalmamıştır. Derviş dedi: “Sen kimsin söyle.” Pîr gördü ki kurtulmağa çare yoktur şöyle dedi: “Ben dergâh-ı Hakk’ta bir makbûl kimse idim. Nîce bin yıl­lar ibadet etmiş idim ki dil ile vasf olunmaz. Nâgâh benden bir mağ­rurluk sâdır oldu, hemen bir lakaptır ki bana yapıştı 173. Derviş bildi ki bu Şeytan’dır, Allah’a sığınıp 171 geçti gitti. Hayli zaman yola git­ti gördü ki sahranın ortasında büyük bir ağaç bitmiş. Heman beş budağı var 175 ama gölgesi âlemi kaplamıştır 176. Derviş dahi rahat ola­yım deyu bu ağacın dibinde yattı. Düşünde gördü ki bu ağacın dibin­de azîm bir Taht var. Nebîler, velîler gelip her biri bir kûşede muntazır oturdular.177 Peygamberimiz Aleyhisselâm da sadrda oturmuş178. Sual ettiler ki: “Ya Resulallah! Devenin büyüğü devedir ama Türk taifesi küçüğüne “Köçek” derler, ol deve değil midir?” Resul aleyhisselâm buyurdular: “Deve devedir, gerek büyük gerek küçük olsun; hakikatte bir zât ve bir sıfattır.179 ”

Derviş der ki ben dahi sordum: “Ya Resullallah bir müşkülde kal­dım, bu sahra ne sahradır ve bu makam ne makamdır?” Resullallah buyurdu: “Bu sahra “Kaabe kavseyn” 180 ve bu şecere “Şeceret’ül-İnsân”dır. Ve bu şecerde beş budak181 vardır ki ol budakların ikisine tamamıyla güneş dokunur 182, diğer üç budaktan birisine güneş doku­nan budakların ziyası gelir 183, diğer iki budağa da güneş ve ziya dahi dokunmaz. Derviş biraz tefekkür eyledi ve etrafına baktı ki tek-ü tenha kendi özüdür 185, “Men Ânem ve Men Dânem” deyip şu beyit­leri okudu:

Ben beni bilmedim her kez ki canım yoksa cananım      
Ne cismim var, ne cânım var, ne insânım, ne hayvanım
Gehî katra gehî umman gehî peyda gehî pünhan                
Gehî kulum gehi Sultan ne kulum ben ne Sultanım             
Ne ben can ile cananım ne küfrüm ben ne îmânım             
Ne kânım ben ne mekânım ne girdişim ne devranım              
Ne ödüm ben ne yel oldum ne âbım ben ne kîl oldum             
Ne can-ü akl-ü dil oldum meğer ben sırr-ı pünhanım.

Derviş dört tarafa baktı gördü ki yerde gökte ne ki yaratılmış var cümlesi vücudunun içinde sır olmuş. Her eşyadan sadâ gelir ki cümlesini kendi vücûdunda işidir. Özü özüne dedi ki: “Bir vakit ben bu yerin ve bu göğün içinde idim. Şimdi, yer ve gök benim içimden görünür. Her neye baksam onda öz cemâlimi müşâhede ederim. Ay ve Güneş ve Yıldızlar cümlesi bana karşı söyleşirler. Akan sular, esen yeller bana karşı tebreşürler. Derviş tefekküre vardı187 aceb bunlar rüya mıdır, hayal midir deyüb bu tahayyülde iken gördü ki tek-ü ten­ha özüdür.

Derviş, cümle âlemi öz vücûdunda ki gördü bu kere akıl şehri­ne girdi, Hz. Muhammed Mustafa’yı gördü 188. Aşk şehrine girdi Hz. Aliyyül-Murtaza’yı gördü189. İleri varub selâm verdi ve dedi ki: “Sul­tanım bu seyran ve bu çadır ve saray ki kurulmuştur sahibi görün­mez 190. Hz. Alî dedi ki: “Hiç sahipsiz saray ve sâyebân olur mu?191 Kevneyn içinde cümbüş eden ve şa’bede gösteren ve gören yine sâyeban sahibidir. Onsuz hiç bir nesne yoktur. Bu varlık cümle anın varlığı­dır.” Hemen derviş ileri varub Hz. Alî’nin elini öptü ve dedi: “Sultanım sana mürîd olurum. Zira erkân-ı nuru ve tertibi öğrenmek gerek. Hz. Alî kabul edüp bir nice vakit kulluğunda kaldı. Bir gün Hz. Alî’­den sordu: “Sultanım bu ceset yok iken biz anınla yâr idik, takdîr işini beraber işledik. Bir gün özümü yerin ve göğün içinde gördüm. Yine bir zaman sonra gördüm ki bu yer ve gök benim içimde mevc urur; bunun ma’nâ ve ta’biri nedir?” Hemen Hz. Alî dervişin gönlüne girdi. Derviş dört tarafa baktı hiç bir şey görmedi. Velhâsıl, nîce müddet sonra bir gün gördü ki Süleyman Peygamberin azîm dîvanı kurulmuş İns ve Cin ve Tuyyur ve Vuhuş anda cem’ olmuş. Süleyman Peygam­ber halka her eşyanın hallerine göre hizmet ta’yin eder. Ama Divlere dedi ki: “Özünüzü şol kadar su ile yıkayın ki 192 ak ola, yoksa azaba giriftar olursunuz.” Derviş o sırada biraz daha ileri varub gördü ki

Hz. Alî, Süleyman Peygamberin kirpiği altından bakar 193. Der­viş bin dil-ü can ile şâd olub gönlü ile andan çok tazarru’ ve niyaz ey­ledi. Bu kere Hz. Alî dudak kısab dedi ki: “Ben Süleyman’ın vücuduna gelmişim, Süleyman şimdi kendi özünü sanır; ben hod işimi bilirim.” Derviş sükût edüb fırsat bekledi. Bir dem Hz. Alî’yi halvet bulup dedi: “Sultanım Hz. Yusuf Peygamberden sordum ki kendisini kuyuya bırakmışlar gerçek midir diye. Yusuf Peygamber de: “Sultan, kuyu de­dikleri bu cesettir, kuyudan ki çıktım Mısır’a Sultan oldum,194” dedi, doğru mudur?” Hz. Alî etti: “Doğrudur ve gözünü yum” dedi. Der­viş gözünü yumdu, yine açtı, gördü ki yüz yirmi dört bin Peygamber Hz. Alî’yi tahsîn ve aferin ederler.

Derviş gördü ki Hz. Muhammed Mustafa sal’am bunca Enbiyânın önüne düşüp Hakk dergâhına giderler. O dahi fırsat deyüb araları­na karıştı. Dergâh-ı Hakk’a vardıkta Hz. Resul aleyhisselâm ileri varub etti: “Ya Rabbena bu günahkâr kullarının eğesi sensin, senden gayri varacak yerleri yoktur, onları sen mağfiret eyle! 195” Hitâb-ı izzet geldi ki: “Ya Muhammed sen benim sıfât-ı âliyâtımı gör ki her Peygamberin ve her Velî’nin benimle başka bir muameleleri var­dır. Anların ahvalini benden gayri yani zâtımdan gayri kimse bilmez. Bak!” dedi. Hz. Resul baktı ki cümle yaratılışın ilk sahibi yanında dur­muştur. Hazret, tefekküre daldı 196 ve gördü ki tek-ü tenha kendisidir, hiç kimse yok ve bu mısra’ları okudu:

Cümle âleme Sultan ben oldum
Saadet gevherine kân ben oldum
Ben ol bahr-i muhitim her gönülde
Velî suret bu dem insân ben oldum 197.

Derviş bu seyranda iken nâgâh bir âlem dahi göründü. Cümle mahlûkat bir araya cem’ olub bu sahrada 198 gezerler ama birbirinden sorarlar ki: bu bârigâh ve bu çetr (çadır)-i sâyeban ki kurulmuştur, bunun sahibi görünmez, ne aceb hikmettir. Derviş dahi anlara erişti. Bu kere dervişten sordular ki: “Bu bisât 199 (döşek) ve bu bârigâh ki­mindir ki hiç sahibi görünmez?” Derviş dedi ki: “Bunu ârif-i billâh olanlar bilir ama bu bisâta ben dahi nice bin kere gelmişim, ben bu­nu böyle görmüşüm. Âdem derler, şimdi biri gelmiştir, yine ben anın­la tekrar birlikte gelmişim 200.” Derviş bu sözü deyince ayni Âdem çıkageldi. Derviş etti: “İşte Âdem budur.” Bunlar karşı varub Âdem Aleyhisselâmın elini öptüler. Çok tazarru edüp bu sâyebanın sahibini dahi Âdem’den sordular. Âdem etti: “Vallahi ben dahi geldim bu bârigâhı, bu gölge salıcı çadırı 201 böyle gördüm.” Hemen o anda derviş cûşa gelüb dedi ki: “Ya Rab! Bu sır ki gönülde ayândır, kamu vücutlara hükmü revandır 202, benim akl-ü fikrim buna erdi.”

Adem, orada bulunanlara sordu ki: “Bu ne kişidir?” Onlar: “Biz dahi geldik, bunu burada bulduk ve gördük dediler. Âdem dervişten sordu ki: “Sen ne kişisin?” Derviş: “Men Ânem ki Men Dânem” dedi. Âdem taaccüb edüb: “Hele söyle sen ne kişisin?” dedi. Derviş: “Ben dahi bu kârvansaraya nice bin kere geldim, kâh misafir, kâh mücavir ol­dum, benim sergüzeştim tûl-u dırazdır, ben senin filân oğlun değil miyim?” Âdem: “Ben seni bilmezem” dedi. Derviş: “Sen cennette iken ben seninle beraberdim” dedi. Âdem, yine bu söze taaccüb eyledi. Bu kere derviş Âdem’in cennette başına gelen hikâyeleri ve cennetten niçin çıktıklarını ve nasıl buğday yediklerini 203 hikâye etti ve: “Sen cennetten çıkub dünyaya gelirken ben seninle beraber idim 204 ki sen beni kâh getirüb toprakta bırakırdın, kâh yine kendüne getürürdün ama taac­cüb etmem ki kardeşlerimin çokluğundan beni unutmuşsun” dedi ve dünyaya geldikten sonra Cebrail’in 205 emriyle çift sürüp ekin ektiği­ni ve Havva anamızın yirmi kere hâmile kaldığını ve her hamlinden doğan oğlana kızlarını verdiğini, Âdem’in ilk doğan oğullarından Kabîl’in 206, anasının hamlinden doğan kızı ben alırım deyu kardaşı Hâbîl’e 207 bu’z edüp bilâhara fırsat bularak Hâbîl’i şehid eylediğini 207 ve Âdem aleyhisselâmın beddua edüb evlâd ve ensabı ile ebedî aza­ba giriftar olduğunu haber verdi.

Velhâsıl derviş Âdem’den sonra gelen Peygamberlere ne vechile eza ve cefa ettiklerini de haber verdi ve Nuh aleyhisselâmın sergüzeştini ve nice yüz yıl kavmini Hakk’a da’vet eylediğini, fakat anlar ka­bul etmeyüb ana türlü cefalar ettiklerinden mâ-adâ kaç kere kendisini mecruh eylediklerini ve Kabîl’in neslinden bir haramzadenin karşıdan taş atarak başını cerh eylediğini ve başından akan kanın vech-i şeriflerini mülemma’ eylediğinde heman Nuh aleyhisselâmın beddua ile (Rabbî innî mağlubun fantasır) dediğini ve heman o saat duası makbûl olub bir tufan peyda olduğunu, Nuh aleyhisselâmın tufandan evvel bir gemi yaptırıp neccarlık ettiğini, Nuh’un evlâd ve ensabı ile gemiye bindiğini ve her kim Nuh’a tabî olup gemisine girdi ise tufandan necat bulduğunu, tabî olmayanların ise tufanda gark olduklarını ve henüz tufan içinde bulunduklarını anlattı.209

Derviş Nuh’tan sonra Eyub aleyhisselâmın sergüzeştini anlatmağa başlayarak dedi ki: “Eyub aleyhisselâmın on iki oğlu olub hem âlî hem mün’im idi ve bilâ fasıla tezekkür ve tefekkürle ibadete meşgul idi. Bir gün kendisinin çobanı şeklinde birisi gelüb dedi ki: “Ya Resullallah büyük bir tufan olup, kar ve yağmur yağub on bin koyun soğuktan te­lef oldu.” Hz. Eyub asla iltifat etmedi. Bir saat sonra Devecibaşı şeklinde

Gelüb: “Ya Resullallah azîm tufan olub binlerle deve helak oldu” dedi. Yine Eyub iltifat etmedi. Bu kerre çiftçi şeklinde gelüb: “bütün davar­ların tufandan helak oldu” dedi. Eyub yine iltifat etmedi. Bu kerre bâğınban şeklinde gelüp: “tufan mahsulü mahv etti” dedi. Eyub yine iltifat etmedi. Bu defa câriye şeklinde gelüb: “zelzeleden sarayların ve kasırların yıkıldı ve cümle evlâd ve ensâbın altında kaldı” dedi. Eyub aleyhisselâmın gönlüne asla keduret gelmeyüb bir saat Hakk, fikrinden çıkmadı.210

Derviş bu kere Zekeriyya aleyhisselâmın oğlu Yahya Peygambe­rin sergüzeştini dahi haber verdi ve babası Zekeriyya aleyhisselâmı ağaç içinde nasıl katl ettiklerini ve Buht’un-Nasr’ın zuhuru ile Zekeriyya ve Yahya’yı katl ettiren o zamanın melikinin ve evlâd ve ensabı ile beraber yetmiş bin Âdemin Buht’un-Nasr tarafından nasıl katl edildiklerini anlattı.211

Derviş bundan sonra Ya’kub aleyhisselâmın oğlu Yusuf aleyhisselâmı ve Îsâ ve Musa aleyhisselâmların sergüzeştlerini de haber ver­di. Adem aleyhisselâm dervişe tahsîn eyledi. Derviş dedi ki: “Şimdi Nemrûd aleyhillâ’ne İbrahim aleyhisselâmı ateşe atmak ister, gel sen dahi beraber gidelim.” Beraber gittiler. Nâgâh gördüler ki birçok halk cem’ olmuş ve Şeytan Nemrûd’un klağuzu olup odun yığdırır. Şeytan da heman bunları gördü ve Nemrûd’a dedi: “Şu gelen iki kişiyi dahi berdar eyle”, Nemrûd emr etti Âdemi ve dervişi götürdüler ki azîm ateş yanmış, mancılık kurulmuştur. Hz. İbrahim Peygamberi getirdiler. Şeytan, İbrahim aleyhisselâma: “Nemrûd’un gayri Tanrı varmış dersin, gel bu sözü terk eyle, seni âzâd ettiririm” dedi. Derviş sabr edemeyüb ileri geldi ve: “Ne söylersin” dedi. Şeytan dedi ki: “İbrahim Nemrûd’u kabul etmeyib Tanrılığını inkâr eder.” Derviş dedi: “İbrahim doğru söy­ler.” Ol vakit Şeytan Nemrûd’a: bunları berdar eyle dedi. Âdem aley­hisselâm dervişe dudak kısıb söyleme deyince derviş kepeneğini kal­dırdı ve çomağını eline alub yürüdü. Şeytan gördü ki kurtuluş yok, Nemrûd’a: “Ne durursun başına çare bul” dedi. Kendisi kaçmak ister­ken heman derviş erişüb bir eliyle Şeytanı ve bir eliyle Nemrûd’u tut­tu.

Askerler cümleten kaçub ıraktan bakmağa başladılar. Derviş her ikisini götürüb ayaklarından astı. Âdem aleyhisselâm ve yüz yirmi dört bin Peygamber dervişe tahsîn eylediler. Bu kerre Nemrûd Âdem’e çok tazarru eyleyüb: “Beni bu kişinin elinden kurtar” dedi. Âdem ve bunca Evliyalar dervişten dilek eylediler ki Nemrûd’un bu işte günahı yoktur. Derviş ise ben her vakit kendi işimi bilirim deyüb ve çomağı eline alub Şeytan’a nasihat elti,214 ve : “Benimle ahd et ki bir daha bana Şeytanlık etmeyesin” dedi. Şeytan dahi: “Cümle eşya şahid olsun, seninle Şeytanlık etmem” dedi. Nemrûd dahi dervişe: “Her ne der isen makbûlümdür ve sana kul olayım” dedi.215

Derviş biraz sükût eyledi. Bu tahayyürde iken gördü ki tek-ü ten­ha hem ân özüdür yani bu evde kendinden başka misafir yoktur. Çün özünden özge kimse yok (Men ânem ve Men Dânem) deyüb şu mısra’ları okudu:

Ya Rab ben can mıyım canan içinde  
Ya ol filân mıyım insân içinde
Heman benim dahi çun-u çıra yok 
Bu gün sahib hüner meydan içinde216.

Dervişin gönlü mutmain olup yine tahayyülde iken nâgâh karşı­dan Musa Peygamber aleyhisselâm göründü. Derviş, bu ne güzel kişi­dir deyüb ileri varub selâm verdi. Ol dahi “Aleyk” deyüb dervişe: “Ne kişisin ve nerden gelirsin” dedi. Derviş: “Adem’den gelirim” dedi. Musa aleyhisselâm: “Adem ne yerdedir” dedi. Derviş: “Çok ıraktır, zira nice bin yıllardır ki “Adem”den “Âdem”e gelmişim hiç hatırımda kalmamıştır, dedi. Musa aleyhisselâm: “Kaç yaşındasın” dedi. Derviş: “On üç yaşında­yım” dedi. Musa: “Pîr olmuşsun, nice on üç yaşındasın” dedi. Derviş: “Ol gün ki Adem’den çıktım nâgâh gönlümü kaybettim; şayet bulurum deyu nice bin suretlerden göründüm, nice bin yıllar gezdim ve nice binlerle isimler değiştirdim; kâh yel olup estim, kâh su olub aktım, kâh kuş olup uçtum; velhâsıl derbeder gezüb bin türlü belâ ile yoğruldum; işte on üç yıldır kim gönlümü buldum ve kendimi bilirim” dedi.217

Musa aleyhisselâm dervişe ismin nedir dedi. Derviş: “Hangi is­mimi sorarsın” dedi. Musa: “Her şeyin bir ismi vardır, meğer senin kaç adın vardır” dedi. Derviş: “Babamın koyduğu isim 218 Âdem’dir, ama Adem’dir, ama anamın koyduğu isim pek çoktur” dedi. “Zira “Adem” den “Âdem” e geldiğimde gönlümü kaybetmiş idim, kâh surete kâh sıfata gelirdim. Her birisinde bana birer isim koydular ki ne lisana ve ne de deftere sığar” dedi. “Ve senin adın nedir” dedi. Musa aleyhisseselâm: “Benim ismim Musa Peygamberdir” dedi. Derviş: “Allah’u Taalâ Enbiyâya esmâ-ı külliyyeyi bildirdi, benim ismimi niçün bilmedin” dedi. Musa: “Esmâ-ı küllide olan ismin nedir” dedi. Derviş: “Benden so­runca gönlümü işte benim ismim onda gizlidir” dedi 219. Musa gördü ki derviş kuşdilini tam söyler.

Bir müddet tefekkürden sonra derviş: “Bu ne yerdir” dedi. Musa: “Buna Kârvansaray derler nice yüz bin gafiller gelüb gider” dedi. Derviş gördü ki Firavn hüddam ve haşmet ile gelüb nefs askerin yığub Şey­tanı pîr edinmiş geldi. Çadırları ve azîm dîvanı kurulmuştur. Şeytan bakub Musa ile dervişi gördü ve Firavn’a:“Ol iki adamı gördün mü, be­nim büyük düşmanlarımdır, adam gönderüb getirin” dedi. Adam gönderüb çağırdılar 220. Gelirken Musa dervişe: “Sen bir şey söyleme ben söyleşeyim” dedi. Bunları getirdiler. Şeytan Firavn’a: “Bunlardır ki gay­ri Tanrı vardır derler” dedi. Firavn da: “Öyle mi dersiniz?” dedi. Musa: “Öyle deriz ve öyledir” dedi. Firavn: “Gözünüz ile gördünüz mü, yoksa kı­yas ile mi söylersiniz?” dedi, Musa aleyhisselâm: “Hiç kimse anı ebedî gö­remez, ama cümle yaratılmışı ol bakmadan görür” dedi. Heman Şey­tan ileri gelüb Firavn’a: “Bu bir kişidir ki câzuluk ile âlemi azdırmıştır, hemen bunun cezasını ver, ne için bu kadar söyletirsin” dedi. Derviş sabr edemeyüb: “Bre neces henüz fodulluğu elden bırakmadın” dedi. Şeytan gördü ki ahd eylediği derviştir, hemen kaçmak istedi. Derviş Şeytanı yakasından tutup yere vurdu, asasını ve torbasını elinden al­dı. Firavn gayretlenüb nefs askerine: “Koman” dedi. Askerler dervişin üzerine hücum ettiler. Hemen derviş sapan taşı ile bu askerleri dağıt­tı. Firavn dahi bir tarafa kaçtı. Derviş erişüb Firavn’nın başından Bore­ğini kaptı. Şeytanın torbasını ve Firavn’nın boreğini Musa aleyhisselâmın önüne koydu. Musa: “Canım sana kurban olsun derviş aferin sana” dedi.221 Bu kere Firavn, leşkerini cem’ edüb Musa aleyhisselâma elçi gönderdi ve Şeytanın torbasını ve kendisinin boreğini taleb eyledi. Musa aleyhisselâm dervişe: “Anları ver kurtulalım” dedi. Derviş: “Hele sabr eyle” dedi. Meğer derviş Şeytanı ayağından asmış imiş. Şeytan Musa aleyhisselâma zârilik ederdi: “Beni bunun elinden kurtar” dedi. Musa dahi dervişten taleb eyledi. Derviş: “Talebin başım üstüne ya Musa! Lâkin huzurumuzda tevbe eylesün ki bir daha benimle şey­tanlık etmesin” dedi. Şeytan, tövbe etti. Derviş, Şeytanın torbasını ve asasını ve Firavn’nın boreğini verdi. Bu tahayyülde iken uykudan uyanır gibi gördü ki bu Şeytan ve Firavn ve Nemrûd öz vücudundaki heva ve nefs-i emmare ve buhl ve hased imiş. Anları ki beyan eyledi bu kerre kendi özüne geldi. Nice zamanlar ki gönlünü kaybetmiş idi nâgâh bakub yine özünü buldu ve derviş gördü ki tek-ü tenha heman özüdür. Bu kerre emin olup (Men Ânem ve Men Dânem) deyüb bunu okudu:

Deryay-ı umman benim gevher-i kân bendedir. Gözünü aç anla bak iki cihan bendedir.

Şimdiye kadar ki söyledim kim anlar, bu kuşdilidir anı Süleyman anlar.222

Ehli Olana Kaygusuz Sultanın Öğütleri

Ey Tâlib-i hakk ve hakikat! Gel imdi kendine insaf eyle; seni ebediyyen mahv edici cehil marazlarına ilâç bul. Fırsat elde iken gece gündüz durmayub çaresini ara, tâ kim ol korkulu menzillerden emîn olasın. Yoksa yâr-ü yoldaşın cehil marazından kurtulub şâd-ü handan selâmette olduklarını görürsün ve sen gam ve gussaların ve ceha­let sebebi ile başına üşüşecek türlü belâlara giriftar olub kalırsın. Ol vakit çok peşîman olursun ama faide etmeye. Fırsat elde iken nâdânlığı bırak dânâ ol 223. Kendini ârifler ve ehl-i diller sohbetine ve meclisine lâyık eyle. İnsân-ı kâmile eriş tâ ki dünya ve âhiret marazlarından emîn olasın.

Mürşid-i kâmili bulduktan sonra aşkı delil edüb, özün bilüb, ârif olub Hakk’ı vücûdunda bulasın. İmam Alî (kerremallahu vechehu), ilk defa idi Peygamber aleyhisselâma sordu: “Ya Resullâllah ne amel edeyim ki amelimi zayi’ etmemiş olayım?” Hz. Resul buyurdu: “Hakk’ı istersen kendini bil! 224 Ârifleri cem’ edüb daima sohbet eyle 225. Sözünde sâdık ol.226 Bir dilden iki söz söyleme. Kimseye mikr ve hiyle etme. Bir kimseyi rencide edüb hor ve hakir bakma. Zira her mevcûd mutlak vücûdda iktizây-ı zâttır. Elinle koymadığın şeye el uzat­ma. Daima özünü özüne ver 227. O hâlde Hakk’ı bulur, tecellîyatına mazhar olursun. Ol vakit seyrin Arş ve Ferş’e kadar gider, tamam olur, ömrünü zayi’ etmemiş olursun ve hem her beliyye ve azaptan emin olursun. Ama ey Tâlib-i Hakk, Allah yolu gayet yakındır ama gayet müşkildir.

Ârif olan anladı                       
Hayvan olan tınmadı
Nâdâna ben ne dedim              
Aceb bundan ne anladı
Anladın ise hâl oldu                
Anlamadın ise kal oldu.

Yeni bir haber söyleyeyim ki anlamadın ise anlayasın. Ârif isen insâna karış, yoksa nâdân gibi yavanlara karışma. Nâgâh bir gün vücûdun şehrinden kafile göçer, her zerratın geldiği yere ve menzillere taksim olur, sen seninle tenha kalırsın 228. Eğer metaın dürr-ü gevher ise şâd-ü hurrem olup gam-u gussa yok, hangi şehir ve menzile varsan müşteri tacirler metaından almak için kapına mülâzemet ederler. Eğer metaın hırmân ve nakıs ise hangi şehre ve menzile varsan me­tanı kesâd bulur, günden güne müflis bir bî-nevâ olursun. Nice zaman­lar geçer, devranlar döner, deryalar aslına gider, Mâh-ü encüm-ü za­man nâbedîd olur, heyhat ki kafile başı sana rahm edüb yüzüne bak­maz 229, ta ki ârif-i billâh olanlara, dürr-ü gevher kafilesine karışırsın.

Ey Tâlib! Uyanık ol ve hakikatten haberdar ol; başındaki sarhoş­luğu gör 230. Hakk’ı talep 231 ederim dersen (Mutu kable ente mûtu) mazmununa masadak olup ölmezden evvel öl ki dirilesin. Dünyada harâb ol ki ma’mur olasın. Cefaya sabr et ki vefaya eresin Yoksa ehl-i zâhir gibi ibadet yaptım diye mukabilinde ivâz ümidinde iken nâgâh bir gün işin sahibi işlediğin işi pesend etmeye. Ol vakit mürde gibi olup elin boş kala; hâlin kat’î düşvâr ola; çok peşîmân olursun, ama hiç faidesi olmaya.

İşte gidüb size çok haber getirdim. Özün insân suretinde iken her şeyi kazanırsın 232 yoksa her şey kayıptır. Ne ki görürsün ana ibretle bak 233. Bu ne için böyle olmadı deme. Hiç bir şey için gam çekme. Bu sözlerden garaz budur ki sen dahi gönlünü cem’ eyle 234. Akl-i maâd’a mukarin ol; dünyaya apışub kalma; sonun fikr eyle.

Ey gafil! Bu sarayın sahibi vardır. İçinde oturan Sultan’dır. Hâli­ni bil ki sonra Sultan’dan utanmayasın 236. Kimseye adavet etme. Kim­senin payına el uzatma. Haklıyı haksızı, helâli haramı fark eyle. Zira helâl lokma ile ehl-i diller sohbeti Âdem’in ma’mûrluğudur. Haram lokma ve câhiller sohbeti de Âdem’in haraplığıdır.

Andan sonra nahak işlerden sakın, ibretle bak, hikmetle söyle. Her yerde edep üzere olup, aşağıyı yukarıyı gözleyip, tevazu ile en geriye otur. Mürşidler ve ârifler nezdinde kemâl-i âdâb ile diz çöküp otur. Bir söz ki senden sormayalar söyleme. Eğer sorarlarsa bilir isen muhtasar söyle; eğer bilmez isen özünden söz düzüb söyleme. Hodbin­lik eyleme. Hakk’ı her yerde seninle bil. Yâr-u sâdık ve yoldaşına emin ol. Câhile hilm ile söyle. Ârifler katında sâkit olup âdâb ile dur, hür­metle sor, imtihan ile söz sorma. Eğer sorarsan söyleneni kabul et 237; inat ve mücadele eyleme; merdûd-ı Hakk olursun 238. Zira bu saray­da Allah’ın hikmeti çoktur. Bu sarây-ı bârigâh onundur, başkası yoktur. Eğer kul isen edep bekle, kulluk hâlince ol 239. Eğer Sultan (İnsân-ı Kâmil) isen milk senindir, emin ol.240 Yoksa sen seni bilmez isen kendini bilmek için ârif-i billâhın eteğine yapış ki sen seni bilesin. Yoksa sonra çok hacâlet çekersin; sermende olursun; hem de Sultan yüzü görmezsin. Saray içinde oturan sultandır 241. Cümle yaratılmış kullarıdır, zerrâtıdır. Her ne ister ol emreder, hiç mâni’ yoktur.

Âdem dünyaya gelmekten murad heman kendini, Hakk’ı anla­maktır, tâ ki merâtipte Hakkı bâtıldan fark edip ömrünü telef etme­miş ola. Çünkü sen dahi Âdem’im dersen vücudun kubbesine 242 çık, ibretle bak. Bu sahranın düzüne ve inişine ve yokuşuna nazar eyle.

Korkulu menzilleri 243 bil tâ ki yol üzerinde korkulardan emin ola­sın. Onlar ki hakkı bâtıldan fark etmeyip dünyayı dolaştılar kaldılar, hâlâ dahi dolaşıp kalmışlardır. Anın için her kişi kendi işine kaildir. Hakk Taalânın sırlarına ve hakikatine ermeyip öz bildikleri kendilerine hicap olmuştur 232. Bu sebeptendir ki halk birbirlerine sorarlar ki: “Aceb bu kârhaneyi bünyad eden üstat nerede ola?” Hayran ve sergerdan kalmışlardır. Gökte mahlûk yere bakar ki aşağıda mı ola der. Ve yer­deki mahlûk göğe bakar ki yukarıda mı der; şöyle mütehayyir kal­mışlardır. Tâ “Elestü birabbiküm?” deminden Hz. Resule gelince yüz yirmi dört bin peygamber geldi ve gitti, her biri bir söz söylediler. Hiç biri bunu temyiz edemediler. Hz. Resul aleyhisselâm ve Hz. Alî ve Ehl-i Beyti dünyaya teşrif buyurdular ve bu kârhaneyi bünyad eden üstadı yine bu kârhane içinde bildirdiler ve nişanın dahi bu eşya içinde verdiler. Eğer bu kıssadan sen dahi sual edersen bilen bilir, bil­meyen bilmez. Ne söyleyeyim, sen seni bilmez isen bula gör bir biliri. Bilmeyen ne bilir biliri.245

Ma’lum oldu ki hiç kimse delilsiz Hakk’ı bulamaz imiş. Zira Hz. Resul ve ailesinden sonra gelen kâmiller dahî “Nefsini Bilen Rabbini Bilir” kudsî hadîsi hakkında nice nice güzel sözler söylediler. Ama gaflet uykusuna dalanların hiç bir söz kulaklarına girdimi? Biz dahi şu sözü deriz ki:

Hakk Taalânın evveli ve âhiri, altı ve üstü, sağı ve solu yoktur. Bir bahr-ı peykerândır ki cümle mevcûdâdın vücûdunda mevcûddur, yani bilcümle mevcûdâd Hakk’ın vücûdundandır ve anı ikrah görüp hor bakanlar merdûttur 246. Zira bir çırağın nurudur; nihayet sırçaları ayrıdır. Bir güneşin şu’lesidir ama pencereleri ayrıdır. Ve cümle mahlûkatın vücûdu birdir, ama dilleri ayrıdır.

Biz nasihat edecek değil idik. Çünkü hakikat, halka ne kadar çok söylenmiş olsa ol kadar geriye kaçarlar; yalnız ezelde nasîbedâr olan­lar gelir. Bunu bildiğimiz hâlde nasihat vermek istemeyiz. Lâkin bu nasihatleri veren Hakk’tır, bizim dilimizden Hakk’tır ki söyler. Sonra, halk ukûbâta duçar olduklarında biz ne edelim. İnsân suretinde iken bize Hakk’ı ve hakikati bildirmediler diye zulüm isnadına mahâl kal­masın ve “El-Adl” ism-i şerifinin hükmü carî olsun içindir “Mıskal kadar hayr eden hayr görecektir, mıskal kadar şer eden de şer görecektir”.247

İki âlemden haberdarım diyen dünya nedir
Bu günü bildinse indinde olan ferda nedir 248
Sende benlik bende senlik görünürken zâhirâ
İki âlem bir vücûddur diyen ile fetva nedir
Mâzî müstakbel bu dem hakk ki bunlar üç olur
Bunları cem’ eyleyip bir eyleyen Anka nedir
İki derya bir vücûd olsa ikilik mahv olur
Ya bu sen ben deyu halkın ettiği kavga nedir
Bir vücûdda on sekiz bin âlem oldu bir kadeh
Bu kadeh içre dönüp raks eyleyen sahbâ nedir
Âleme nisbet gerektir dâne-i haşhaş velî
Pes derununda temevvüç eyleyen derya nedir
Der isen dâm-ı belâdır âşık’ın başına aşk
Ma’şûkun vechinde 252 açılan gül-ü hamra nedir. 253

_______________________________________

Vech-i dilberden hazer eyler Fakîh Şeytan lâîn
Bilmedi te’vîl-i ilmullahta mavera nedir             
Hakk kasem eyler ki Âdem ahsen-i takvim durur             
Ya bu mel’unda bu istiğna bu imtina’ nedir              
Çünkü idrâk eyleye sun’-ı Hüdâyı âşikaan                   
temenna âşıka ma’şûka istiğna nedir              
Sâkî-i bâkî elinden256 içmeyenler câm-ı mey             
Kaldı hayvan257 bilmez oldu zevk ile safa nedir  
Çünkü dersin fâil-i mutlaktan özge kimse yok        
Ya arada hükm-i teklifin ile takyid nedir258               
(Küllü şey’in hâlikün lâ reybe illâ vechehu) 259          
Pes cihât-ı sitte mahv oldu ya bu dünya nedir260
Olmayanlar (Resmî) ya kayd-ı taalluktan halâs
Bilmedi anlar bu remzi hem bu muamma nedir.

________________________

Sırr-ı aşka 261 kim ki düştü ol fâzıl olur                 
Ayni ma’şûk olduğun fark etmese câhil olur
Mâsivallah nutk-ı Hakk’tır iktizây-ı hâl için             
Ehl-i Tevhîd ânı selb etmez ki şirk hâsıl olur 262        
Zât-ü esmâ-ü sıfat devr eyledikçe nevbenev       
Kesb eder kurbiyyeti Hakk vechine dâhil olur 263             
El hazer (Lâ taknetû min rahmetillâh)tan ümîd 264
Kaatı-ı feyz-i Hüdâya 265 ol nasıl kabil olur        
Kendini bilmek için (Resmî) hadîs-i (Men aref)
Künhünü zâtiyle idrâk eyleyen kâmil olur. 

________________________

(Ârif Olup Ehlullah Dîvânına Kabulü Gösteren Nefesler)

Bihamdillâh nurile envara erdim ben bu gün
Açılıp ayn-i basiret irfâna erdim ben bu gün
Ateş-i aşkiyle yanıp vâlih-i hayran iken
Erdi bir nur-ı tecellî cana erdim ben bu gün
Eyledim taklidi tahkîk mâsivayı terk edip
Cezbe-i Rahmân ile Sübhâna erdim 266 ben bu gün
Gitti kesret oldu vahdet cümle âlem serteser
Mahv olup suretle esmâ cana erdim267 ben bu gün
Kalktı cezb ile vücudu bu âciz-i dîvânenin
(Küntü kenz)in sırrıyım kim kâna erdim268 ben bu gün

Huuuu!

                       ________________

Feyz-ü irşâd pîrimden yönüm Allah’a döndüm
Geçtim cân-ü serimden yönüm Allah’a döndüm
Neyleyim ben kabâyi hem hırkayı abayı
Katî bilip dünyayı yönüm Allah’a döndüm.
Terk eyledim taklidi hem istemem tahkîki
Satın alıp yokluğu yönüm Allah’a döndüm 269
Zâhid alsın keramet hem istemem Velâyet
Seyr bana melâmet yönüm Allah’a döndüm 270
Çaldım melâmet tablını hiçe saydım varımı 271
Aşkta yakıp arımı yönüm Allah’a döndüm
Aşka düşüp yanayım mahv-ı mutlak olayım
Fena ender fenayım 272 yönüm Allah’a döndüm
Men fakîr-i dîvâne 271 yine geldim seyrane
Düşüp şöyle hayrane yönüm Allah’a döndüm 274

Huuuu!

                    _______________

Ben de bildim benlik yoktur özümde
Benliği mürüvvete sattım ezelden
Tuttuğumuz îmân ikrâr 275 kapısı
Bir Pîr eteğini tuttum ezelden 276
Şeriat öğrendim 277 bin bir ad için
Hakikat öğrendim ayni zât için 278
Ma’rifet öğrendim bu sıfat için 279.
Tarikata hizmet ettim ezelden 280
Şeriatın ince yolları vardır
Hakikatin derin halleri vardır
Ma’rifetin gonca gülleri vardır
Bülbülüm gülşende 281 öttüm 282 ezelden

Huuuu!                                             

                      ________________

 

Bir aceb sırra yetiştim 283 beni hayvan anlamaz 284
Defter-i benliği sildim ehl-i dîvan anlamaz
Âteş-i aşka yanarım her seher pervanevar
Doldu sînem ateşiyle nâr-ı sûzân anlamaz 285
Men ol abdal âşıkım kim kimse bilmez hâlimi
Bulmuşum Hakk ile vuslat anı nâdân anlamaz
Ki aceb mi ehl-i zara hâlimi keşf eylesem
Himmet-i merdân nidüğin anı her can anlamaz
Bulmuşum mürşîd-i kâmil kaalimi hâl eyledi 286
İçirdi ledün hayatın 287 âb-ı hayvan anlamaz
Men (Selîm)-i dîvâneyim varlığım mahv eyledim
Varlığından geçmeyenler sırr-ı Sübhân anlamaz.288

Huuuu!

                      ________________

Gerçek mürîd gerçek baba katrasını bahre sayar            
Nakıs olan nefse uyan sükkerini zehre sayar               
Kendi bilgisinde kalan ilm-i ledün bilmez olan  
Mürşidine eğri bakan lutfunu hem kahre sayar             
Gerçek âşık olan kişi yoluna kor cân-ü başı               
Budur yar sevenin işi her ne gelse fahre sayar               
Âhir zaman dervişine aldanma sen (Ümmü Sinan)   
Küfrün îmân eder sanma îmânını küfre sayar

Huuuu!   

                    ______________

Zâhidâ toprağa baş vurmakla bulunmaz nâîm
Âdem’e kıl secde ki gel olma Şeytaânırracîm 289
Sed edip mescid kupusun yürü var meyhaneye 290
Tut bu râhı iş budur hazâ Sıratulmüstakîm
Bul bu meyhane içinde sâkî-i devranı sen
Bade nûş et hem di Bismillahirrahmânirrahîm 291
Tövbe kıl zühdüne zâhid sâkin ol meyhanede 292
Kim budur vallah ve billâh zâlikelfevzulazîm 293  
Mal-ü evlâd-ü ayalin terkini ur âşık ol
Faide vermez bular çün bula gör kalb-i selîm. 294

Huuuu!